18 Ekim 2012 Perşembe

“ÜÇ HAFTA İSTANBUL-BİR HAFTA SIĞACIK” PROGRAMI BU YIL İÇİN SONA ERDİ

 15.10.2012

Eylül-Ekim ayları, Seferihisar-Sığacık Körfezi’nde yelken yapıp denize girmek için en güzel zaman. Belki tüm Ege için durum aynıdır. Hava sıcaklığı 30º santigratın altında, su sıcaklığı 21 º santigratın üzerinde; rüzgar ise genellikle 20 knotun altında, ama yine de sinekleri kovacak mertebede; çoğu zaman kuzeyden esmeyi sürdürdüğü için de, koylarda rahatsız edici bir dalga yok. Okullar açılıp, yazlıkçılar el-ayak çektiği için de ortalık iyice sakin; hele hafta içi, koy başına bir tekne bile düşmüyor.

Bu sükûnet insana denizde huzur, karada ise hüzün veriyor; Sığacık’ın yazın cıvıl cıvıl olan merkezi, terkedilmiş bir havaya bürünmüş. Ancak hafta sonları biraz hareketleniyor. Kimi akşamlar, Seferihisar Belediyesi Gençlik Orkestrası, ortamı canlandırmak için, yaya bölgesi girişinde neşeli parçalar seslendiriyor. “Yaya bölgesi” dediysek, sonbahar ile birlikte, burada motorlu araçların yayaları hiçe sayarak fink atmasına herhangi bir itiraz olmadığını da belirtmem gerek. Bu arada merkezdeki yeşil alanın marinaya yakın bölümünde yazın kurulan geçici satış kulübeleri sökülünce, her iki taraf için de bir ferahlık oluştu; yeşil alan denize ve ardındaki yeşil sırtlara açıldı, marinadan bakınca da geniş yeşil alan ve ardındaki çarşı algılanır hale geldi. Belki de bu kulübelerin kuruluş yeri en baştan yanlış olmuştur.

Ekim ayının “Sığacık haftası”nda Ağabeyim Ertan da bize katıldı. Gündüzleri bizimle denize açılırken, akşamları, kıyıdaki Teos Pansiyon’un denize bakan odasının tadını çıkardı. Akşam üzerleri de, ya teknede huzur içinde, ya da çay bahçelerinin birinde üzerimize tırmanan kedi ve köpeklerle birlikte hafif bir şeyler atıştırdık; tatil yörelerinde insanlar, besledikleri kedi-köpekleri arkada bırakıp evlerine dönünce, hayvan-insan dengesi bozuluyor.

Akşam yemekleri bize biraz ağır geldiği için, hafif bir kahvaltıyı tercih ediyoruz. Sadece bir akşam (Cumartesi), Liman Lokantası’nın taze ve lezzetli mezeleri eşliğinde şişte dil balığı yeme mutluluğuna eriştik, Ertan’ın davetlisi olarak. Yemeğin sonunda biz talep etmediğimiz halde masamıza gelen meyve ve tatlı, “müesseseden” imiş meğer; işletici nasıl müşteri çekeceklerini biliyor doğrusu; lokanta tıklım tıklım dolu idi.

Lokantada, yıllardır görüşemediğimiz dostlarımız Tülay ve Erden Öney ile karşılaştık; İstanbul’da evlerimiz 15 dakika uzaklıkta ama, araya yılları sokarak ummadığımız bir yerde karşılaşıp seviniyoruz. Erden Bey’in Sığacık’a yerleşen kardeşini ziyarete gelmişler. Tülay, Çelen’in Devlet Planlama Teşkilatı’ndan ve de Çevre Müsteşarlığı’ndan çalışma arkadaşı. Artık böyle bir kuruluş da kalmadı, bir punduna getirip kapısına kilit vurmuşlar; anahtarın sesini bile duymadık; Başbakanlık Çevre Müsreşarlığı ise işlevsiz bir Bakanlığa dönüştü. Erden Bey ‘e gelince, , benim Oyak’da çalıştığım yıllarda, bu kuruluşun yönetim kurulu üyesi idi, üniversite kontenjanından. Artık Oyak diye bir kuruluş var ise bile sesi sedası çıkmıyor; bankası da satmış durumda, bildiğim kadarıyla, hisselerin büyük kısmını Yunan kilisesi satınalmış durumda.

Teknede ilk bebek

Bize bu lokantayı tavsiye eden Serkan Bey, Sığacıktaki Atlantis tatil köyü’nde müdür ve Çelen’in yakın arkadaşı öğretmen-çevirmen-yazar Sevim Hanım’ın oğlu; eşi Lara ve dokuz aylık kızı Mia ile birlikte tatil köyünde yaşıyor. Eylül ziyaretimizde, bizi bir akşam Atlantis’e yemeğe davet ettiler. Doğaya zarar vermeden, zeytin ağaçları arasına serpiştirilmiş binalardan oluşan bu tesiste, turlar aracılığıyla gelen konuklara çok makul bir fiyatla tatil yapma olanağı sağlanıyor imiş. Kasım ayı sonuna kadar da tam dolu oluşu, konukların rüzgarlı hava ve serin denize karşın burayı sevdiklerini gösteriyor.

İki gün sonra da biz Serkan Bey ve ailesini, tekne ile Sığacık koyunda ağırlama olanağını bulduk. Böylece ilk kez teknemize bir bebek konuk oldu. Doğaldır ki teknede ona uygun bir can yeleğimiz yoktu. Ama zaten o da henüz emekleme aşamasında idi; ilk kez o gün ayağa kalkıp adım atmaya çalıştığını sanıyorum; teknenin sallantısı iyi geldi her halde. Havuzlukta kâh kucaklarda, kâh yerde emekleyerek vakit geçirdi; uykusu gelip mızıldanmaya başlayınca, kabine yerleştirdikleri arabasına yatırdılarsa da pek uyumaya yanaşmadı; ne de olsa ilk tekne yolculuğunun heyecanını yaşıyordu.


O gün konuklarımıza Kıbrıs usulü hafif bir şeyler hazırlıyoruz: lop yumurta takviyeli, taze börülce-kabak salatası (haşlayıp, sıcakken üzerlerine zeytinyağı limon karışımı ekliyoruz) ve rendelenmiş hellim kuru nane karışımı dökülerek servis yapılan makarna. Serkan, ayrıca kolları sıvayıp güzel bir salata yapıyor; ne de olsa turizmci, elinden her iş geliyor.

Balık avı mevsimi açıldı

Bu sonbahar akşamlarında, karada herkes, erkenden evlerine çekilirken, denizde bir hareket başlıyor: av mevsiminin açılmasıyla denize açılan büyük balıkçı tekneleri, her akşam neredeyse aynı saatte, ard arda rıhtıma yanaşıp, günün kısmetini, kasalarla soğutulmuş kamyonlara boşaltıyorlar. Ertesi sabah erkenden bu balıklar, büyük kentlerin balık hallerinde toptan satışa sunulurken, aynı tekneler çoktan denize açılmış oluyor. Ülke çapında tıkır tıkır işleyen bir düzen kurulmuş. Bunun değerini bilmemiz gerek. Örneğin Cezayir’de yaşadığımız 80’li yıllarda, balık almak için, başkentteki bir balıkçıya değil, günün belli bir saatinde, bir saat uzaklıktaki Cemile adlı bir balıkçı köyüne gitmemiz gerekiyor idi. Ama itiraf etmeliyiz ki, yaşamımızdaki en iri barbunları da orada yeme fırsatımız oldu.

