8 Eylül 2014 Pazartesi

SESSİZLİKTEKİ SESLER

Güven Birkan, 08.09.2014



Durgun bir gece, güvertede uzanmış gök yüzünü izliyorum; milyonlarca yıldız, arada bir de kayanlar var; ama hiç ses yok. Oysa görünen her şeyin bir de sesi olması gerektiği gibi bir düşüncem var; üstelik de böylesine kalabalık olunca. Gözümü kapıyorum, kalabalık yok oluyor. Ses yok, görüntü de yok, kafamda yarattığım çelişki ortadan kalkıyor.

Uzaktan küçük bir balıkçı teknesinin sesi geliyor: pata pata pata. Hiç rahatsız etmiyor; hoşuma bile gidiyor. Oysa, aynı motorun sesi bir kara aracından gelse, her halde müthiş sinirime dokunurdu.

Bir tıkırtı duyuyorum, sanki içeriden geliyor, inip dinliyorum; gerçekten de belli aralıklarla yinelenen tık tık tık diye bir ses; bir an için dehşete kapılıyorum, “yoksa fare mi?”. Bir fındık faresi her yere girer ve hiç bulamazsınız; o kocaman lağım farelerinden biri ise, hiç bulmasanız daha iyi; teknede insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri. Neden mi? Yakalayamazsanız huzursuz olursunuz, öldürmeye vicdanınız el vermiyorsa, yakalamanız bir işe yaramaz, özel bir kafese koyup sahile bırakmak gibi bir işlem için de uygun donanımınızın olması gerek.

Bir kaç yıl önceki bir anımı anımsıyorum: Arkadaşlarımızın bir kaç ay önce satın alıp, yeni yeni denizciliği  öğrenmeye başladıkları tekne ile Marmaris koylarından birinde demirdeyiz. Gece yarısı, benzer bir tık tık tık sesi ile arkadaşımızın eşi uyandı ve fare olmadığını kanıtlayıncaya kadar, teknenin kabinlerinde sökmediğimiz yer kalmadı; iş bittiğinde neredeyse sabah oluyordu.

Aslında tekne, kendi başına da ses yapabilen bir mahluk, en hafif bir harekette bir yerlerinden bir ses çıkıyor. Böyle küçük ve hafif teknelerde, denizin hareket etmesi de gerekmiyor, teknedekilerin hareketi yetiyor. Bu sesin ne olabileceği konusunda, bir süre önce izlediğim bir olay, konuya bir açıklama getiriyor  ve rahatlıyorum: limanda bağlı bir teknenin bordasının denizle birleştiği su kesimi çizgisi boyunca çepeçevre yerleşmiş olan deniz canlılarını, balıklar gelip yiyorlar; yerken de kafalarını belli bir ritm ile küt küt bordaya vuruyorlar; o ses içeriden tık tık diye duyuluyor olmalı.

Hafif  bir esinti çıkıyor; deniz de hemen karşılık veriyor, şıpır şıpır. Gece ilerlemiş durumda, ama yamaçlardaki keçiler sahura kalkmış olmalı, şıngır şıngır çıngırak seslerine arada bir melemeleri de karışıyor. Rüzgar artıyor, su da yanıt veriyor, artık kıyıdaki kayalarla oynaşan deniz, taşlardan sekerek akan ince bir dere sanki.

Rüzgar kuvvetlendi, keçiler kayboldu; şimdi artık direğe vuran halat sesleri tekneden tekneye atışıyor. Gözümü açarak dinliyorum, gözüm açık olursa sanki daha iyi duyacağım;  “acaba bizim halatlardan birini kasmak mı gerekiyor?” Hayır ses yakındaki tekneden geliyor.

Artık direkteki bayrak da pır pırıyla koroya katılıyor. Derken, gökyüzündeki ışıklı kalabalık bir anda örtülüyor; önce tek tük ama kocaman bir kaç damla, sonra da bardaktan boşalırcasına bir yağmur. Kabine giriyorum. Şimdi artık su damlalarının güvertede çaldığı trampetlerin sesi öteki seslerin hepsini örtmüş durumda. Müzik kâh hızlanıyor, kâh yavaşlıyor; sonra bir tekdüzelik kazanıyor; ninni gibi; uyumuşum.

Uzaktan gelen kuş cıvıltıları ile uyanıyorum; ne yağmur, ne yıldız, ne rüzgar; güneş doğmakta. Güverteye çıkıyorum; deniz ayna, gök yüzünden inen bir çift martı, aynayı çiziyor. Çevredeki yelkenlilerin birinden önce vızıltı gibi bir motor sesi, biraz sonra da ırgatın zinciri toplama şıkırtısı duyuluyor. Sessizce süzülüp koydan ayrılıyor; el sallıyorum, “güle güle”; yolu uzun olmalı.

