25 Şubat 2021 Perşembe

 

NEDEN PAŞALİMANI?

Güven Birkan

Bu soruyu yanıtlamaya kalkışmadan önce “nerede bu Paşalimanı?” diye sormak gerek. İstanbullular’a sorarsanız Üsküdar’da, İzmirliler’e sorarsanız Çeşme’de, Yunanlılar’a sorarsanız Pire’de. Hatta Adana’da bile bir Paşalimanı var, ama bir lokanta olarak. Burada sözünü edeceğimiz, Marmara denizinde, Balıkesir’e bağlı bir ada. İlk anda insan “Balıkesir’in Marmara Denizi ile ne ilgisi var?” diyebilir. Ama bu adanın bağlı olduğu Erdek’in de Marmara kıyısında bulunduğunu anımsarsak bu bağlantıyı kurabiliriz. Balıkesir’in kazası olan Erdek’i de bir tatil kasabası olarak daha çok Ankaralılar bilir.

Paşalimanı deyince ilk akla gelmesi gereken yer bu kentlerin hiçbiri değil, Kıbrıs’tır. Lala Mustafa Paşa’nın, Kıbrıs seferinden dönerken Marmara Denizi’nde yakalandığı fırtınadan korunmak için gemileriyle bu adaya sığındığı ve bu nedenle de daha önce Aloni olarak anılan adaya Paşalimanı denmeye başladığı anlatılır.

Evet, neden Paşalimanı?

“Neden Paşalimanı?” sorusunun ilk yanıtı bu. Ama sorunun ikinci bir anlamı daha var. Neden biz ahir ömrümüzde yeni yeni öğrenmeye başladığımız yelkencilikteki ilk uzun yol deneyimi için hedef olarak bu adayı seçtik? Tek bir yanıtı olsa gerek, Lala Mustafa Paşa da orayı en korunaklı liman olarak belirlediği için. İstanbul’un beton yığınlarından ve yarı kentli insanlarından birkaç gün uzak kalmak da yan ürün. Ama bir de görevimiz vardı:

Yakın arkadaşımız Mimar Tarık Aka, oradaki minik yerleşmelerin epeyce dışında bir konut inşa etmişti; ama bu iki katlı ahşap konutun bir özelliği vardı: tüm parçaları özenle tasarlanıp İstanbul’da Mimar Taylan Tüzün’ün atölyesinde imal edilip, Paşalimanı’nda bir araya getirilmişti. Tarık bu yapıyı gerçekleştirmeyi yaşamının önemli bir hedefi haline getirmiş, ancak inşaat bittikten kısa bir süre sonra yaşamını yitirdiği için o eve sadece bir kez gidebilmişti. Eşi ve bizim fakülteden sınıf arkadaşımız Nadide, Marmara Adaları tarafına gitme niyetimizden bahsettiğimizde evin bir fotoğrafını çekmemizi rica etmişti.

Doğaldır ki böyle bir etkinliğin heyecan yaratan da bir yanı olacaktı. Tekne alma kararımızdaki önemli etkenlerden biri, karadan ulaşabileceğimiz yerlere bir de denizden yaklaşmaktı. Denizde bir yere yaklaşmanın farklı bir tadı olduğunu fark etmiştim: yavaş yavaş zum yapan bir objektifin içindeymişim gibi bir duygu yaratıyordu bende; önce ana hatlarını algılamak, giderek daha fazla ayrıntıyı kavramak hoş bir şey doğrusu. 

Marmara'da koca bir gün tek bir yelkenli, ikincisi de biz

Seyri planlayıp uygun hava kolluyoruz

Günlerce uygun hava kolladık; hiç değilse gidişte ve gelişte sorun yaşamayalım diye. Sonunda Eylül ortalarında bir sabahı yola çıkmak uygun göründü. En az bir gün kalıp dönmek üzere, gidiş ve gelişlere ikişer gün ayırmaya karar verdik; gece yolculuğu yapmamak için. O gece Kumburgaz sahilindeki Güzelce Marina’da kalıp, ertesi gün Paşalimanı’na ulaşacaktık. Gidiş yolunda ilk gün 35 deniz mili, ikinci gün 52 deniz mili olmak üzere toplam 87 mil yol kat edecektik. Yelkenli değil de motorlu bir tekne olsa bu yol ikişer saatte yapılabilir. Yelkenlinin de motoru var ama, 5 tonluk gövdenin altından denize sarkan ve tekneyi dengede tutan bir tonluk salma böyle bir hıza izin vermiyor.