Sığacık’ın yerlisi bir balıkçı, bu büyük teknelerin sahiplerinin hep Karadenizli olduğunu söylüyor. “Öyleyse sadece tayfalar mı buralı?” diye sorduğumuzda, “buranın insanları böyle sabahın köründe denize açılacak kadar kendilerini sıkıya sokmazlar” yanıtını alıyoruz. Yani, bu büyük teknelerde çalışanlar da Karadenizli imiş.

Yine de Sığacık ahalisi, küçük balıkçı tekneleriyle, gece gündüz açılıp olta ile balık avlıyor ve Su Ürünleri Kooperatifi’nin satış yerinde sabahları mezata sunuyorlar. Teknedeki düzenimiz uygun olmadığı için, mezattan balık alıp pişirmiyorsak da, mezatı zaman zaman izlemeyi seviyoruz; böylece İstanbul balıkçılarında daha önce görmediğimiz bazı balıklarla tanışma fırsatımız oluyor. Mezattaki fiyatlar, İstanbul’dakilere yakın ama balıkların tazeliği fark yaratıyor. Zaman zaman bazı balıkların çok ucuza gittiği de oluyor; geçenlerde iki kilosu 10 liraya satılan kolyosu, üç gün sonra İstanbul’da kilosu 20 liraya görünce, tutan balıkçılar adına üzüldüm doğrusu.

Ekim: Yılın en güzel denizleri

Ağabeyim Ertan, Mergus’a sadece bir kez Pendik’te iken binmiş ve bizimle Adalar’a kadar kısa bir seyir yapmış idi. Bizim Sığacık haftalarını anlatan notlarımızı okuyup bu yaşamın tadına bakmayı uzun süredir arzuluyordu. 5  Ekim Cuma günü, İstanbul’dan hava+kara yoluyla Sığacık’a ulaşmamız yarım günümüzü aldı. Ertan’ı Teos Pansiyon’a bırakıp tekneyi yıkadıktan sonra, marinadaki “Pier Kafe” de buluşup, güzel bir pizza yedik.  Vaktin akşama yaklaşmasına ve rüzgarın 20’li knotlarda esmekte oluşuna aldırmadan denize açıldık. Zaman zaman 25 knota yükselen rüzgar, aslında bizim yelkenlere camadan vurmamızı (küçültmemizi) öğütlüyordu ama yanlışlıkla her iki yelkeni de sonuna kadar açmış bulunduk.  İyice bayılan (yan yatan) tekne ile körfezde bir saate yakın seyir yaptıktan sonra dönmeye karar verdik; ancak yelkenleri kapamakta epeyce güçlük yaşadık; rüzgarın hızı ile acemiliğimiz birleşince, tekne bir kaç kez kendi çevresinde tur attı, sonunda tekneyi rüzgara yönelik tutmayı başardık ve yelkenleri indirdik.

Çelen ve Güven Kokar'da

 Bu deneyimden sonra, Ertan’ın ertesi gün yine kuvvetli esen rüzgarı farkedince, yan çizeceğini düşünürken, sabah teknede hazır bulunduğunu görünce, bu tür akrobasilerle gözünü korkutamayacağımızı anladık(!). Hiç değilse denize girerken sakin bir ortamda olalım diye Kokar’a gitmeye karar verdik; Sığacık Körfezi’nin en korunaklı koyuna. Güzel bir yelken seyri ile koya ulaştık, nedense şimdilik kimsenin çekip götürmediği iki kırmızı şamandıradan birine bağlandık. Girdiğimiz su, ilk kez bizi ürpertmedi; yaz boyunca girdiklerimiz ile kıyaslarsak. Ama Ertan için oldukça soğuk sayılırdı, yine de suyun berraklığına ve renginin çekiciliğine dayanamadı.

Deniz kıyısında sebze kürü

Üçüncü gün (Pazar) Sığacık pazarını ziyaret günümüz idi. Taze börülce, bamya, kabak, salatalık vb sebzelerle sırt çantamızı doldurup Mergus’a döndük; biraz da tatlı-tuzlu hamur işi aldık, akşam çayımız için. Herkes deniz kıyısında balık yemeyi düşler, biz Sığacık’a gelince beş günlük bir sebze kürüne giriyoruz; Ertan da bu durumdan memnun görünüyordu. Bamya ve börülce gibi ayıklaması zaman alan sebzeler, sohbet ederek vakit geçirmeye ayrıca yardımcı oluyor. Çelen, alınan sebzeleri, marinanın mutfağına taşıyıp yıkadıktan sonra yine tekneye taşıyarak da zamanını “değerlendiriyor”.

Mandalinalar henüz tam olgunlaşmamış, yine de aroması için alıp yüzümüzü ekşiterek yiyoruz. İncir mevsimi geçmiş, tek tük satılıyor. Domateslerin tadı, marketten aldıklarımızdan pek farklı değil, çocukluğumuzun domatesini anılarımızda yaşatıyoruz. Uzun saplı yaprakları ile birlikte satılan kerevizler, aslında salataya uygun değil, bunlar bildiğimiz kök kerevizi; sapları fazla lifli ve yaprakları çok sert; ama görünüşleri çok güzel.

Hamur işlerine gelince: Sığacık’ta Üniversiteli adını almış bir fırın var idi, her an taze ürünler çıkartan (közlenmiş patlıcan ve biber gibi sebzeler de dahil); belediye ile, yeşil alanda kendilerine yer tahsisi konusunda ortaya çıkan bir anlaşmazlık sonucu işletici burada hizmet vermekten vaz geçmiş ve fırın kapanmış. Sığacık’taki tatilciler için bir kayıp, bizim için ise, kilo yapan yiyeceklerin hiç değilse bir bölümünden kurtulma şansı. Pazar günleri, Sığacıklıların ve çevredeki köylerde yaşayanların evlerinde hazırlayıp pazara satmaya getirdikleri hamur işleri tercih edildiği için, Üniversiteli Fırını, daha çok hafta içi günlerde iş yaparak ayakta durmaya çalışıyor imiş; ama sadece satış yaparak değil, müşteriye masalarda da hizmet vererek sürümünü artırmak istemiş; ancak önündeki yeşil alandaki tesisi, belediye başkasına kiralayınca işletici de Sığacık’a küsmüş.

Bu kez ekmeğimizi, çarşı içindeki geleneksel yöntemle harika ekmekler yapan fırından aldık. İlk sabah taze ekmekle kahvaltımızı yapıp, sonraki günlerde kızartarak yiyoruz. Zaten bir hafta boyunca, iki ekmek bize yetiyor da artıyor bile. Artanları ufalayıp denize attığımızda, merinanın minik balıkları üşüşüp bunları didiklemeye başlıyorlar; karbonhidrat ağırlıklı beslenmenin sakıncalarından henüz haberleri yok.

Ağabeyim Ertan, sabahları Teos Pansiyon’da kahvaltısını yaptıktan sonra günün proğramına katılmak üzere marinaya geliyor. Rüzgarın ılımlı estiği bir sabah biz de pansiyondaki kahvaltıda kendisine katıldık. Pansiyonun konumu olağanüstü, neredeyse denizin kıyısında. Ancak rüzgarlı günlerde, önündeki bahçede oturup bir şeyler yemek, her baba yiğidin harcı olmasa gerek.

Düverlik koyu

Ertan ile bir gün Papaz Boğazı koyuna, son gün de Çamcaz koyuna gidip denize girdik. Onun bize katılmayıp yüzme havuzunu tercih ettiği bir gün de, Sığacık Körfezi’nin en batısındaki Düverlik koyuna demirledik; öteki adıyla Merdivenli Koy’a (38º 12’K  26º 38’D). Kuzeyde bir kumsal ile son bulan, iki yanda ise kayalık bir kıyının denizle buluştuğu bu koy, ancak bir kaç tekneyi aynı anda barındıracak büyüklükte. Batı yakasında, kayalara oyulmuş ve denize kadar inen antik merdivenler, doğuda ise yamaçta dikkati çeken kimi duvar kalıntıları ile, Sığacık Körfezi’ne açılan öteki koylardan daha ilgi çekici.