Kabinden Çelen’in neşeli sesi çınlıyor: “Günaydın”; akşamdan beri duyduğum ilk insan sesi, ama doğaya hiç de yabancı değil.

Ve denizde mutlu bir gün başlıyor.

KAÇAMAYAN KAÇAKLAR


Güven Birkan,
08.09.2014

Üç gündür süren fırtına kesilir gibi oldu; Ağustos ayında, adını bilemediğimiz “programlı” fırtınalardan biri. “Yarın artık denize çıkabiliriz” diye düşündük. Ama aynı anda aklımıza “kaçaklar” geldi; batılıların çomakları ile yaşanmaz duruma gelen ülkelerinden, batıya kaçmaya çalışanlar, insanca yaşam arayışı içinde. Bu hava Yunan adalarına kaçak taşımak için de çok uygun, ama onlar herhalde sabahı beklemeyecekler, gecenin karanlığından yararlanmaları gerek.

Biraz ötemizde bağlı Sahil Güvenlik teknelerinde Gece yarısına doğru, bir hareket başlıyor. Belli ki denetime çıkacaklar. Teknelerin birinin motoru çalışıyor. Rüzgar hafiflemiş olsa da egzoz kokusunu tam üzerimize üflemeye yetiyor. “Bir an önce gitse de daha fazla zehirlenmesek” diye söyleniyoruz. O arada uyuya kalmışız.

İnsan sesleri ile uyanıyorum. Gün ağarmış. Dışarı çıkıp bakıyorum; tahminimiz doğru çıkmış; sahil güvenlik botu yanaşmış, sivil giyimli insanlar birer birer güvertede beliriyor. İlk görünen kaçak, yaşını belki henüz doldurmuş bir bebek; iri yapılı Afrikalı bir annenin kucağında; nedense önce bebeği fark ediyorum, o kocaman siyah anneyi değil. Güvertede dengede durmakta zorlanıyor bebeği, turuncu tişörtlü sahil güvenlikçiye uzatıyor; güvenlikçi, bebeği bağrına basıp, yandaki tekneye zıplıyor, sonra rıhtıma çıkıyor; bekliyor, anne de karaya ayak basınca bebeği teslim ediyor.

30-35 kişi çıkıyor o küçücük teknenin içinden. Çoğunun üzerinde can yelekleri var. Sahil güvenlikçiler onlara hem yardım ediyor, hem de denetim altında tutmaya çalışıyor. Hepsi tekneden inince sayım için, düzgün bir biçimde yere oturtuluyorlar. Çeşitli renkte insanlar var, büyük olasılıkla farklı kıtaların insanları, Avrupa hariç. Hangi dilden iletişim kurulduğunu anlayamıyorum, büyük olasılıkla bir kaç dil konuşuluyor. Sahil güvenlikçilerle birlikte dolaşmasından anladığım kadarıyla, kaçak kadınlardan biri konuşulanları çeviriyor; neceden neceye?

Bir cankurtaranın sahilde hazır tutulduğunu fark ediyorum; anne ile bebeği alıp gidiyor. Ötekiler sayım sonrası yükselen güneşten korunmak üzere hazırlanmış bir tentenin altındaki banklara oturup beklemeye başlıyorlar kendi aralarında fısıltıyla konuşarak. Günün ilerleyen saatlerinde bir otobüs gelip hepsini alıp götürüyor. Sahil Güvenlik personelinin rutin bir gece nöbeti, öğlene doğru sona eriyor.

Bu seferki gruptakilerin giyimlerinin çok düzgün olduğunu, eşyalarını sırt çantalarında taşıdıklarını fark ediyorum; sanki bir turizm acentesi kanalıyla bir araya gelmiş bir gezgin grubu görünümündeler. Bu seferki diyorum, çünkü her bir kaç ayda bir benzer bir olay yaşanıyor. Bazılarını tekneleriyle birlikte getiriyorlar, tekneler de burada rıhtımda birikip duruyor. Bu kaçaklar ülkelerine geri mi gönderiliyor? Sığınma hakkı veriliyor mu? Geri gönderildiklerinde ülkelerinde neler yaşayacaklar? Güçlükle toparladıkları paraları da kaçak tüccarlarına kaptırdıktan sonra onları nasıl bir gelecek bekliyor? Hiç bir fikrim yok. Tanrı sonlarını hayır eylesin.



30 Temmuz 2014 Çarşamba

GÖSTERGELERE SAKIN İNANMAYIN


Güven Birkan, 30.07.2014
Bu yıl yaz aylarında da Sığacık Körfezinde güneyli rüzgarlar esiyor. Biraz dalga kaldırıyor ama, deniz suyu geçmiş yıllara kıyasla daha ılık. Bir de koylara demirlediğimizde, dağlardan inen kuzey rüzgarlarının yaptığı gibi, tekneyi bir o yana bir bu yana savurmuyor.