Marmara Adası’nın doğusundan ve batısından geçen iki alternatif rota belirledim. Güzelce’nin yanı sıra, duruma göre gecelenebilecek seçeneklerin hepsinin koordinatlarını not edip haritada işaretledim. Deneyimli denizci dostlarıma danıştığımda, kuzeyli havalar için daha çok kuzey rotasının önerildiği fikrini edindim. Fazlaca endişeli olduğum düşünülmesin, deneyimliler Marmara denizinin kötü havalarını yaşamış denizcilerin her denizde yelken yapabileceğini söylerler. İşte Lala Mustafa Paşa bile sığınacak yer aramış.

Gidiş seyri için rota seçenekleri

Yola çok erken çıkacağımız için geceyi Pendik Marina’da teknemizde geçiriyoruz. Uykumuzun gelmesini beklerken, teknelerin güvertelerinde yiyecek bir şeyler bulmak ümidiyle iskelenin üzerinde birbiri ardında gidip gelen kedileri, karşımızdaki tekneye bağlanmış İspanyol Cocker yavrusu köpeğin ağlaşmaktan bıkıp yelken direğinin dibine çişini yapışını, ayın doğuşunu izleyerek oyalanıyoruz.

Geç vakit iskeleye yanaşan Tarella’nın genç kaptanı İlhan bize hem Marmara hakkında bilgi veriyor hem de bir eksiğimiz varsa kendi teknesinden hemen tamamlayabileceğini söylüyor. Kentlerde yok olan komşuluk yardımlaşmaları yelkenciler arasında henüz sürüyor. Aslında tek eksiğimiz yedek mazot. Rüzgârın esmediği sürelerde duraklamamak için gerekebilir, bir de elektrik üretimi için. Gece yarıları marinalarda rüzgarla direklere vuran halatların çıkardığı sesin yarattığı ninniden başka bir şey duyulmaz ama burada Sabiha Gökçen’e inmek için alçalan uçakların her beş dakikada bir yinelenen gürültüsü baskın çıkıyor. Yine de uyuyoruz.

Kentin seyrine doyum olmuyor

Ertesi sabah ezan ile uyandık, hava aydınlanıncaya kadar hazırlandık. Yaprak ve deniz kıpırdamıyordu. Gün doğarken marinadan ayrıldık. Büyükada ve Heybeli’nin kuzeyinden geçerek Mimarsinan’ın güneyindeki Baba Burnu’nu hedef aldık. İstanbul Boğazı çıkışından başlayarak kimi seyir halinde kimi demirdeki çok sayıdaki geminin arasından sıyrılıp kentin kargaşasını, kıyıdaki liman tesislerini, Yeşilköye inip kalkan uçakları izleyerek yaptığımız bir tür kentsel seyirden sonra buruna ulaştık ve yön değiştirip Güzelce’ye yöneldik Bu kez de “tatil siteleri” adı verilen yapı yığınları ve daha gerilerde yükselen tatil dışı iç karartan bloklar üstümüze gelmeye başladı. Tüm bunları izlemeye öyle dalmışız ki, dönüp güneye, deniz tarafına bakmak aklımıza geliyor. Acı çekmekten zevk almasak bu ülkede nasıl yaşayabilirdik? 

İşte İstanbul

Öğleye doğru, Kumburgaz kıyısı Güzelce’deki marinaya vardık. Ertesi sabah erken ayrılacağımız için bizi çıkışa yakın ama beton iskeleye yanaştırıyorlar. Betonun zımpara gibi yüzeyinin tekneyi çizmemesi için sarkıttığımız usturmaçaların da zarar görmemesi için teknede hazır bulundurduğum bir tahtayı araya yerleştirmem gerekiyor. Limanın ardında yükselen birkaç apartman, onların batısında okul olduğu anlaşılan iki büyük bina, daha batıda ağaçlar arasında tek evler ve devamında büyük bir ağaçlık. Liman görevlilerine orasının mezarlık olup olmadığını sorduğumuzda, askeri arazi olduğunu öğrendik. Büyük kentlerde ve kıyılarda hala yeşil kalabilmiş yerlerin hep ya mezarlık ya da askeri alanlar olması ne kadar acı verici, üstelik iki kullanım da ölüm ile bağlantılı. Güzelce’de Rumlar yaşarken adı Demokranya imiş, 1923’te mübadele ile buraya yerleşen Türkler nedense Çöplüce adını uygun görmüşler ve deniz haritalarında da bu ad kullanılır olmuş. Güzelce adı da İstanbul’un bir zamanlar vali ve belediye başkanı olan Fahrettin Kerim Gökay döneminde verilmiş. 