Yakın köylerdenlermiş.Tekne kiralayıp, Düverlik Koyu'na denizden gelmişler; ağacın altına kamp kurmuşlar; birkaç gün kalacaklarmış; sahile yüzerek ulaştığımızda bizi çaya davet ettiler. Bir yandan, dağlardan bazı bitkiler topluyorlar, bir yandan da denizin tadını çıkarıyorlar (!).

 “Düver” sözcüğü, yapılarda kolon ve kiriş olarak kullanılan kalın ağaç anlamı taşıyor imiş.  Geçmiş yüzyıllarda, üç bir yanında yükselen ormanlardan elde edilen tomrukların, adalardaki inşaatlarda kullanılmak üzere kesilip teknelere yüklendiği bir liman olarak işlev üstlendiği için, koyun bu adı aldığı söyleniyor; şimdilerde ancak çok yukarılarda ağaçlık bölgeler kaldığı görülüyor, kıyıya yakın yamaçlar ise makilik, ama yine de yemyeşil.

50-60 metre aralıklı üç ayrı noktada kayalara oyulmuş basamaklar dikkati çekiyor.
 
Marinada mevsim dışı yaşam

Teos Marina her zaman çok sakin, insanlar birbirine oldukça saygılı. Çalışan insanlar sadece hafta sonları denize çıkabildiği için, yılın bu döneminde, hafta içi in-cin top oynuyor. Okulların açılmasıyla ailelerin programları değişiyor. Yazın neredeyse her hafta sonu çoluk çocuk yelken yapan Old City kaptanı Fatih Bey, “ders çalışmaları gerektiği için değil, okulların açılmasıyla birlikte okulda birbirlerinden kaptıkları hastalıklar yüzünden çocukları denize çıkaramıyorum, biri iyileşiyor, öbürü hastalanıyor” diyor. Tek başına da olsa en azından haftada bir marinaya geliyor, teknesini yalnız bırakmıyor; ne de olsa o da aileden biri.

Cumartesi günü, biz Kokar’a gitmek üzere hazırlık yaparken, denize ard arda çok sayıda tekne açıldığını gördük; meğer bir yarış varmış. Akşam da yerel bir müzik topluluğunun eşlik ettiği kupa töreni düzenlenmişti; bu tür etkinliklere, marinadaki tüm tekne sahipleri çağrılı oluyor; oluyor da bu çağrıdan kimin haberi oluyor? Bu internet çıktı çıkalı, ciddi bir haberleşme sorunu yaşıyoruz, iletişimi kolaylaştırdı mı zorlaştırdı mı bilemiyorum. Etkinlik haberlerini, komşu tekne Nil’in sakinleri Sedat Bey ve eşinden öğrenmişsek ne ala.

Onlar bütün yazı burada geçiriyor. Kendisine katılacak kimseyi bulamadığı zaman Sedat Bey’in denize yalnız çıktığını görüyoruz. Bizim İstanbul’a döneceğimiz Çarşamba günü, İstanbul’dan Sığacık’a yakın zamanda taşınıp yerleşen Cem Bey ile konuğu Bahadır Bey, yelken seyrinde kendisine katıldılar; sanırım çok mutlu oldu. Cem Bey’i, internetteki Gezgin Korsan sitesinde yazdığı Sığacık anılarıyla tanıyor idim; ilk kez karşılaştık ve ayak üstü sohbet ettik. Mergus’un güvertesinde,  “jelkot” tabakasında ortaya çıkan kılcal çatlakların önemsenmesi gerektiğini ve bu konuda doğrudan imalatçı firma ile yazışmamın doğru olacağını anımsattı. Bu günlerde bu tavsiyesini yerine getireceğim.

Pazar akşamı, hafta sonu için teknesine gelenlerin İzmir’e dönüş zamanı. Bazıları ertesi sabah erken kalkıp doğrudan işe gitmeyi yeğliyor. Karşımızdaki teknede de gecenin geç saatlerinde bu konu tartışılıyor idi. Biz de havuzlukta ışık yakmaksızın oturmuş, gecenin limandaki sesini dinleyip, günün yorgunluğunu atmaya çalışıyor idik. “O” teknedeki üç-dört “bekar” denizci hava kararırken seyirden dönüp bağlandıktan sonra, kabinde bir çilingir sofrası kurup sohbete başlamışlardı. İçeride olunca seslerinin dışarıda yankılandığını da farkedemediler; ses tonları giderek yükseldi, öyle ki yatsak uyumamızın olanaksız olduğunu düşünmeye başladım; aramızda en çok 4 metre bir mesafe var. Önce havuzluktaki ışığımızı yaktım, belki varlığımızı farkederler de ses düzeylerini denetim altına alırlar diye. Derken içlerinden biri kabinden çıkıp teknenin baş tarafına yürüdü; şırıl şırıl bir su sesi geldi. İşte o zaman Çelen “ben yatıyorum” deyip kabine indi. Akşamdan gidip gitmeme tartışması başlayıp da incir ipi gibi uzayınca, tatışmayı biraz alçak sesle sürdürmeleri konusunda kendilerini uyardım; sesler şıp diye kesildi, tekneyi kapatıp marinayı terkettiler.

Teos antik kentinin anıtları: zeytin ağaçları

Havanın bulutlu olacağını öğrendiğimiz Pazartesi günü, denize çıkmayıp, ikindi saatlerinde Teos antik kentini gezdik. Yola çıkarken Tülay-Erden Öney çifti ile bir kez daha karşılaştık; antik kenti gezmekten dönüyorlarmış. Yolu bilmediğimiz için, bir taksi ile, meyve bahçeleri, koyun ve tavuk sesleri arasından geçerek, toprak bir yoldan kalıntıların başladığı farzedilen bir noktaya kadar gittik. Taksi sürücüsünün işaret ettiği bir yamacı tırmanınca “Tiyatro” tabelasını görüp o yana yöneldik. Kafalarımızı ağaç dallarından koruyarak küçük bir sırtı aştığımızda, birden önümüzde olağanüstü bir manzara belirdi: seyrek zeytin ağaçları ile kaplı bir düzlük ve ardında adacıklarıyla Teos koyunun maviliği; hemen önümüzde de antik tiyatronun kalıntıları. Ancak taşlarının çoğu Sığacık surlarının yapımında kullanılmış olmalı ki tiyatroyu sadece sahneye yönelmiş eğimli topoğrafya sayesinde kavrayabiliyoruz. Anadolu’daki antik tiyatroların konumlarını anımsadıkça, “acaba bunlar bu güzel manzaraların tadını çıkarmak için mi inşa ediliyorlardı?” diye düşündüğüm oluyor.

Ön planda basamakların oturduğu yamaç ve tiyatro sahnesi; geride zeytinlik bir ova ve Ege Denizi.

Tabelaların gösterdiği yönlere doğru, uzaktaki kalıntıları görmeye çalışarak tarlaların içinden yürümeyi sürdürüyoruz. Antik kentin belirgin bir girişi ve böyle bir girişte yer alması gereken bir yerleşim planı olmadığından, tümünü algılayamıyoruz (Daha sonra Sığacık merkezinde böyle bir şematik plan olduğunu farkediyoruz).