İlk kez teknede yatılı olarak bir çifti konuk ediyoruz. Orhan Silier 40 yıldır, Ayşe Erzan ile 20 yıldır dostumuz.  Beylerbeyi’nde 6-7 yıl kadar komşuluğumuz da var. Yani, teknenin minik mekanlarında dostluğumuzu bozmadan 4-5 gün birlikte olacak kadar birbirimizi tanıyoruz.

Alıştırma olarak ilk gün Düverlik Koyu’na gitmek bize uygun göründü; akşama marinaya dönmek niyetiyle. Niyeti belirleyen teknedeki enerji kapasitesi: aküler 4 yılı doldurdu ve kısa sürede boşalıyorlar. Öyle ki yelken seyri yaparken otopilot kullanmıyoruz; buzdolabını çalıştırmıyoruz; demirledikten sonra, hidrofor çalışmasın diye hemen hemen hiç tatlı su kullanmıyoruz; navigasyon ve telsizi de kapatıyoruz. Bütün bu önlemlere karşın, akşam olup da demir alacağımızda, ırgat motoru kimi zaman zorlanıyor.

Neyse, güzel bir yelken seyrinden sonra koya demirledik. Burası, girişi dar, kendisi küçük, çevrede kayalara kazılı kalıntılar olan, üç tarafı hızla yükselen çam ve maki kaplı yamaçlarla çevrili sevimli bir koy. Bir bütün gün denize girdik, gazete kitap okuduk, sohbet ettik, kayalarla denizin şıpırtılı buluşmasını dinledik/izledik. İlk gün yemek işini, ev sahibi olarak biz üstlendik ve Kıbrıs usulü hellimli makarna yaptık; suyunu süzmeden makarna yapışımız takdir topladı; yanında salata ve soğuk içeceklerle öğleni geçiştirdik.



Akşam 19.00 sularında toparlandık, demir almak üzere hazırlığımız yaptık, marşa bastım, tık yok. Ama motor çalışmadan önceki o tiz düdük çalıyor: düüüüt. Bir elektrik sorunu olduğunu düşündüm; hemen akü geldi aklıma. Ayşe de, fizik profesörü olarak akü tanısını koydu. Elektrik tablosundaki göstergeye baktım, 13V yazıyor, yani göstergeye göre, aküde sorun yok. Zaten gün boyunca arada bir hep denetliyordum bu göstergeyi. Başka ne olabilirdi? Marş motoruna akın ulaşmıyor muydu acaba? Tekne firmasının her konuda bilgili ve deneyimli ustası Fahri Bey’i telefon ile aradım; akünün tamam olduğunu ama marşın basmadığını söyledim. Bana marş motoruna gelen kabloları tornavida ile birleştirerek motoru çalıştırabileceğimi söyledi. Denedim; yine tık yok, ama düüüt var.

Motorun en son bakımını yapmış olan marinadaki firmaya telefon ettim; çalışma dışı saatler olduğu için ustalara ulaşamayacaklarını ve başka türlü de zaten yardımcı olamayacaklarını söylediler; “ilgilerine” hayran kaldım. Marinadaki panton komşum Sedat Öztekin’i aradım; o anda marinaya giriyormuş,  “hemen geliyorum“ dedi; aynı pantondan tanıdığımız Fatih Türkkan’ı da aramamı önerdi; durumu uygun ise birlikte daha yararlı olacaklardı; motoru çalıştıramazlarsa yedekleyip götüreceklerdi Mergus’u. Her ikisi de, aynı zamanda, Gezgin Korsan forumundan sanal arkadaşlarım.

Fatih, Güzelbahçe’de oturuyor; yarım saat önce marinadan çıkmış ve tam evine ulaşmak üzereymiş. “Hemen dönüp marinaya gidiyorum” dedi.

Konuklarımız olmasa telaşlanmayacaktım ve ortalığı da bu kadar telaşa vermeyecektim. Ama koy lodosa açık, rüzgar ve dalga artarsa çok fazla sallanacağımızı düşünüp, sabaha kadar demirde kalma düşüncesini hemen ikinci plana attım. Ancak bu arada, akşama kadar esen rüzgar tamamen kaldığı (kesildiği)  için yelken ile gitme olanağımız ortadan kalkmıştı. Zaten 30 metre zinciri elle toplamak ve çok dar olan koydan yelken ile çıkmak da güç ve maharet isterdi. Lastik bot vardı, ama motoru yoktu; olsa, tekneyi koy dışına onunla çekmek ve hatta yavaş yavaş marinaya dönmek söz konusu olabilirdi, ancak en azından benim kadar deneyimi olan ikinci bir kişinin daha teknede bulunmuş olması koşuluyla.