Güzelce’de zaman geçirmek

Vakit geçirmek için komşu guletin kaptanı ile ayaküstü sohbet ediyoruz. Koca teknenin ne amaçla kullanıldığını soruyorum; “zamparalık” diyor. Gerçekten gece olunca kırmızı ışıkla aydınlatılan güvertesinin dekorasyonu bunu doğrular nitelikte. Otobüs büyüklüğünde özel arazi arabalarıyla gelip giden insanlar dikkati çekiyor ama çevreye rahatsızlık verecek hiçbir davranışları yok. Kaptan, uzun yıllar ticari gemilerde çalıştığını, son yıllarda “reislik” yapmanın zorlaştığını, genç tayfaları Marmara’dan çıktıktan sonra çalıştırmanın olanaksız olduğunu anlatırken düşük ücret ve fazla mesailerin ödenmeyişi nedeniyle tayfalara hak veriyor; tekne sahibi ile tayfa arasında kalmaktan usandığı için de artık ticari gemilerde çalışmaktan vaz geçtiğini ekliyor. İş yaşamında, ara kademedeki yöneticilerin genel sorunu.

Mergus-gulet sohbeti

O gün Güzelce’nin pazarı olduğunu ve 10 dakika yürüyüş uzaklığında kurulduğunu öğreniyorsak da öğlen güneşinin beton zeminde yarattığı mikro klima, böyle bir yürüyüşe izin vermiyor. Ayrıca da buz dolabımızda daha fazla taze meyve sebzeye yerimiz yok. Yine de güneş batarken barınağın arkasındaki parkta bir çay içtikten sonra akşam karanlığında tekneye dönmeden önce pazarından arta kalan kamyondan üç Çanakkale kavununu da yükleniyoruz.

Gece bastırınca, en ufak ses kocaman oluyor. Limana en son giren motor-yattakiler arada bir “çıs-tak” sesinden ibaret müziklerini sonuna kadar açıp, kendimizi Moda’daki apartman dairesinde hissetmemizi sağlıyorlar. Dörtyol ağzındaki evimiz, sabaha dek süren yoğun araba trafiğinin sunduğu bin bir tür müziği dinleyerek uyumamıza olanak veriyor. Buradaki tek fark, sesin araba yerine tekneden geliyor olması. Derken marinanın arkasındaki caminin apartmanlar arasında sıkışmış minaresinin hoparlörlerinden okunan yatsı ezanı, her binaya bir kere çarpıp yankılanarak limana doluyor; sanki bir değil beş cami var çevrede. Sonra önümüz ve ardımızdaki teknelerden hafif konuşma sesleri. Hepsi bitince, açık denizdeymişiz gibi esen poyrazın direkten, bumbadan ve halatlardan çıkardığı seslerden oluşan gerçek liman müziği başlıyor. Ortada marina kedileri dışında canlı yok. Guletin kaptanı rıhtımdaki çöp bidonunun kapağını kapattığı için, kedilerin fare dışında bir oyalantıları yok. Fareler dalgakıranın deniz tarafındaki kayalarının arasında yaşıyorlarmış.

Erkenden yola çıkıp 9 saatlik bir seyirden sonra ikindi vakti Paşalimanı köyünün önündeki koya varıyoruz. Seyir sırasında “gemi yolu” olarak adlandırılan ve gemilerin geliş gidişlerine ayrılmış bir tür otoyol güzergahından uzak durmaya çalışıyoruz. Marmara’nın ortasında bu yolu kullanan 10-12 gemi dışında bir hareket görülmüyor, bir de ince uzun sinekler, minyon arılar, minik sinekler. Koca Marmara’da seyir halinde sadece bir tek yelkenli tekne görüyoruz. 

Gemi yolunu enlemesine geçiyoruz, yaya geçidinden geçer gibi

Köyün önünde bir tur atıp, demirleyeceğimiz güvenli bir yer seçmeye çalışıyoruz. Koy kuzeye kapalı, rüzgâr da kuzeyden esiyor, ama gece güneye dönerse bizi kıyıya atabilir diye oldukça açığa demirliyoruz. Ama hava kararıp tepelerden inen poyraza bir de kuzey geçidinden sızan dalga ve akıntı eklenince demir tarar mıyız endişesine kapılıyoruz. Osmanlı donanması nasıl olup da burada kendini güvende hissediyormuş acaba? Koya ulaştığımız sırada iskelenin güneyindeki kıyıda demirde yatan tek teknenin, akşam kararırken koyu terk etmesiyle denizde bizden başka kimsenin kalmamış oluşu da bir ürküntü yaratmadı dersem yalan olacak. 