Bu yürüyüş, buradaki en ilgi çekici kalıntıların, asırlık zeytin ağaçları olduğunu farketmemizi sağlıyor; köylüler artık ömürlerinin sonuna yaklaşmış bu ağaçları (en azından bir bölümünü) kesip yakmak yerine, gövdelerin çürüyen bölümlerini ayıklayıp, yeni sürgünlerinin boy vermesini sağlayarak ilginç formlar oluşmasına neden olmuşlar.



Sur kalıntılarının çevrelediği Dionizos Tapınağı’nın bulunduğu bölgeyi de dolaştıktan sonra, üzerimize bir yorgunluk çöküyor. Buradaki oklar, her biri farklı bir yöndeki çeşitli yapıları işaret ediyor; kentin çok geniş bir alana yayıldığı anlaşılıyor. Daha serin bir havada, günün yorgunluğu çökmeden yeniden ziyaret etmek üzere gezimize son veriyoruz.


Dionizos Tapınağı'nda bir anıt-ağaç.


İstanbul’a dönüş

Çarşamba akşam uçağına biletimiz var; 17.30’da tekneden ayrılmamız gerek. Ağabeyim öğlene doğru bavulunu alıp pansiyondan ayrılıyor, tekneye geliyor. Yola çıkmadan önce tekneyi toparlama işini Çamcaz koyunda yapmaya karar verip denize açılıyoruz. Koyda demirleyip bir yandan İstanbul’a götüreceklerimizi ayırıp, bir yandan da yemek hazırlıyoruz. Elde kalan malzemeyi tüketecek doyurucu bir menü ortaya çıkıyor. Ama yemek öncesi denize girmeyi ihmal etmiyoruz; bu yazın son denizine.

Marinaya dönüşte, buz dolabını boşaltıp, çöpleri attıktan sonra; sancak kıç omuzluktan bağlandığım koltuk halatını yeniliyorum; karabina ile bağlandığım tonoza ise, ikinci ve güvenilir bir halat ile bağlanıyorum. Herhangi bir durumda yardım etmek isteyenlerin kullanabilmesi için güverteye yedek bir halat bırakıyorum. Otomatik sintine pompasının ve akü şarj bağlantısının şalterlerinin açık olup olmadığını son bir kez denetliyorum. Son olarak da pasarellayı toparlayıp havuzluğa yerleştirip, her tarafı kitleyip, Mergus’a veda ediyoruz.

Artık yeniden Kasım ortalarında görüşeceğiz, Allahın izniyle.




11 Ağustos 2012 Cumartesi

SIĞACIK, ÇAMCAZ KOYUNUN SAATLİK SAKİNLERİ

Eni de, boyu da hepsi hepsi 150 metre olan bir doğal havuz; 10 metrelik Mergus bile bir numara bol geliyor Çamcaz Koyu’na. İkinci bir tekne gelse, zincirleri birbirine dolanacak. Erken kalkan demirler. Biz biraz geç kaldığımız için, daha önce demirlemiş bir teknenin koyu terketmesini bekledik.
38 12.550N  26 46.400E


BİZDEN SONRAKİ İLK KONUKLAR:

Henüz demir atmıştık ki, koyun güneyindeki burnun ucunda, bir lastik bot belirdi, üzeri beyaz tenteli, kıçtan takma motorlu; içinde bir genç adam, bir örnek sarı-yeşil can yelekleri ile üç orta yaş üstü hanım ve bir de botu yöneten görevli ile.  Kıyıya yakın bir konumda mini demirini atar atmaz, görevli dışındakiler de kendilerini denize attılar.

Koy, Teos Marina girişine bir deniz mili uzaklıkta, bot ile katedilen yolda kuvvetli bir rüzgar var ama dalga zararsız. Yine de hanımlar can yeleği giyerek önlemlerini almışlar. Belli ki, disiplinli bir düzenden geliyorlar. Ama marina içindeki teknelerden birinin botu olma olasılığı yok gibi; marina girişine yakın demirlemiş teknelerden birine ait olduğunu sanıyoruz.

Hanımlar önce kumsala yüzüp biraz güneşlendiler. Sonra da her biri, ötekilerle küsmüşçesine, ayrı bir yöne doğru yüzerek berrak suyun ve sükunetin tadını çıkardılar. Delikanlı ise koyu enine boyuna katederek uzun bir yüzme antremanı yaptı. Görevli, botun içinde oturmayı sürdürdü; bir ara, yakınında yüzerken kendisiyle selamlaştık.

Bir saatlik bir deniz sefasından sonra geldikleri gibi sessizce koyu terkettiler. Sadece hanımlardan birinin denizden bota çıkması sorun oldu; komando eğitimi almamışlar için, doğru düsürt tutunacak bir yeri de olmayan lastik bota tırmanmak pek kolay olmasa gerek. Sonunda genç adam denize atlayıp verdiği destek ile sorunu çözdü.

Bu tekneye çıkma operasyonu bana, 40’lı yılların sonlarında, İzmit Körfezi’nin şimdi fuar alanı olmuş kumsal sığlıklarında ailece yaptığımız “deniz banyolarını” anımsattı. Köfteleri, dolmaları yapıp, karpuzumuzu aldıktan sonra, Halkevi’nin önündeki rıhtımdan kiraladığımız, süslü tenteli kayıklardan biri ile, kürek çekerek körfezin dibine, boyumuzu aşmayacak kadar sığ noktasına gider, orada sandaldan denize “inerdik”; annem ile babam dışında hiç birimiz henüz yüzme bilmediğimiz için, denize “atlardık” diyemiyorum. Gün sonunda, hepimiz, bir biçimde kayığa çıkardık ama anneannem yüzünde çaresiz bir ifadeyle denizde kalırdı. İşte asıl eğlence o zaman başlardı. Çünkü, kendisi dahil herkes gülmekten kırıldığı için onun tekneye alınması, 10-15 dakikalık bir operasyona dönüşürdü.

 
Deniz renginde bir minyatür liman


İKİNCİ KONUKLAR

Lastik bot henüz gözden kaybolmuştu ki, pancar motorlu dört metrelik bir kayık, içinde dört delikanlı ile, bağırış çağırış burnu döndü. Askerlik çağında ve belki de izinli asker durumundaki saçları sıfır numara kesilmiş gençler, delikanlılıkları ile çelişkili gibi görünen tiz çığlıkları eşliğinde, önce demir attılar, sonra da 100 metrelik bir koltuk halatı ile sahildeki kayalara bağlandılar; doğrusu genel tutumlarından beklenmeyecek kadar ciddi bir önlem gibi göründü bize.

Denize atladıklarında da, balık sürüsüne üşüşen martılar gibi çığlık atmayı sürdürdüler. Ne attıkları çığlıklar, ne de sudaki çırpınmaları, o yaştaki enerjilerini tüketmeleri ve sakinleşmeleri için yeterli olamıyordu.

Aynı yaşlardayken biz nasıldık ki? Üniversitede okurken, Kurbağalıdere’den arkadaşlarla sandal kiralayıp, Kalamış-Moda arasında denize girdiğimiz 60’lı yıllarda, bizim de enerjimiz taşıyordu; ama enerjiyi sesle boşaltma yeteneğimiz gelişmediği için daha çok birbirimizin elbiselerini ya da sandalın küreklerini denize atmak gibi yöntemlerimiz vardı. Ayrıca, kayıkta erkek erkeğe olmadığımız için, kendimizi frenleme gereği de duyuyorduk.

Bir ara, dördü de aynı anda kayığa çıktılar ve koya sükunet “avdet etti”; karpuz yiyorlardı. Şu karpuzun yararları saymakla bitmez.