Kıyıya çıkmanın da bir yararı yoktu, çünkü kıyıdan bir karayoluna ulaşmak için saatlerce yürümek gerekiyordu. Bu koyların çekiciliği, karadan ulaşılamayışın sağladığı sükunetten kaynaklanıyordu. Sükunet güzel de, her güzelin bir kusuru olabiliyor işte.

Yine de bu arıza ile, böyle rüzgarsız bir havada denizin ortasında karşılaşmadığımız için şanslıydık; çünkü o durumda teknenin nereye sürükleneceği belli olmazdı; açık denize sürüklense pek sorun değil de, kıyıya gidip kayalara bindirirse hoş bir durum olmazdı. Tabii her zaman Sahil Güvenlik seçeneği vardı; ama onların sorumluluğu, tekneyi değil, içindekileri kurtarmaktan ibaretti;  zaman zaman tekneyi yedekleyip kıyıya çektiklerini de duymuştum.

Sedat-Fatih ekibi, yarım saat sonra telefon ettiler, yola çıkmışlardı. Artık hava kararmaya başlamıştı. Güvende olma duygusuyla gerilimim epeyce azalmıştı. Birbuçuk saatlik bir yol katedeceklerdi. Tahmin ettiğim gibi, 21.00 sularında karanlığın içinden Nil teknesinin silueti belirdi. Yaklaşınca üç insan gölgesi fark ettik; Sedat Bey’in eşi Nil Hanım da katılmıştı “kurtarma ekibi”ne; her zaman gülümseyerek moral veren ifadesiyle.
Yedekleme için halatları hazırladıkları görülüyordu; ama önce Fatih “motora bir göz atayım” diyerek Mergus’a sıçradı. Öztekin çifti, demir atmak yerine, Nil ile çevremizde tur atmaya başladı. Fatih Türkkan, bir lamba yardımıyla aküleri denetlendi; motor aküsü, kutuplarına kablo ile dokundurduğu ampulü ölü gözü gibi yakabildi. Teknede takviye kablosu bulundurmadığım için servis akülerinden biri ile motor aküsünün yerini değiştirmek gerekti. Motor çalıştı. Ama bu basit operasyon bile bir saate yakın sürdü.

Nil önde, Mergus arkada yola koyulduk. Fatih Türkkan her ihtimale karşı bizimle geldi. Çok güzel bir gece, yıldızlarla bezenmiş, pırıl pırıl gök yüzü, dümen suyunda parıldayan yakamozlar. Güvende olmanın huzuru.
Denizcilerin sosyal paylaşım sitesi Gezgin Korsan’da olayı özetlediğimde; karşılaştığım arıza, “üç beş dakikada çözülebilecek türden” basit bir sorun olarak yorumlandı; standart bir denizci için buna “arıza” bile denmezdi, demek ki. Aynen öyleydi. Ama önce göstergelere inanmaktan vaz geçmem gerekiyordu; telefon ettiğim herkes önce aküyü sordu, ben de “aküde bir sorun yok, gösterge 13v gösteriyor” dedim. Ama hiç kimse de bana “göstergelere inanma” demedi.

Bu olay bana yıllar önce yaşadığım başka bir deneyimi anımsattı:

Çalıştığım inşaat firması, Köyceğiz’in Ekincik Körfezi’nde bir marina inşaatına karar verdi ve inceleme için üç kişilik bir ekip oluşturdu. Bir mimar arkadaş  ve bir deniz yapıları tasarımında uzman profesör Ali Rıza Günbak ile birlikte Köyceğiz’in tek oteline yerleştik. Her gün Ekincik’e gidip denizde ve karada ölçümler yapıyoruz; akşamları da duş alıp erkenden yatıyoruz; oturup sohbet edecek kadar bile mecalimiz kalmıyor.

Son gün mimar arkadaşımız Ekincik’den otele dönerken, “bu ne biçim otel, bir sıcak su bile akmıyor, hep soğuk duş yaptım” diye yakındı. Bu arkadaşımız, fakülteyi bitirir bitirmez çalışmak için Almanya’ya gidip 20 yıl kadar orada yaşayıp emekli olduktan sonra kesin dönüş yapmış, bu arada tam bir Alman kafasına sahip olmuştu. Ali Rıza ile birbirimize baktık ve “biz her akşam sıcak su ile duş yapıyoruz, nasıl olur?” dedik. Birlikte onun odasına gidip duşun sıcak musluğunu  açtık; gerçekten soğuk su aktı; ama öbür musluğu açınca sıcak su geldi; muslukları ters bağlamışlardı. Almanya’da o yıllarda, her hangi bir inşaatta böyle bir durum olsa şantiyenin görevli mühendisini belki de cezalandırırlardı. Şimdilerde onlar da Türkleşti, tren kazası bile yapabiliyorlar.