Paşalimanı’nda akşam

Dalga ve rüzgâra kafamız takılı da olsa, Paşalimanı koyunun gün batımı saatindeki güzelliğinin tadını çıkarabiliyoruz. Bir yanımızda, Avşa’nın üzerinde kırmızı bir top olarak batan güneş ve kızaran gök yüzü, öte yanımızda sönük yol lambalarıyla çepeçevre aydınlatılmış koy. Bu iki manzarayı görmek için kafamızı çevirmemiz gerekmiyor, rüzgâr tekneyi sürekli döndürdüğü için oturduğumuz yerde bir Avşa’yı, bir Paşalimanı köyünü görebiliyoruz. Sanki bir gölün ortasındayız, açık deniz sadece iki küçük aralıktan algılanabiliyor, kuzey girişinden Marmara Adası, batı girişinden Karabiga kıyıları. Hava kararırken iki direkli bir yelkenli koya girip, her akşam aynı yere demirliyormuşçasına hiç duraksamadan, kıyıya 100 metre kadar yaklaşıyor, 150 metre kadar sancağımıza (sağ tarafımıza) demir atıyor. Artık kendimizi yalnız hissetmiyoruz. 


Bizi sürekli olarak telefon ile izleyen kara desteğimiz Ekrem Birerdinç, o noktalarda bir zamanlar 36 knot (saatte mil) rüzgârda demirli kaldıklarını anımsatıp, endişeye yer olmadığını ekliyor. Yakınımızdan geçen balıkçılara da danıştığımızda, bulunduğumuz noktada demirde kalabileceğimizi söylüyorlar. Ama öyle ortalık bir konumdayız ki demir fenerimizi (demirli durduğumuzu gösteren ve direğin tepesine yerleştirilmiş fener) yaktığımız halde, “gece bizi görmeyen bir tekne üzerimizden geçer mi” diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. Sabaha kadar rüzgârın sesini dinleyerek güvertede uzanıyorum, yarı uyur yarı uyanık.

Ertesi sabah, denizci dostlara da internet üzerinden danıştıktan sonra kıyıya biraz daha yaklaşıp yeniden demirliyorum, o arada hava da biraz duruluyor. Şişme botu denize indiriyorum, kürekle sahile gidip, karşıdaki Mevlana Restoran’ın iskelesine bağlanıyorum. Çöplerimizi atıp, tek satış yeri olan büfeden içecek birkaç şey aldıktan sonra fırına yöneliyorum. Asıl derdimiz ekmek, ama fırıncı erkenden ekmekleri satıp gidermiş.

Öğleye doğru denize bile giriyoruz, deniz analarını iteleyip biraz yüzmeye çalışarak. Seyir halindeyken fark ettiğim dümen zorlanmasının nedenini anlayabilmek için, dalıp dümen palasını gözden geçiriyorum, tepesine yığılmış deniz kabukluları, dümeni döndürdükçe tekneye sürtünmekte. Henüz dört ay önce karaya çekip karinasını (teknenin su içinde kalan dış kısımları) temizleyip zehirli boya ile boyadığım halde bunların üremiş olması, Pendik’teki deniz kirliliğinin düzeyi hakkında fikir veriyor.

Teknede en önemli sorun: enerji yetmezliği

Her şey yolunda, tek sorunumuz enerji: telefonların, bilgisayarın şarjı, buzdolabı ve gece yanan demir feneri, sürekli olarak aküyü boşaltıyor. İkide birde motor çalıştırıyoruz, ama düşük devirdeki kısa süreli çalıştırmalar, aküyü doldurmaya yetmiyor. Dönüşte rüzgâr yeterli olmaz ise depodakinden daha fazla yakıta gerek duyabileceğimi hesaplıyorum. Güzelce’deyken bidona yakıt doldurmayı neden akıl etmedik diye de kendimi suçluyorum. Teknede güneş paneli ve rüzgâr jeneratörü olmadan yaşam çok zor. Önlem alma konusunda denizin iyi bir eğitici olduğu kesin ama biz henüz eğitimin başındayız anlaşılan. 