ÜÇÜNCÜ KONUKLAR

Henüz ikinci konuk grubu koyu terketmemişken, burnun ucunda bu kez altı metrelik bir ahşap kayık belirdi; içinde çoluk çocuk 7-8 kişilik tam boy bir aile ile. Kıyıya yaklaşırken bikinili genç bir kız, daha fazla bekleyemeyip hemen denize atladı. Tekne, kumsala iyice yanaşıp paçaları sıvamış yolcuları ve nevaleyi indirdikten sonra, 10-12 metre açılıp demirledi. Suya en çok bir metre uzağa kumun üzerine yaygılarını yayıp kavurucu güneşin altına yerleştikten sonra ailenin öteki bireyleri de denize girmeye başladılar.

O kadar kişiden, koyda yankılanan tek bir ses çıkmadı. Yüzme faslı bittikten sonra, yaygının çevresinde toplanıp öğlen yemeklerini yediler.

Ailenin deniz kıyısı “pikniği”, beni yine çocukluk anılarıma götürdü:

Hafta sonları, hiç değilse yılda bir kaç kez, İzmit’ten vapura binip Değirmendere’ye gittiğimiz 50’li yıllar. Çınarlar denizin hemen dibinde, gölgeye yaygıyı yaydığınızda denize de bir adım uzaklıktasınız. Babam her zaman vapura son anda yetişir ve ailece bir küçük heyecan yaşarız (belki de o nedenle, her vasıtaya, kalkışından yarım saat önce gidip beklemeyi yeğleyen bir huy oluştu bende). Değirmendere’de deniz aniden derinleşir, yüzme bilmediğim için, denizde en çok beş adım atar, daha öteye gitmeye çekinirim. Babamın yüzme öğretme girişimleri çığlık çığlığa reddedilir. Yüzmeyi, yıllar sonra Tütünçiftlik’te kendi kendime öğrendim; orada deniz tedricen derinleşiyordu ve doğru dürüst yüzen arkadaşlar örnek oluyorlardı.

İkinci grup konuklar, koltuk halatını ve demirini topladıktan sonra, yine martılar gibi bağrışa bağrışa koyu terkettiler.

Teos Marina'dan sadece bir mil uzakta; isterseniz yüzerek gidin

BİRİNCİ KONUKLAR: MERGUS TAYFASI

Biz akşam üzeri İstanbul’a döneceğimiz için, Marina’ya yakın bir koyda demirlemeyi hedeflemiştik, Çamcaz’ı keşfederek amacımıza da ulaştık. Adının neden Çamcaz olduğunu merak etmekle birlikte, kendimizce bir yorum getirmekten geri durmadık. Çelen bir ara koyun kuzeyindeki kayalık yamaçta, tek başına duran bir küçük çam ağacı göstermişti. Döndükten sonra düşündük: “Acaba koyun isim anası o ağaç mıdır?”

Koyun derinliği, 3-4 metre kadar; genel yapı kum olmakla birlikte yer yer dip kayaları da var. Ama su berrak olduğu için, dibi görerek demir atma olanağını bulduk. Zaten koyun dışında 15-20 knot esen kuzeyli rüzgarlar burayı fazla etkilemiyor; koyun ağzı batıya bakıyor.

Marinadan buraya bir yelken açıp-kapama süresinde gelinebiliyor; hatta yelkeni hiç açmayabilirsiniz. Bir kaç saatlik uzaklıktaki koylara yelken ile gidip demirleyip gece de kaldığımızda, buz dolabı; hidrafor ve demir fenerinin, aküleri ne denli zayıflattığını, bir kaç gün önce Demircili Limanı’nda yaşayınca, bu gün biraz daha tedbirli davranma gereğini duyduk. O koydan dönüşe geçmek üzere demir almaya kalkıştığımızda, ırgatın elektrik motoru, sadece bir kaç metre demir toplayabilmişti. Teknenin motorunu uzun uzun yüksek devirde çalıştırıp, arada her seferinde 4-5 metre zincir çekerek, bolca verdiğimiz kalomayı ancak 20 dakikada tekneye alabilmiştik. Ha bu bize ders oldu.

Çamcaz’da demirledikten sonra hemen denize atladık. Su ürpertmedi sayılır; Demircili ya da Papaz Boğazı koylarındakinden 3-4 derece daha ılık. Gerçi oralarda 8-10 metre derinde ve kıyıdan birkaç yüz metre uzakta yüzüyorduk; burada ise kıyı elli metre ötemizde, yüzdüğümüz derinlik 3 metre.

Suyun berraklığını ve ılıklığını fırsat bilip, dümen palasının ve pervanenin üzerinde birikmeye başlayan deniz canlılarını temizliyorum; nefesim yettiği kadar; 3 ayda bile epeyce nüfus birikmiş; ne de olsa onlar tekneyi bizden fazla kullanıyor.

Öğleyin bir şeyler hazırlayıp yemeye kalkıştığımızda farkediyoruz ki, böylesine minyatür bir koyda insan, bir salata yapmaya kalksa, sebzeleri yıkayamıyor, atık su dışarı akıp içilesi turkuaz denizi kirletecek diye, teknenin lavabosunda elini bile yıkayamıyor. Her şeyi önceden yıkayıp hazırlamış olmak gerekiyor. Bulaşık yıkamak ise, söz konusu bile değil. Bu konuda, sıfır numara tıraşlı dört gencin duyarlılıklarını da takdirle anıyoruz; karpuz kabuklarını denize fırlatmayı denemedikleri için.

Akşam üzeri İstanbul’a döneceğimiz için, tekneyi toparlamak ve götüreceklerimizi bavula yerleştirmek gerekiyor; o işi de marinada değil burada yapmak en doğrusu; ardından denize atlayıp serinleme olanağı var. Beş altı günlüğüne Teos’a geldiğimiz için, nevale konusunda planlı davranmamız gerekiyor; yine de kimi yiyecekler artıyor, meyve, kahvaltılık vb; bunları atmaya kıyamadığımız için İstanbul’a taşımayı yeğliyoruz. Keşke verebileceğimiz birileri olsa.

Geri götürdüğümüz bir bavul dolusu nesnenin neredeyse tamamı, giysiler, havlular, çarşaflardan oluşuyor. Marinanın çamaşır yıkama hizmeti, bunları kendimizin yıkamasına olanak vermiyor, ille de onlara teslim edeceğiz, onlar yıkayıp bize getirecekler. 1960’larda, İngiltere’de staj yaparken çamaşırımızı, mahalledeki çamaşır yıkama dükkanlarında (laundrette) kendimiz yıkardık; orta gelir mahallelerinde evlerde çamaşır makinesi olmazdı. Bu düzen Türkiye’yi teğet geçti, nedense. Onlar savaş gördükleri için mi bu denli tutumluydular acaba? Bu günün Türkiye’sinde iş iyice çığrından çıkmış durumda; beyaz eşya seti tamam olmadan, gençler nikah dairesine başvurmuyorlar.

İkindi vakti demir alıp koydan ayrıldığımızda, üçüncü konuk grubu denizin tadını çıkarmayı sürdürüyordu. Daha sonra kimler geldi kimler geçti bilmiyoruz.




12 Temmuz 2012 Perşembe

SIĞACIK’IN TEMMUZUNDA BİR KAÇ GÜN


Mergus ile buluşmak üzere İstanbul’dan Sığacık’a bu ikinci gidişimiz. Deniz otobüsü-dolmuş-uçak-taksi dörtlüsünden oluşan bu yolculuk yaklaşık beş saat sürüyor. Bu yolculuk, öncekinden farklı olsun istedik, önce deniz otobüsü iskelesinde oluşan bir telaş anında bavul denetim aparatında çantamızı unuttuk; sonra da Mergus’a ulaştığımızda, teknenin anahtarını İstanbul’da unuttuğumu farkettim. İkinciyi, çilingir çağırarak çözdük. Ama birincisi kamu güvenliği açısından önemli sonuçlar doğurabilecek bir deneyim idi.