Hadi o arkadaş Alman terbiyesi almıştı da o nedenle öteki musluğu açma seçeneğini düşünememişti; peki bana ne oluyor da göstergelere bu kadar inanıyorum. Bundan sonra söz, teknenin göstergelerindeki hiç bir veriye inanmayacağım. Anladım ki tekne yapımcımız Fransızlar da Türkleşmiş. Henüz Avrupa Birliği’ne girmeden kültürümüzle Avrupa’yı fethettik. Aferin bize.


22 Nisan 2014 Salı

DENİZE BAKIP ARSA GÖRMEK

Güven Birkan

Kadıköy’den vapura bindim, yan tarafta açıkta oturdum, Karaköy’e geçiyorum. Hafif bir lodos, ılık bir güneş. Tam emeklilerin aylak aylak seyahat edeceği hava. Yanımdaki ileri-orta yaşlı (yani 70’ine merdiven dayamış) yol arkadaşıma korkarak “merhaba” diyorum. Korkumu besleyen şey, deneyimlerim; bir çok zaman karşılıksız kalıyor bu büyük kent içi selamlaşmalar, elinizi uzatmışsınız da boşta kalmış gibi bir durum. Ama daha ağzımı açarken, adamın da selam vereyim diye gözümün içine baktığını farkediyorum.

Avcılar’da oturuyormuş ve yirmi yıldır vapura ilk binişiymiş; 65 yaş üstü emeklilere toplu taşınımın ücretsiz olmasından yararlanarak hem denizin tadını çıkarmak, hem de kentin uzun zamandır görmediği semtlerini gezmek istemiş.

Karşı kıyıya doğru bakıp, Kadıköy’den Avcılar’a deniz yoluyla ulaşmanın ne kadar kolay olacağını konuşuyoruz. Üstelik de, yol ya da tünel inşa etmek için dünyanın parasını harcamaya gerek olmadığını, denizin kendisinin zaten hazır bir yol olduğunu karşılıklı olarak dile getiriyoruz. “Ve işte bizim yanıldığımız nokta da burası” diyorum, “inşaat için birilerine para aktarılmayacak ve karşılığında da nemalanılmayacak olduktan sonra o iş neden yapılsın?”.

Vapurdan inip birbirimizi uğurluyoruz. Ben Mimarlar Odası Çevresel Etki Değerlendirme Danışma Kurulu toplantısına gidiyorum. Gündemdeki konulardan biri Yenikapı dolgu alanı ve lastik tekerli araçlar için inşa edilmekte olan tüp geçit. Bu her iki palansız ve yasa dışı “proje”nin Tarihi Yarımada’ya vereceği zararların, kent plancıları, arkeologlar, mimarlık tarihçileri ve hukukçular tarafından ele alındığı bilimsel bir toplantı.

Bu arada ilginç bir saptama yapılıyor, tarihi ve doğal çevreyi korumakla görevli kurulların, denizin içi ile ilgili karar alma yetkileri bulunmuyormuş; demek ki oraya “kaptan paşa “ karışıyor. Her konuda karar verici bu “paşa”nın da kim olduğu malum. Bizim toplumumuz için deniz, üzerine ya da altına inşaat yapılacak bir ortam olarak değer kazanıyor. Yani bir tür boş arsa, doldur doldur kullan, üstü yetmez ise, altını da kullan.

Toplantı bitiminde meslektaşlarla Kadıköy’e dönerken, hızımızı alamayıp Tarihi Yarımada’yı rahatsız etmeyecek ulaşım olanaklarını değerlendiriyoruz.  Arkadaşlar bu yap-işlet-devret projelerinin devlete (yani biz vergi ödeyenlere) bir yük getirmediği savının gerçeği yansıtmadığını, işi üstlenen firmanın aldığı krediler nedeniyle Hazine’nin yükümlülük altına girdiğini, her hangi bir aksamada zararın bizlerin cebinden ödeneceğini anımsatıyorlar. Üstelik de benzer ihale sözleşmelerinde olduğu gibi, tüp geçitten parasını ödeyerek (sanırım oto başına 10TL gibi bir ücret) yeterli sayıda araç geçmez ise sözleşmede belirtilen araç sayısı ile aradaki farkın, bu araçlar geçmiş gibi devlet tarafından firmaya ödeneceği de dile getiriliyor.

Bu durumda, Avcılar’a denizden yolcu taşınması, ya da diyelim ki Tuzla’dan Ambarlı’ya feribot ile araba taşınması gibi düşünceler, şimdiden çöpe atılmış oluyor. Ama tüpün iki ucundan yer yüzüne çıkacak araçlar, gidecek yol bulamadığında, tüpün içinde bekleme eziyetini anlatan yok; oysa iki uçtaki trafik zaten şimdiden yürümüyor. Yürütmek için yolları iki katlı yapmak gerektiğinde, onun da parası bizden çıkacak.