Ertesi sabahı aklıma yine mazot konusu takılıyor ve burada ev yapan arkadaşlarımız Tarık ile Nadide’nin Paşalimanı komşuları Saniye Hanım’a telefon ediyorum. Meğer hemen karşımızdaki beyaz evde oturuyorlarmış, el bile sallıyorlar. Bir süre sonra bir balıkçı teknesi gelip bizi alıyor, mazot sağlama konusunda ne yapacağımızı da anlatıyorlar. Karaya çıktığımızda iş bölümü yapıyoruz, ben mazota, Çelen ekmeğe. Fırın için yine geç ama Çelen şansını deniyor; fırıncı evinden seslenip sadece bir bayat ekmek olduğunu söylüyorsa da aşağı inince bir de taze ekmek bulup veriyor.

Mazot için, caminin arkalarındaki bir bahçenin ortasındaki evin kapısını çalıyorum; çıkan genç ile birlikte bitişik bir depoya gidiyoruz, uyuşturucu alışverişi yapılıyormuş gibi bir hava oluşuyor. Depoda gaz tüpleri, mazot ve benzin dolu plastik bidonlar, çeşitli inşaat malzemeleri, bir hurdacı dağınıklığıyla yığılmış. Kibrit çaksan ev ve bahçenin yanı sıra cami bile havaya uçabilir. “İmar gelmediği” için benzin istasyonu izni verilmiyormuş; oysa bu adada balıkçı motorları ve traktörler mazot kullanmak zorunda. Toplumumuzun ve yöneticilerimizin standart sorun çözme yöntemi.

Bu karaya çıkış bir iki işe de yarıyor: Bize yardımcı olan Saniye Hanım’ı ziyaret edip Nadide’nin selamlarını iletme olanağı buluyoruz. İskeleyi inceleyip gerektiğinde neresine nasıl bağlanılabileceğini aklımıza yerleştiriyoruz. Bir de Mergus’u Paşalimanı koyunda fotoğraflıyoruz, arkada Koyun Adası ile. 

Mergus'un alargadayken çekebildiğimiz tek fotoğrafı

Teknede ikinci ciddi sorun: sıvı atıklar

Bu denli uzun süre açıkta kalınca, enerji ve yiyecek dışında hangi sorun olabilir? Tabii ki atıklar. Katı atıkları iki aşamada karaya taşımıştık; taşımasak da depolamak kolay. Ama sıvı atıkları ne yapmalı? Pis su tankını yolda açık denizde boşaltmıştık. Sonraki üç günde acaba dolmuş olabilir mi? Pis su deposu 85 litre; kaba bir hesapla, henüz yarısı dolmuş olmalı. Ama ya tahminim yanlışsa. Boşaltmak için açık denize çıkmak gerek ama hava uygun olup çıkabilsek zaten dönüşe geçeceğiz. Hani ev köpekleri günde iki kez gezdirilmek ister, ihtiyaçlarını gidermek için; teknelerin durumu da aynı.

Yalnız kalan yaşlı çiftler hem can yoldaşı hem zorunlu yürüyüş aracı olarak bir köpek edinirler ya, biz de tekne edindik işte. Tekne edinmekle kalmadık, bir de küçük lastik botumuz oldu. Teknenin kıçında bağlı iken, durduğumuz yerde bile, dalga ve akıntıya karşı suyla devamlı oynaşarak, kemik geveleyen köpek yavruları gibi sesler çıkaran bu nesne bize sanki canlıymış gibi geliyor. Çevrede ilgi çekici başka şey bulamaz isek ya da okumaktan yorulup başımızı kaldırdığımızda onu izleyerek bir süre oyalanabiliyoruz.

Midyeye geçit yok, ama imar gelsin mi?

Cumartesi akşam üzeri koca bir motor-yat gelip iskeleye bağlanıyor; iskele yatın yanında küçücük kalıyor. Sadece iskele değil kıyıdaki evler de. Adada her şey küçük; birkaç istisnayı unutursak. Henüz apartman dönemine geçmemişler, ama eli kulağında; “imar gelmesini” bekliyorlar. İmar denen şey bir tür kâbus. Kıyıdaki yazlık evler de ağaçlar arasında kaybolan en çok iki katlı yapılar. Bunlardan biri, Kalamışlı eski bir deniz dostunun imiş. Ekrem Birerdinç, bu zatın, evin önünde bir midye tarlası düzenlediğini, ancak ölümünden sonra bu tarlanın da sahipsiz kaldığını, ama hala tarladan çok leziz midyeler toplama olanağı olduğunu anlatmıştı. Bugünlerde ise ada ahalisi ile girişimciler arasında çevreye zarar verdiği söylenen midye yetiştirme alanları konusunda bir çekişme yaşanıyor. İstanbul’daki pahalı lokantalarda servis edilen midyelerin ise Paşalimanı’ndan geldiği belirtiliyor, temizliğin garantisi olarak.