IDO DENİZ OTOBÜSÜNDE BİR SANAL YOLCULUK

Kadıköy-Bakırköy seferini yapan deniz otobüsüne bindikten hemen sonra, çantayı unuttuğumuzu farkettik ve hemen teknede bir görevli aramaya başladım. Bütün kapıları açtım; kilitli olan kaptan köşkü kapısını bile zorladım, çıkılmaz denen güverteye de çıktım, ama bir allahın kuluna ulaşamadım. Telefona sarıldım; İDO’nun mekanik sesi, canlı birine ancak bir saat sonra ulaşabileceğimi söylüyordu; henüz uyanmamışlar. Sanki bir bilim-kurgu romanındaydık; sessiz sedasız oturan bir kaç yüz kişi, benim gemi içindeki koşuşmalarımı izliyor ama nedenini sorma gereğini duymuyordu. Acaba onlar da sanal mıydı? Birisi kalp krizi geçirse ne olacaktı? Ya da birisi yolculara zarar vermeye kalkışsa?

Bakırköy iskelesine yanaşıp kapılar açıldıktan sonra gemi görevlileri sanal alemden çıktılar. Hep birlikte kahvaltı ediyorlarmış!!! Eğer birisine ulaşabilseydim, bir sonraki gemi ile çantayı Bakırköy’e iletmelerini isteyecektim; ama artık o gemi de Kadıköy’den hareket etmişti. Sonunda Çelen, Kadıköy’e döndü çantayı alıp yeniden Kadıköy-Yenikapı-Bakırköy seferini yaptı ve hava alanına ulaştı.

Bütün bunlardan sonra aklımda bir soru kaldı: nerede kahvaltı ediyorlardı da ben kendilerine ulaşamadım? Yoksa kahvaltı da mı sanaldı?


TEOS MARİNA’DA BİR HAFTA SONU

Büyük kentlerin yakınındaki marinaların kendi rutin bir yaşamları var. Hafta içi görece sakin oluyorlar. Cuma akşam üzerinden başlayarak hareketleniyorlar. Teos Marina da böyle bir konumda.

İstanbul’dan çıkıp 6 Temmuz Cuma günü öğlen vakti Mergus’a ulaştık. Basit bir şeyler hazırlayıp yedik. En çok bir hafta kalacağımız için, ikindi mikindi dinlemeyip hemen denize çıktık. Kuzeyli rüzgarları karadan alan ve her biri bir kaç teknelik bu minik koylardaki yerler daha şimdiden tutulmuştu.  Koyların dışında ise rüzgar 20’li knotlardaydı. İlle denize girme niyetimiz olmadığı için, hava kararmadan marinaya döndük.

Hafta sonu tatilini değerlendirmek için gelenlerle marina nüfusunun artmaya başladığını, WC-duş tesislerinden anlayabiliyorsunuz. Bilirsiniz, biz her tür kağıdı bol kullanan bir milletiz, yazılı olmamak koşuluyla tabii. Cuma akşamından başlayarak WC’nin çöp kutuları kağıt havlu atıklarını almaz oldu. Cumartesi ve Pazar sabahları, erken saatlerde ise zemine yayılan kağıtların üzerinden atlamak zorundaydık. Bu durumun oluşmasında, yeni icat havlu-kağıt veren makinelerin ayar bozukluklarının da etkisi olsa gerek, bir el kurulamak için size verdiği kağıtla vücudunuzun tamamını kurulayabilirsiniz.

Nüfus artışının ikinci ve en belirgin göstergesi açık alanlardaki çöp kutuları: sık sık büyük hacımlı “konteynerler” yerleştirildiği halde, yürüme özürlü insanlar, çöp torbalarını, torbanın yarısı büyüklükte de olsa en yakındaki çöp kutusuna tıkıştırmaya çalışıyorlar, külahtaki dondurma misali. Pazar akşam üzeri, tatili sona erip de evlerinin yolunu tutanlar için ise, çöp kutuları, çevresine çöp yığılacak işaret levhası görevini görüyor. Bu bölgenin güçlü rüzgarları da bu durumu fırsat bilip çöpleri çevreye yayma konusunda ellerinden geleni yapıyor. Marina yönetiminin bu belli gün ve saatlerde, çöp toplama hizmetini sıklaştırmaları bu sorunu çözer mi bilmem?

Hafta sonu, Sığacık yerleşmesi ayrıca canlanıyor; Seferihisar Belediyesi’nin düzenlediği etkinliklerin de katkısıyla. İstanbul-Sığacık yolculuğuna, teknenin dış temizliği ve kısa bir deniz seyri eklenince epeyce yorulmuştuk; gece bastırınca da Mergus’un güvertesinde dinlenmeye “çekildik”. Önce sadece direklere vuran halatlardan oluşan, marinanın kendi müziği vardı. Derken uzaktan Ruhi Su’yu andıran nağmeler gelmeye başladı. Meğer Cuma akşamı, Erkan Oğur-Hakan Demircoğlu’nun konseri varmış.

“Konser” deyince hemen akla bangır bangır bağıran hoparlörler gelir. Ama hem türkülerin türü gürültüye dönüşmeye pek uygun olmadığı için, hem de konser kale içinde, duvarlarla çevrili bir avluda düzenlendiği için, tekneye ulaşan müziğin çok hoş bir etkisi oldu. Duvarları aşıp gelen, insanın uyumayıp da dinlemek için kendini zorladığı bir güzel bir ninni idi.

Cumartesi akşamı, yine bir konser vardı, bu kez “Türk Sanat Müziği” topluluğu, araya daha güncel parçaların da serpiştirildiği, ama ağırlıklı olarak, iyice klasikleşmiş bestelerden oluşan bir dinleti sundu. Biz yine uzaktan izleyebildik. Mergus’u da özlediğimiz için, onu yalnız bırakmaya gönlümüz elvermiyordu. Ayrıca da teknede, göz ucuyla ayın doğuşunu izleme olanağımız vardı; denizden doğuyor olsa daha iyiydi ama, allahtan Sığacık’ta henüz yapılar bir kaç katlı da ay, karadan da doğsa ağaçların arasından yükselebiliyor. Uzaktan gelen müziğin nağmeleriyle tam uyuma kıvamına gelmiştik ki, gece yarısına doğu bağırış çağırış söylenen detone “Onuncu Yıl Marşı” ile yerimizden fırladık; Çelen’e “Atatürk duysa hepsini tefe koyardı” dedim.

İngiltere’de, konserlerin ve hatta sinemalardaki son seansların ardından ulusal marşın çalınması hep garibime giderdi; bizde de umarım bu tür gelenekler oluşmaz; müzik eğitimi yoksunluğumuz, ne tek tek, ne de topluca bir şarkı terennüm etmemize olanak vermiyor. Tabii, futbol karşılaşmaları bunun dışında tutulabilir, hatta halkımızın topluca müzik eğitimi görebildiği tek etkinliğin, futbol maçları olduğunu söyleyebiliriz.

Cumartesi akşamı konser öncesi, kasabada kısa bir tur attıktan sonra kale içindeki mütevazi konser mekanını ziyaret ettik, insanlar birkaç saat öncesinden sandalyelere yerleşmeye başlamışlardı. Bazıları da bu açık avluyu çevreleyen kale duvarlarının tepesine çıkmış, günün son ışıklarının denizdeki yansımalarını izliyorlardı.

