2 Mart 2014 Pazar

FARE GİREMEDİĞİ DELİĞE .......

16.02.2014, Güven Birkan

Yelken sevdalısı doktor Zafer Türkmen, denizcilik ile ilgili olarak kış ayları boyunca düzenlediği sohbet toplantılarının birinde, bizim de denizde yaşadığımız zor anlarımızı anlatmamızı istediğinde düşündüm:

O kadar tedbirliyiz ki, ciddi bir “zor an” yaşayamıyoruz. Bu sözüme bakıp da, sürekli olarak iskelede bağlı kaldığımızı düşünmeyin, tersine,  “zor an” yaşayalım diye denize çıka çıka, epeyce deneyim kazandık.

Tabii, eşim Çelen ile birlikte yaşadığımız zor anlarımız kendimize göre. Gerçek denizciler için gündelik sayılan durumlar, bizim için ciddi bir sorun olabiliyor, ya da biz o durumu soruna dönüştürmeyi becerebiliyoruz; maksat sorun yaşamaksa denizcilik bu iş için biçilmiş kaftan.

Ekim ayı Sığacık Körfezi’ndeki minik koylarda denize girmek için en uygun zaman. Deniz Yıldızı koyu bu mevsimde, özellikle hafta arası günlerde tam anlamıyla ıssız, tabii keçileri ve kuşları saymazsak; onların varlığı da sadece sesleri dolayısıyla anlaşılıyor. Kıyı, yer yer kumsal yer yer kayalık. Dalgaların kayalarla buluşmasından şırıl şırıl bir ses oluşuyor. Gözünüzü kapattığınızda kendinizi bir dere kenarında sanabilirsiniz; açtığınızda ise denizin ortasındasınız.
  



Çelen dümende koya giriyoruz; eşim teknenin otopilotu, onun sayesinde, yelken yaparken akülerin tükenmesini önlüyoruz; otomatik dümen düzeneği elektrikle çalıştığı için epeyce enerji tüketiyor. Ben demiri hazırladım, elime ırgatın kumanda cihazını alacakken, şeytanın dürtmesiyle, bu kez demir şamandırasını da atmaya karar verdim; uzun zamandır kullanmıyordum. Günün birinde gerçekten gerekli olduğunda ne yapacağımı unutmamış olmak için, hazır rahat bir ortam varken, denemekte yarar olacağını düşündüm.

Bimeyenler için açıklamak gerekirse, bu şamandıra, zincirin ucunda denize atılan çipanın diğer ucuna bağlı bir şamandıra. Su altındaki demirin bulunduğu yeri işaretlemeye yarıyor. Aynı zamanda da dibe takılıp gelmeyen demiri kurtarmakta da yararlanılıyor.

Demir şamandırası konusundaki bilgim, benim için  tamamen kuramsal, çünkü şimdiye kadar kullananı görmedim. Sadece kitaplarda rastladım. Ama en derin bilgiyi, denizcilikle ilgili bir internet sitesindeki dipsiz tartışmalardan edindim. Yine denizciliğe gönül vermiş bir başka tıp doktorunun önerisi,  açık renkli bir yüzer halatı, aynı amaçla, ucu şamandırasız  olarak kullanmak idi, üstelik de böylece bir yığın olası sorundan kurtulunmuş olacatı. Aslında demir şamandırasının en önemli yararının, koya daha sonra gelen teknelere, demir atmadan bağlanabilecekleri hazır bir tonoz sunmak olduğu, böylece şamandıra sahibi ile bağlanmak isteyenler arasında sorunlar yaşandığı da hep söylenir.

Ben yine de demirin yerini uzaktan da kolayca görmek için, halatın ucuna şamandıra bağlamakta yarar olacağını düşündüm ve iki yıl önce, tekne için ayırdığım bütçeden marina ücretini ödedikten sonra artan 7 lira ile fuarda ne alabilirim diye bakınırken bu kırmızı şamadırayı gördüm. 15 metre yüzer beyaz halatı da ertesi yılın fuar alışverişinde sağladım. Ama şu anda halat artık 8 metre; nedenini sonra anlatırım.


Biz koya dönelim:

Demiri 6 metre derinlikte atmaya karar verdik, ben baş tarafta bir elimde kumanda cihazı, bir elimde şamandıra, üçüncü elimle de Çelen’e işaret vermem gerekiyor; ne yana gideceği, ne zaman tornistan yapacağı konusunda üzerinde anlaştığımız el işaretleri var. Yumruk, “vitesi boşa al” anlamında, işaret parmağı yukarda, sağda ise “sancak yap” falan. Türkiye’de bu işi yapıyorsak, bu işaretlerin bazıları siyasi, bazıları ise ayıp anlamlar taşıdığı için, üzerine alınanlar var mı diye çevreyi de kolaçan etmek gerekiyor. Tabii ayrıca walky-talky türü elektronik haberleşme cihazlarımız da var, hem de iki takım; ama teknede o kadar çok alet edavat var ki, aynı anda bu kadar çok aleti kullanmaktansa el işaretlerini tercih ediyoruz.
 