Mevsim dışı Paşalimanı’nda sadece yerli halk kalmış, birkaç da yazlıkçı olduğunu, arada bir kafamızı kesmek istercesine yakınımızda dolaşan jet ski sayesinde öğreniyoruz. Erkekler iskelenin arkasındaki kahvede, kadınlar evlerin bahçelerinde bir araya gelerek sohbet ediyor. Rıhtım inşaatında çalışan iş makinesi tozu dumana katıyor.

Kahvenin güneyinde minik hoş bir cami var; hoparlöründen okunan beş vakit ezan, iki gündür duyduğumuz tek insan sesi, biraz mekanik de olsa. Lala Mustafa Paşa buraya sığındığında şehit askerlerini defnettiği, yaptırdığı caminin çatısını da gemisinin direği ile desteklediği söyleniyor. Bu cami 1935'teki depremde tamamen yıkılmış, yerine şimdiki cami yapılmış. Caminin bitişiğindeki tarihi mezarlık ayakta kalmaya çalışıyor.  Bir kilometre kadar güneydeki Harmanlı köyünde daha görkemli bir cami görünüyor ama oradan kulağımıza bir ezan sesi ulaşmadı. 

Yüzlerce yıllık mezar taşları, sazların arasında, eski eser kaçakçılarını bekliyor

Düzlükte yerleşmiş ve ağaçlar arasında gizlenmiş köyün içinde dolaşırken, kaç evlik ve kaç nüfuslu bir yer olduğunu algılayamıyor insan. Denizden bakınca zaten daha çok dışardan gelenlerin inşa ettiği yazlıklar görünüyor. Paşalimanı’nın kara ile bağlantısı, Adanın kuzey kıyısındaki Poyrazlı iskelesi üzerinden olduğu için, burası doğallığını korumuş. En azından bu mevsim, yeni yapılan iskeleye günlük ulaşım için gelen giden bir deniz aracı yok; oysa iskele küçük araba vapurlarının yanaşacağı bir nitelikte. Arada bir motorlu araçlar da dolaşıyor ortalıkta; bunlar Paşalimanı’na uğrayıp Harmanlı’ya kadar da uzanan minibüsler. Yazlık evlerin çoğunlukta olduğu kıyı bandının ardında yükselen tepeler genelde çıplak ve bu mevsim kup kuru. Sadece aradaki ekili tarlalar ve zeytinlikler bu tekdüzeliği bozuyor; bir de çok dikkatli bakınca fark edilebilen arı kovanları.

Gecenin sessizliğinde Paşalimanı

Karada hareket olmayınca, denizin içine ve uzaklara bakıyoruz. Tropikal çiçek görünümündeki kocaman mor-eflatun deniz analarından birkaçı teknenin çevresinde dolaşıyor. Suyun, gökteki bulutların, güneşin hareketi ile sudaki ışıklar her an değişiyor. Hava kararırken bu tablodaki değişim de hızlanıyor, renkler canlanıyor. Her akşam gün batımının ardından, renkler tamamen kaybolduktan sonra, Erdek’ten Avşa’ya giden feribotun ışıkları batı geçidinde beliriyor, donanma şenliği gibi ağır süzülüyor. Sonra yıldızları seyrederek ayın çıkmasını bekliyoruz. Ayın turuncu yarısı, geç vakit, Ada’nın ardından beliriyor (öteki yarı nerede bilmiyorum) ve yükseldikçe küçülüp parlaklaşıyor. Sabaha kadar da tüm koyu aydınlatıyor.

Ay ışığında deniz üzerindeki her şey açıkça görülse de direğin tepesindeki demir fenerimizi yakıyoruz; bulut mulut gelir de ortalık kararırsa diye. Çevremizden geçen küçük balıkçı teknelerinin çok azında ışık oluyor; karanlığın içinden aniden belirip birer karaltı halinde yakınımızdan geçip gecenin içinde kayboluyorlar. Nedense bu teknelerin pata pata diye çalışan motor sesi kulağa hoş geliyor.

Güvertede sırt üstü uyurken, rüzgar sağanaklarının şiddetle vurmasıyla gözümü açtığımda,  direk ucundaki rüzgar ölçerlerin tepemdeki biminiye (tente) düşen hareketli gölgesi, ay ışığının yarattığı beklenmedik bir karagöz oyunu sergiliyor. Sabahları güneş bu mevsimde, ada sırtlarının arkasından oldukça gecikmiş olarak kendini gösteriyor.