“Balık mı yesek?” diye önce marinanın da içinden geçen akar suyun üzerine “kurulmuş” balık lokantalarına bir göz attık. İzmir yöresinde “balık pişirici” denen lokantalar artık “balık restaurant” adını almış durumdalar. Derenin üzerinde bir balık lokantası: fikir olarak ilginç; ama bizde “derenin üzerini örtme “ geleneği yerleştiği için, lokantaların zemininin altında dere olduğunu anlamak olanağı yok, tahtalar yeterince aralık olsa belki alttan bir serinlik gelecek. Ama derenin üzerini örten platformun tepesi de, altına ısı yayan ve hava geçirmeyen bir örtü ile kapatıldığı için, bu serinlik duygusunu yaşamak söz konusu değil. Lokantaların dış mekanı olarak düzenlenmiş bu dere üstü platformlarda insanlar balıklarının pişirilmesini bekledikleri sırada kendileri pişerken, lokantanın kapalı ama serin mekanı bomboş. Biz yine görece pahalı Burç restoranın yolunu tutuyoruz, balık yemeyiz de, yerel otlar, mantar ve karidesten oluşan güvecini bir salata eşliğinde tadarız diyerek; meğer otların mevsimi geçmiş.

Pazar, hafta sonu tatilinin son günü. Bu sıcak havada, marinadan çıkıp kasabayı ziyaret etmemizi kaçınılmaz kılan tek hafta sonu etkinliğinin, eski yerleşmenin dar sokaklarında kurulan Sığacık pazarı olduğunu söyleyebilirim. Çok sözü edildiği için güçlü bir merak oluştu bizde; gerçekten yerel bir şeyler var mıydı? Sırt çantamı alıp yola koyulduk.

Balık seyretmek para ile değil; memlekette her şey özelleşti ama bu balıkçı, balıklarını seyrettirmek için kimseden beş kuruş almıyor, bu işi sevabına yapıyor; para vermeden bir bardak su alamadığınız bir ortamda, bu gerçekten büyük bir hizmet. Ama, biraz sonra başlayacak mezatta bunun acısı çıkabilir. Sığacık çarşısında bir Pazar sabahı alıcılar gözleri balıklarda kafalarında son hesapları yapıyorlar.

Pazar  yerine giderken, insanların bir dükkanın önüne yığıldığını görüyoruz. Tezgahta grup grup balıklar, çepeçevre dizilmiş alıcılar: henüz başlamamış bir balık mezatı, doğrudan tüketiciye yönelik bir etkinlik. Fazla beklemeyip yolumuza devam ediyoruz.

Pazarda başlıca üç grup ürün satılıyor: takı vb el işleri, hamur işleri ve sebzeler. Börülce, kabak, domates, salatalık, patlıcan, fasulye,.... gerçekten taze; ama organiklikle ilişkisi olduğu söylenebilir mi bilmem. Tatlı ve tuzlu ev yapımı hamur işleri insanın kanına giriyor. Hemen oturup yemek de olanaklı. Meyve, yok denecek kadar az. Zeytin neredeyse yok. Bal, turşu vb gibi ev yapımı olup olmadığını bilemediğimiz çeşitli ürünlere de rastlanıyor. Bir dahaki sefer, daha fazla vakit ayırmamız gerek, bu ilk izlenim yanıltıcı olabilir.

Çelen ilk olarak börülceyi ayıklayıp yarısını pişiriyor; öteki yarısını İstanbul’a götürme niyetinde. Bamyayı ise daha sonraki günlerde ayıklayıp pişirecek.

Çelen, taze börülceyi Kıbrıs usulü hazırlıyor: haşlayıp, sıcakken zeytinyağ limon ekliyor; yeneceği zaman da adam başına birer yumurta haşlanıyor. Yanında da zeytin (Aslında “çakıztez”, yanı koyu yeşil kırma zeytin olması gerek ama, pazardaki kırma zeytin farklı bir türden).


TEOS’TA BU NE RÜZGAR

Cuma günü bizi karşılayan ve 20-30 knotlar arasında dolaşan rüzgar, Pazartesi akşamına dek sürdü. Tayfun Temoçin’in Yelken Dünyası’ndaki yorumuna bakılırsa, bu bölgede Temmuz ayında kuvvetli meltemler olağan imiş. Oysa yelken  ve denizcilik öğrenmeye çalıştığımız iki yıl boyunca, yaz aylarında, Pendik-Adalar parkurunda doğru dürüst rüzgar, öyle her zaman karşılaşılan bir doğa olayı değildi. Bu denli hızlı esen rüzgarların yaşandığı Sığacık Körfezi, bize yeni bir eğitim olanağı sunuyordu: kuvvetli rüzgarda, yarım açılmış yelkenle seyirde ustalaşmak; ama önce o rüzgarda yelken açmaya cesaret edebilmek.

Atletizm yarışmalarında hep izleriz, örneğin yüksek atlamada, çıta belli bir yüksekliğe gelmedikçe, “asıl yarışmacılar” ortaya çıkmaz; ötekiler kendi aralarında yarışıp dururlar; ne zaman ki çıta artık geçilemeyen düzeye yerleşir, o zaman gerçek yarışmacıları izlemeye başlarız. Biz Sığacık’a gelene kadar, 15 knota kadar tam yelken açıp, daha sonra yelkeni küçülterek seyir yapmayı göze alıyor idik. Rüzgar 20 knot olduğunda ise artık yelkenleri kapatıp motora kuvvet gidiyorduk. Oysa biliyorduk ki, gerçek yelkenciler, 20 knottan azını rüzgardan saymıyorlar.

Marinanın iki ucu arasında farklı iki iklim var: Mergus kuzeye en yakın olan A pantonunda ve bizim buralarda rüzgarın serenler ve halatlar arasında oluşturduğu sesin yüksekliğinden birbirimizi duyamıyoruz; en güneydeki pantonda ise, biraz abartarak söylersek, rüzgarın ne sesi, ne de esintisi var. Dolayısıyla onlar her an denize çıkabiliyorken, biz bir kaç kez düşünüyoruz. Ama öğünerek söylemeliyim ki, üç gün üst üste denize çıkma cesaretini gösterdik. Dördüncü gün ise pes ettik. Beş ve altıncı günler ise, rüzgarın hızının da biraz azalmasıyla, yelken yapmanın tadına vardık; tekne 8 knotları gördü ki bu hıza motor ile ulaşamamıştık.

İlk gün yakındaki küçük koyları inceledik, tek teknelik birine demirlemeye niyet ettikse de, koyun içine girince, kaloma verecek mesafe olmadığını farkedip, arkamızda bıraktığımız turkuaz suya hayran hayran bakarak gerisin geri çıktık; gerçek anlamda da tornistan ile çıktık, çünkü daire çizecek bir çapı da yoktu koyun. Kısaca o gün denize giremediğimiz gibi yelken de açamadık. Zaten akşam oluyordu, geri döndük.


DEMİRCİLİ LİMANI

İkinci gün Cumartesi idi; gezi teknelerinin de eklenmesiyle her yer dolmuştur diye düşünerek, haritada en geniş görünen Demircili Limanı’nın yolunu tuttuk.  11.30’da demir attığımızda limanda tek tekne idik. Rüzgarı dikkate alarak, 60 metrelik zincirin neredeyse tamamını saldık. Bu koyların hepsinde deniz bir plaj ile karaya bağlanıyor. Burada da insanlar, arabaları ile birlikte kumsalda güneşleniyor, çocuklar denize giriyordu. Sahilin batı ucunda, karaya vurmuş bir balık çiftliği kalıntısı var.