Bu arada, rıhtımdaki yolcu gemilerine bakıyoruz; İzmir’e işleyen feribotlardan söz açıyoruz; her sorduğumuzda “yer yok” yanıtı aldığımız halde, sefer sayılarının artırılmayışının nedenlerinden ve Körfez geçişli İzmir otoyolu projesinin maliyetinden söz ediyoruz.

Birden aklıma Karadeniz Postası geliyor. Sanırım artık Karadeniz kıyılarına denizden ulaşım söz konusu değil; zaten o olanak devam etseydi, Karadeniz sahil yolu en azından şimdilik gerçekleşmiş olmazdı, ya da kara ulaşımı kıyıdan değil, mühendis ve plancıların önerdiği üzere geriden, dağların ardından geçirilip, kıyı yerleşimlerine inen karayolları ile gereksinim karşılanırdı.

Sualtı Gazetesi'nden alıntı

Karadeniz Postası’nın aklıma gelişi, bir Trabzon yoculuğu nedeniyle. Ailece İstanbul’dan Karadeniz Postası’na bindik, Trabzon’a, teyzemleri ziyarete gidiyoruz. Dört yaşındayım. Benden iki yaş büyük ağabeyim ile birlikte gemini altını üstüne getiriyoruz; girip çıkmadığımız yer kalmıyor; müthiş bir özgürlük  ve  ilginç bir ortam. Geminin baş tarafındaki ambarlara koyunların yüklendiğini görmüşüz. Güverteye de saman balyaları yığılmış; yol boyunca onların beslenmesi gerek. Bu görevi her nedense ben üstlenmişim; tam insanların yemek saatinde, ortalıktan el etek çekilmesini bekleyip, samanları avuçlayıp, en yakındaki manikaya koşup, heyecanla aşağı atıyorum. Manika ile balyalar arasında telaşlı bir gidiş geliş başlıyor; bir, bir daha, bir daha.... Ta ki, garsonlardan birinin bana doğru koştuğunu fark edinceye kadar. O manikanın alt ucunun, yolcu yemek salonuna ulaşacağı kimin aklına gelir ki? Ama sayemde, insanlar da koyunların menüsünden tatmış oldular.


17 Nisan 2014 Perşembe

Özkan Gülkaynak bir klasik tekneyi yaşama döndürüyor

Kayıtsız'a bir kardeş geliyor. Teos Marina'da bağlı duran bu iki teknenin yanından duraksamadan geçemiyor insan; her ikisinin de öyle sessiz durduklarına bakmamak gerek, anlattıkları öyle çok şey var ki; sadece seyretmek bile insanı heyecanlandırıyor. Özkan Gülkaynak'ı, antika sayılabilecek ikinci kardeşi yaşama döndürmek için sabırla çalışırken görmek, ek bir ayrıcalık.

İki kardeş, marinanın görece sakin olan kuzey ucunda, wc-duş-mutfak biriminin hemen önündeki rıhtımda yan yana bağlı. Böylece, bu hizmetlere ulaşmak için zaman kaybı önlenmiş durumda.

Ancak,  tuvaleti ya da duşları ziyarete gelen herkesin, kendisiyle iki çift laf etmeden geçememesi nedeniyle, Gülkaynak, bu yer seçimiyle kazandığı zamanın belki de kat kat fazlasını kaybetmekte. Bu durumdan ne kadar hoşnut bilemeyiz, ancak ayırdığı her dakika benim gibi amatörler için mutlu bir kazanç.



2 Mart 2014 Pazar

FARE GİREMEDİĞİ DELİĞE .......

16.02.2014, Güven Birkan

Yelken sevdalısı doktor Zafer Türkmen, denizcilik ile ilgili olarak kış ayları boyunca düzenlediği sohbet toplantılarının birinde, bizim de denizde yaşadığımız zor anlarımızı anlatmamızı istediğinde düşündüm:

O kadar tedbirliyiz ki, ciddi bir “zor an” yaşayamıyoruz. Bu sözüme bakıp da, sürekli olarak iskelede bağlı kaldığımızı düşünmeyin, tersine,  “zor an” yaşayalım diye denize çıka çıka, epeyce deneyim kazandık.

Tabii, eşim Çelen ile birlikte yaşadığımız zor anlarımız kendimize göre. Gerçek denizciler için gündelik sayılan durumlar, bizim için ciddi bir sorun olabiliyor, ya da biz o durumu soruna dönüştürmeyi becerebiliyoruz; maksat sorun yaşamaksa denizcilik bu iş için biçilmiş kaftan.