Koyda insan sesi olmadığı gibi, hayvan sesi de çok seyrek duyuluyor. Balıklar bağırmasa da deniz kuşlarının çığlıklarını bekliyor insan. Onun yerine arada bir karga sürülerinin sesini duyuyoruz, sabah akşam horoz ötmesine ve yazlıkların birindeki tek köpeğin havlamasına ilaveten. Bazen yavru karabataklar geçiyor, tek tük martı da dolaşıyor ama hepsi o kadar.

Sessizliği dinlemekten bıkıp da ilk akşam haber dinlemek için radyoyu açtığımızda, TRT 3 kanalının oldukça net bir yayınına denk gelip bir süre çok hoş müzikler dinleme fırsatı bulduk; oysa İstanbul’da, Anadolu yakasında bu radyoyu parazitsiz dinlemek olanaksız. Cep telefonları ve bilgisayarı internete bağlayan “vınn” türü cihazların da nerede çalışacağı belli değil, Allahtan bu konuda Paşalimanı’nda bir sorunumuz olmadı.

Tarık’ın evinin fotoğrafını bir mil uzaktan da olsa çekmeye karar verdik. Deniz oralarda çok sığ olduğu için tekneyle daha fazla yaklaşamıyoruz. İstanbul’dayken Tarık’ın eşi Nadide ile görüşerek haritada kabaca işaretlediğim konumuna doğru dürbünle bakarak yerini belirledikten sonra, tam bir mil uzaktan, teleobjektif ile bir-iki poz çekiyorum; biraz “expresyonist” de olsa bir sonuç elde ediyorum. Çevresindeki konteyner henüz kaldırılamamış. 

Aka'ların evi

Dönüş için uygun zaman

Üçüncü günün akşamı aldığımız son hava raporu, ertesi gün rüzgâr ve dalganın bize uygun olacağını gösteriyor. Ancak, akşam saatlerinde, İstanbul yakınlarında havanın biraz sertleşeceği anlaşılıyor. Gökyüzüne, güneşe ve aya bakarak hava tahmini yapanlara gıpta ediyorum; bu konuda bilgim ve yeteneklerim sıfır diyebilirim; kuramsal bilginin yanı sıra deneyim gerektiren bir konu. Şimdilik sadece fırtınanın geldiğini, beş on dakika öncesinden kestirebiliyorum, o vakitten sonra ne yapabileceksem! Haritayı önüme açıp rota seçeneklerini son bir kez daha gözden geçirdim. Marmara’nın kuzeyinden güneyinden ya da ortasındaki gemi yolu paralelinden gitme olanağı var. Değişiklik olsun diye güneyi seçtik.

Gün doğarken yola çıktığımızda Kapıdağ’ın tepesine bulutların yığılmış olduğunu görüyoruz. Hava da oldukça puslu. Kıyıyı daha iyi görebilmek için, rotadan çıkıp sahile yakın seyrediyoruz. Ana yelkeni açıp, yelken-motor gidiyoruz. Oldukça dokunulmamış bir kıyı. Yer yer minik koylarla bölünen, kayalık dik yamaçlardan oluşuyor. Koylarda köyler, yazlık evler var, zararsız. Denize doğru uzanan kayalık burunlardan uzak durmak gerek.  Ballıpınar hizasını geçince normal rotamıza dönüyoruz, öğleye doğru Kapıdağ’ın doğu ucundaki Kapsül Burnu’nu gerimizde bırakıyoruz.

Kapıdağ yarımadası boyunca denizin üzerinde birkaç balıkçı teknesi dışında hiçbir nesne görünmüyor. Bir süre sonra, herhangi bir kıyıyı da göremiyoruz. Puslu havada, boşlukta gibiyiz. Gözlerimiz, peşimiz sıra gelen lastik botun hareketlerini izleyerek oyalanmak zorunda. Öğle vakti İmralı silueti görünüyor. Armutlu hizasına geldiğimizde güney kıyılarına arkamızı dönüp kuzeydoğuya yöneliyoruz, dalgalar büyüyor. Hava hala puslu, üstelik artık kararmaya da başlıyor. 