Uygun noktaya geldiğimizde demiri salıyorum, şamadırayı de denize fırlatıyorum. Şamandıranın yüzer halatı, gidip zincire dolanıyor ve zincir şamandırayı dibe doğru çekmeye başlıyor. Demir 6 metrede dibe dokunmuş durumda, şamandıra da ondan iki metre yukarıda, böylece demiri yüzeye doğru çekmeye çalışıyor. Oysa o kadar dikkat ettim, şamandırayı rüzgar altına atmak için, ne oldu da aniden rüzgar bu şamandırayı zincire doğru itti?

Sığacık’taki koyların bir çoğunda şöyle bir özellik var:
Koydan içeri doğru giren iki vadi, karadan esen rüzgarı iki ayrı kanaldan dönüşümlü olarak üflüyor. Rüzgar kuzeyden esiyorsa, önce beş-on saniye kuzeybatı vadisinden, sonra dönüp kuzeydoğudan geliyor. Demiri atarken bu periyotları tutturamayınca şamandıra halatı zincire gelip dolanıyor.

Demiri ve şamadırayı geri alıp, kıyıdan uzaklaşıp yeniden denemeye karar veriyoruz. Bir tur atıp aynı noktaya ulaşıp yeniden deniyoruz. 6 metre derinliğe geliyoruz; Çelen’e yumruğu gösteriyorum, vitesi boşa alıyor tekne iyice yavaşlıyor ve ben zinciri salarken bir yandan da şamandırayı atmak için rüzgarın uygun anını bekliyorum, bu kez başarmakta kararlıyım. Bir kez atıyorum, o anda rüzgar dönüyor, toplayıp zincirin öteki yanına bırakıyorum.... Bu arada yumruğum hala havada olduğu için Çelen tornistana başlamıyor; ama bana derinliği söylemeye devam ediyor: , 5m, 4m, 3 m. Yani rüzgar tekneyi sürüklüyor. Ben kırmızı şamandıraya o kadar yoğunlaşmışım ki, Çelen’in sesi bir fon müziği etkisi yapıyor. Akıntı-rüzgar bileşeni sanki sadece şamandırayı etkilermiş gibi tekneyi tamamen unutmuş durumdayım; yumruğumun hala havada olduğunu da ancak o zaman farkediyorum, ani bir tornistan ile salmayı dipteki döküntülere sürtercesine kıyıdan uzaklaşıyoruz.

Yeterince antrenman yaptığımıza karar verip, huzur içinde şamandırasız bir demir atıp, Sığacık pazarından aldığımız ev yapımı bademli çörek eşliğinde kahvemizi içiyoruz.

Halatın boyunu 15 metreden 8 metreye indirmek için ise geçtiğimiz yıl Nergis Koyu’na gitmemiz gerekti.

Yüzer halatlı demir şamandırasını ilk kez deneyecektik. Son derece durgun bir havada koya ulaştık. Demiri atmaya başladığımızda, şamandırayı da suya salıverdik, ama boyunu kısaltmak için halatın bir kısmını roda edip (rulo yapıp) şamandıraya bağladık. Ancak bu amaçla hangi denizci bağını kullandığımı hiç hatırlamıyorum. Demir dibe ulaştığında, şamandıranın da demirin su üzerindeki izdüşümünde olması gerekirken, ortada öyle bir şey görünmüyordu.

Biz bu arada kaloma vermek (zinciri dibe sermek) üzere ağır ağır tornistan yapmaktayız.  İskelemizde, denizin üzerinde yüzen 2-3 metrelik bir beyaz halat gözüme çarptı, yer yer marin mavisine boyanmıştı. Halat bana hiç yabancı gelmedi, üzerindeki mavi de.

Yeterince kaloma verdiğimize karar verip; bosa kancasını zincire taktım; sesinde bir gariplik farkettiğim motoru stop ettik. Kafamızı kaldırdığımızda, kırmızı şamandıranın kıç tarafta, yavaş yavaş tekneden uzaklaştığını farkettik; halat da şamandırayı izleme eğiliminde; onun da ucu marin mavisi.
Boyu uzatılabilen teleskopik kakıçı kaptım, boyunu uzatmak için hızla çekince iki elimde birer sopaya dönüştü, yeniden iç içe geçirip uzanıp halatı yakaladım. “İyi ki yüzer halat takmışım şamandıraya” diye düşündüm. Ama acaba halat yüzmese daha mı iyiydi?

Tekneyi sipariş ederken öyle özel bir opsiyon talebim olmamıştı, ama pervaneden önce şafta muhakkak bir halat kesici takılmasında ısrarlı olmuştum. Demek ki halat kesici görevini yapmış, şamandıra halatı pervanenin etrafına sarılmaya kalkışınca halatı parçalara ayırmıştı.

Şinorkeli takıp daldığımda, beyaz halatın artanının, halat kesicinin arkasında şafta sıkıca sarılı olduğunu gördüm. Çekip çıkarmaya çalıştığımda, kalafat yapmak üzere şaft yuvasına tıkılmış gibi yerinden kıpırdamadı; pervanenin dönmesi böylece zorlaştırılmış olduğundan motorun da garip sesler çıkarması doğaldı. Bıçakla temizlemek yarım saat sürdü, on onbeş kez dalmam gerekti. İşi bitirdiğimde vücudumun çeşitli bölgeleri de marin mavisine boyanmıştı; teknenin altındaki zehirli boyanın rengine.

“Fare giremediği deliğe kuyruğuna kabak bağlayıp girmeye kalkışırmış” lafı insanlar için söylenmiş olsa gerek; tek fark bizim kabak kırmızıydı.