Ekim ayı Sığacık Körfezi’ndeki minik koylarda denize girmek için en uygun zaman. Deniz Yıldızı koyu bu mevsimde, özellikle hafta arası günlerde tam anlamıyla ıssız, tabii keçileri ve kuşları saymazsak; onların varlığı da sadece sesleri dolayısıyla anlaşılıyor. Kıyı, yer yer kumsal yer yer kayalık. Dalgaların kayalarla buluşmasından şırıl şırıl bir ses oluşuyor. Gözünüzü kapattığınızda kendinizi bir dere kenarında sanabilirsiniz; açtığınızda ise denizin ortasındasınız.
  



Çelen dümende koya giriyoruz; eşim teknenin otopilotu, onun sayesinde, yelken yaparken akülerin tükenmesini önlüyoruz; otomatik dümen düzeneği elektrikle çalıştığı için epeyce enerji tüketiyor. Ben demiri hazırladım, elime ırgatın kumanda cihazını alacakken, şeytanın dürtmesiyle, bu kez demir şamandırasını da atmaya karar verdim; uzun zamandır kullanmıyordum. Günün birinde gerçekten gerekli olduğunda ne yapacağımı unutmamış olmak için, hazır rahat bir ortam varken, denemekte yarar olacağını düşündüm.

Bimeyenler için açıklamak gerekirse, bu şamandıra, zincirin ucunda denize atılan çipanın diğer ucuna bağlı bir şamandıra. Su altındaki demirin bulunduğu yeri işaretlemeye yarıyor. Aynı zamanda da dibe takılıp gelmeyen demiri kurtarmakta da yararlanılıyor.

Demir şamandırası konusundaki bilgim, benim için  tamamen kuramsal, çünkü şimdiye kadar kullananı görmedim. Sadece kitaplarda rastladım. Ama en derin bilgiyi, denizcilikle ilgili bir internet sitesindeki dipsiz tartışmalardan edindim. Yine denizciliğe gönül vermiş bir başka tıp doktorunun önerisi,  açık renkli bir yüzer halatı, aynı amaçla, ucu şamandırasız  olarak kullanmak idi, üstelik de böylece bir yığın olası sorundan kurtulunmuş olacatı. Aslında demir şamandırasının en önemli yararının, koya daha sonra gelen teknelere, demir atmadan bağlanabilecekleri hazır bir tonoz sunmak olduğu, böylece şamandıra sahibi ile bağlanmak isteyenler arasında sorunlar yaşandığı da hep söylenir.

Ben yine de demirin yerini uzaktan da kolayca görmek için, halatın ucuna şamandıra bağlamakta yarar olacağını düşündüm ve iki yıl önce, tekne için ayırdığım bütçeden marina ücretini ödedikten sonra artan 7 lira ile fuarda ne alabilirim diye bakınırken bu kırmızı şamadırayı gördüm. 15 metre yüzer beyaz halatı da ertesi yılın fuar alışverişinde sağladım. Ama şu anda halat artık 8 metre; nedenini sonra anlatırım.


Biz koya dönelim:

Demiri 6 metre derinlikte atmaya karar verdik, ben baş tarafta bir elimde kumanda cihazı, bir elimde şamandıra, üçüncü elimle de Çelen’e işaret vermem gerekiyor; ne yana gideceği, ne zaman tornistan yapacağı konusunda üzerinde anlaştığımız el işaretleri var. Yumruk, “vitesi boşa al” anlamında, işaret parmağı yukarda, sağda ise “sancak yap” falan. Türkiye’de bu işi yapıyorsak, bu işaretlerin bazıları siyasi, bazıları ise ayıp anlamlar taşıdığı için, üzerine alınanlar var mı diye çevreyi de kolaçan etmek gerekiyor. Tabii ayrıca walky-talky türü elektronik haberleşme cihazlarımız da var, hem de iki takım; ama teknede o kadar çok alet edavat var ki, aynı anda bu kadar çok aleti kullanmaktansa el işaretlerini tercih ediyoruz.
 

Uygun noktaya geldiğimizde demiri salıyorum, şamadırayı de denize fırlatıyorum. Şamandıranın yüzer halatı, gidip zincire dolanıyor ve zincir şamandırayı dibe doğru çekmeye başlıyor. Demir 6 metrede dibe dokunmuş durumda, şamandıra da ondan iki metre yukarıda, böylece demiri yüzeye doğru çekmeye çalışıyor. Oysa o kadar dikkat ettim, şamandırayı rüzgar altına atmak için, ne oldu da aniden rüzgar bu şamandırayı zincire doğru itti?

Sığacık’taki koyların bir çoğunda şöyle bir özellik var:
Koydan içeri doğru giren iki vadi, karadan esen rüzgarı iki ayrı kanaldan dönüşümlü olarak üflüyor. Rüzgar kuzeyden esiyorsa, önce beş-on saniye kuzeybatı vadisinden, sonra dönüp kuzeydoğudan geliyor. Demiri atarken bu periyotları tutturamayınca şamandıra halatı zincire gelip dolanıyor.