Beyazlar gidiş ve dönüş rotaları, pembeler ise alternatifler

Dalga yükseklikleri iki metreyi bulunca hızımız düşüyor ve Pendik’e ulaşmak yerine Heybeliada Çam Limanı’nda mı gecelesek diye düşünmeye başlıyoruz, iki saat daha erken kurtuluruz çalkalanmaktan. Ama bu ikinci seçenekte dalgayı tam kafadan alacağımız için, geç de olsa bildiğimiz bir limana varmayı yeğlemek zorunda kalıyoruz. Daha önce yaşadığımız bazı zor anlar nedeniyle, can yeleklerimiz neredeyse kıyıdayken bile hep üzerimizde olur. Rüzgâr daha da artıp 20 knotu (saatte mil olarak hız) bulunca, ek bir önlem olarak güvenlik kemerleriyle kendimizi tekneye bağlıyoruz. Teknenin tüm kontrolü güverteden (havuzluk deniyor) yapıldığı için hep açık havadayız. Sadık botumuz hala arkamızda, dalgaların üzerinde bir o yana bir bu yana zıplayarak bizi izliyor. Seyir fenerlerimizi yakıyoruz.

Gece bastırıncaya kadar, tekneyi çapraz olarak dalgalara bindirip indirerek hem serpintilerden korunuyorum hem de daha az çalkalanıyoruz. Ama gece olunca dalgayı seçme olanağı kalmıyor. Dalgayı çapraz alacak bir yön belirledikten sonra dümeni otopilota bağlıyorum. Ancak rüzgâr kuzey ile kuzeydoğu arasında gidip geldiği için, arada bir teknenin başı dalgaya dalıyor; ama hemen çıkıp suyu yarmayı sürdürüyor. Düşünüyorum; bu tekne bir yıl önce fırtınaya yakalandığımızda, 50 Knotu aşan rüzgârda, 3 metrelik dalgaların üstesinden gelmişti. Onun yanında bu deniz oldukça sakin sayılırdı. Ürküntü veren aslında gecenin karanlığı idi; kendi teknemizle ilk kez gece seyri yapıyordum; Çelen ise daha önce hiç gece seyri yapmamıştı.

Birden pus kalkmış olacak ki kentin ışıkları görünmeye başlıyor; moral veren bir manzara; çok yolumuz kalmadı duygusu da veriyor. Aslında daha üç saatlik yolumuz var. Adalar ise kapkaranlık, denize sırtını dönmüş yerleşmeler bunlar.  Hedefimiz Büyükada açığındaki Balıkçı Adası (Tavşan Adası). Tepesindeki ölü gözü fener, arkadaki kentin ışıkları arasında kayboluyor; kıyıdaki araba farları bile, bize yöneldiklerinde daha güçlü. Artık konumuz, açıkta onarım için tersane sırası bekleyen gemiler ki bunlar genellikle demirde olduklarını gösteren zorunlu ama çok soluk fenerleri dışında bir ışık yakmazlar. Zaten bu koyu renkteki gemiler gece karanlığında kendi ölü ışıklarından değil, arkadaki kent ışıklarının önünde beliren siluetleriyle bir gölge olarak fark edilebiliyor. Bu civarda daha önceleri dolaştığımız için, adaların hizasını geçmeden dalganın azalmayacağını biliyoruz.

17 saatlik bir seyirden sonra saat 23.00 de Pendik’teki marinaya bağlanıyoruz. Normalde seyir dönüşü tekneyi toparladıktan sonra arabamıza binip yarım saatlik bir yolculukla eve döneriz. Ama bu kez ne tekneyi toplayacak ne de kara yolculuğuna uyum sağlayıp araba kullanabileceğimiz bir durumda değiliz. Sallantı nedeniyle yerlere dökülen öteberiyi kenara itip, üzerimizi değiştikten sonra kafayı vurup uyumaya çalışıyoruz.

Ertesi sabah iş günü ruh haliyle erkenden ayaklanıyoruz. Tekneyi toparlayıp temizlemek, yıkamak için ikimizin de yedişer saat çalışması gerekiyor. Gereksiz eşyaları, kirlileri, çöpleri toparlayıp iskeleye ayak bastıktan sonra dönüp bembeyaz tekneye, Mergus’a bakıyorum: Bu iri yumurta kabuğuna, bizi o hırçın denizlerden geçirip buraya kazasız belasız ulaştırdığı için teşekkür ediyorum.














1 yorum:

  1. Sizinle gezmek; temiz hava ve deniz kokusu iyi geldi.
    Covid-19 Salgını 28 Şubat 2021 Pazar günü karantinasından firar etmiş gibiyim...
    Teşekkürler.
    Metin Karadağ

    YanıtlaSil