Demiri ve şamadırayı geri alıp, kıyıdan uzaklaşıp yeniden denemeye karar veriyoruz. Bir tur atıp aynı noktaya ulaşıp yeniden deniyoruz. 6 metre derinliğe geliyoruz; Çelen’e yumruğu gösteriyorum, vitesi boşa alıyor tekne iyice yavaşlıyor ve ben zinciri salarken bir yandan da şamandırayı atmak için rüzgarın uygun anını bekliyorum, bu kez başarmakta kararlıyım. Bir kez atıyorum, o anda rüzgar dönüyor, toplayıp zincirin öteki yanına bırakıyorum.... Bu arada yumruğum hala havada olduğu için Çelen tornistana başlamıyor; ama bana derinliği söylemeye devam ediyor: , 5m, 4m, 3 m. Yani rüzgar tekneyi sürüklüyor. Ben kırmızı şamandıraya o kadar yoğunlaşmışım ki, Çelen’in sesi bir fon müziği etkisi yapıyor. Akıntı-rüzgar bileşeni sanki sadece şamandırayı etkilermiş gibi tekneyi tamamen unutmuş durumdayım; yumruğumun hala havada olduğunu da ancak o zaman farkediyorum, ani bir tornistan ile salmayı dipteki döküntülere sürtercesine kıyıdan uzaklaşıyoruz.

Yeterince antrenman yaptığımıza karar verip, huzur içinde şamandırasız bir demir atıp, Sığacık pazarından aldığımız ev yapımı bademli çörek eşliğinde kahvemizi içiyoruz.

Halatın boyunu 15 metreden 8 metreye indirmek için ise geçtiğimiz yıl Nergis Koyu’na gitmemiz gerekti.

Yüzer halatlı demir şamandırasını ilk kez deneyecektik. Son derece durgun bir havada koya ulaştık. Demiri atmaya başladığımızda, şamandırayı da suya salıverdik, ama boyunu kısaltmak için halatın bir kısmını roda edip (rulo yapıp) şamandıraya bağladık. Ancak bu amaçla hangi denizci bağını kullandığımı hiç hatırlamıyorum. Demir dibe ulaştığında, şamandıranın da demirin su üzerindeki izdüşümünde olması gerekirken, ortada öyle bir şey görünmüyordu.

Biz bu arada kaloma vermek (zinciri dibe sermek) üzere ağır ağır tornistan yapmaktayız.  İskelemizde, denizin üzerinde yüzen 2-3 metrelik bir beyaz halat gözüme çarptı, yer yer marin mavisine boyanmıştı. Halat bana hiç yabancı gelmedi, üzerindeki mavi de.

Yeterince kaloma verdiğimize karar verip; bosa kancasını zincire taktım; sesinde bir gariplik farkettiğim motoru stop ettik. Kafamızı kaldırdığımızda, kırmızı şamandıranın kıç tarafta, yavaş yavaş tekneden uzaklaştığını farkettik; halat da şamandırayı izleme eğiliminde; onun da ucu marin mavisi.
Boyu uzatılabilen teleskopik kakıçı kaptım, boyunu uzatmak için hızla çekince iki elimde birer sopaya dönüştü, yeniden iç içe geçirip uzanıp halatı yakaladım. “İyi ki yüzer halat takmışım şamandıraya” diye düşündüm. Ama acaba halat yüzmese daha mı iyiydi?

Tekneyi sipariş ederken öyle özel bir opsiyon talebim olmamıştı, ama pervaneden önce şafta muhakkak bir halat kesici takılmasında ısrarlı olmuştum. Demek ki halat kesici görevini yapmış, şamandıra halatı pervanenin etrafına sarılmaya kalkışınca halatı parçalara ayırmıştı.

Şinorkeli takıp daldığımda, beyaz halatın artanının, halat kesicinin arkasında şafta sıkıca sarılı olduğunu gördüm. Çekip çıkarmaya çalıştığımda, kalafat yapmak üzere şaft yuvasına tıkılmış gibi yerinden kıpırdamadı; pervanenin dönmesi böylece zorlaştırılmış olduğundan motorun da garip sesler çıkarması doğaldı. Bıçakla temizlemek yarım saat sürdü, on onbeş kez dalmam gerekti. İşi bitirdiğimde vücudumun çeşitli bölgeleri de marin mavisine boyanmıştı; teknenin altındaki zehirli boyanın rengine.

“Fare giremediği deliğe kuyruğuna kabak bağlayıp girmeye kalkışırmış” lafı insanlar için söylenmiş olsa gerek; tek fark bizim kabak kırmızıydı.