 
Demircili koyunda, karaya vurmuş bir balık çiftliği kalıntısı.
Acaba yeniden koya yerleştirilecek mi?


Limanı’nın doğu ucunda ise minik bir balıkçı barınağı oluşturulmuş. Bu uçta, karaya sonradan bağlandığı izlenimi veren bir kayalık adacık sayesinde güneye de kapalı bir küçük koy oluşmuş. Bir kaç günü-birlik gezi motoru koya girip aynı hızla çıktı, rüzgar ve dalga, teknedekileri ürkütmüş olmalıydı. Bir ara,inşaat malzemeleri taşıyan, kıç tarafta yükünü indirmekte yararlandıkları kepçesi olan bir tür balıkçı motoru, kıyıdaki küçük iskeleye yanaştı.

Koydaki bütün hareket bundan ibaret iken telefonum çaldı ve Mehmet Erem (Gezgin Korsan forumundaki adı ile Merem Korsan), yanımızda boş yer olup olmadığını sordu, “bir manimiz yok ise ziyaretimize gelecek imiş”. Gerçekten de yarım saat geçmeden, Lotus, sancağımıza demirledi, Merem Korsan, karaya adım atarcasına, hiç sendelemeden bir adımda bota indi, arkadaşlarının uzattığı motoru kıça takıp Mergus’a yöneldi.

Denizcilik ile ilgili teknik yazılarını hayranlıkla okuduğum ve Gezgin Korsan sitesindeki görüşlerine bakarak uzaktan saygı duyduğum bu genç insanı teknemde görmek beni çok heyecanlandırdı. Bize yönelik son derece ince övgüleri heyecanıma bir de utangaçlık havası ekledi. Beraberinde getirdiği halat ile, beş dakika içinde yaptığı kırmızı-yeşil cevizi bize hediye edince çok mutlu olduk.

Bu kısa ziyaret, Temmuz’daki Teos haftamızın en önemli iki olayından biri idi. Ama yaşadığım şaşkınlık havası nedeniyle bunu belgeleyememiştim;  ancak botu ile Lotus’a ulaştığında, “neden birlikte bir fotoğraf çekmedik” diye epeyce dövündük. Elimizdeki tek belge olan cevizi, bu ziyaretin kanıtı olarak tekneye astık; artık aynı zamanda nazar boncuğu işlevi de üstlenecek, rengi mavi olmasa da. Kısa süre sonra Lotus demir aldı ve Samos’da gecelemek üzere koydan ayrıldı.

Merem Korsan, kısa bir sohbetin sonunda Lotus'a döndüğünde birlikte bir fotoğraf çekemediğimiz için dövündük. Ama o dövünme sırasında bu fotoğrafı olsun çekebildik: Motor çalışmış, Merem korsan, demir alma hazırlığında.

Demircili Limanı’nda denize girmek sadece rüzgar nedeniyle değil, aynı zamanda suyun soğukluğu nedeniyle de öyle pek kolay değilmiş. Önce Çelen girdi ve neredeyse aynı hızla geri çıktı. Aradan bir kaç saat geçtikten sonra yeniden girdiğinde ben de kendisine katıldım, ona biraz ısınmış gibi geldi, bana sorarsanız kıştan yeni çıkmış kıvamdaydı su. Marinaya akşam olurken 27-28 knot rüzgarda yelken açmaya cesaret edemeyerek motorla döndük.
Arabalarla iç içe bir plaj sefası.
Bu özverili insanlar, genellikle gerilerdeki gölgeleri yeğleyip,  kumsalı arabalarının güneşlenmesine tahsis ederler.

YİRMİLİ KNOTLARDA YELKEN AÇMA CESARETİ KAZANIYORUZ

Yüzmek ve bazen da kürek çekmek dışında, deniz ile aktif bir ilgimin olmadığı geçtiğimiz dört beş yıl öncesine kadar, ne “knot” bilirdim, ne de saatte 20-25 mil hızla esen rüzgarın ne demek olduğunu. Aslında biz “mil” özürlü bir milletiz, hızları km ile ifade ederiz. Bu çeviriyi yapıp “40-50 km hızla esen rüzgar” dediğimde, bu esintinin az buz bir şey olmadığını herkes daha kolay anlayacaktır. Gerçi bunu anlayınca insan biraz daha da fazla ürküyor.

Üçüncü gün (Pazar), rüzgarın hızında azalma olmadığını görünce, “korkunun ecele faydası yok” deyip yarım yelken ile seyir denemeleri yapma kararı aldık ve 20-30 knot arasında, hiç değilse yarım saat kadar sadece cenovayı yarım açarak yelken yaptık, zaman zaman zorlandıksa da kendimize güvenimiz arttı. Yine de “ilk sefer fazla uzatmayalım” deyip, Azmak Koyu’na demirledik ve denize girip, taze börülce ağırlıklı yemeğimizi yedikten sonra marinaya döndük.

A pantonu 20 numaraya tornistan ile ilk kez tereyağdan kıl çeker gibi yanaştık ve bağlandık. Bu manevrayı pantondan izleyen bir bey, operasyon tamamlandığında “sizi kutlarım, hiç gürültü patırdı yapmadan sakin bir manevra ile bu rüzgarlı havada çok düzgün yanaştınız” dedi ve ekledi “biraz önce baş pervanesi de olan bir tekne, bağırış çağırış bir türlü yerine yerleşemedi; ben şu kadar yıllık kaptanım ve yelken eğitimi de veriyorum, öğrencilerimden bu sonucu nadiren alabiliyorum”. Göğsümüz kabarmasın mı şimdi.

Gerçi bu seri bağlanmada, o sabah tonoz halatının radanzasına kolay bağlanmak üzere kendi halatıma taktığım karabinanın önemli katkısı olmuştu. Önceden uzunluğu ayarlanmış halatımın ucundaki karabinayı, radanzaya daha önce taktığım kilitten geçirince iş bitiyordu.

Bir kaç gün sonra, İstanbul’a döneceğim zaman, tekne bir kaç hafta gözetimimden uzak kalacağı için, bu karabinalı bağlantıya güvenmeyip, komşularımın da uyarısıyla ayrıca bir halat ile doğrudan tonoz halatının radanzasına bağlandım. Bunu yaptığım sırada, marinanın deniz görevlisi gençlerden biri bana yardım ederken “hiç gerek yok, karabinalı bağlantı yeterince sağlam" dediyse de kulak asmadım; “fazla önlem en azından bu konuda zarar getirmez” diye düşündüm.

Pazartesi, rüzgar için “azgınlık”, bizim için ise tembellik günü idi; deniz ile boğuşmayı göze alamadık; marinada kaldık. Bu kararda sonraki iki gün rüzgarların daha “mutedil” olacağına ilişkin hava tahmin raporlarının da rolü oldu. Bu günlerde, denizle ilgili hava tahminlerinde önceleri sürekli baş vurduğumuz Poseidon sitesi bazı sorunlar yaşadığı için, öteki internet sitelerinden yararlanmak zorunda kaldık.

Pazartesi tembelliği sırasında, Yelken Dünyası dergisinde okuduğum bir yazıda, çok güçlü rüzgarlarda sadece cenova ile seyir yapanları, hatta hiç yelken açmayıp motorla gitmeyi yeğleyenleri eleştiren bir yazıyı okuma fırsatım oldu. Ana yelkenin denge sağlayıcı rolü konusunda daha önce de bir çok yazı okumuştum. Ama kuvvetli rüzgarlarda apaz seyirde ana yelken kullanma konusunda bir tür ürküntü vardı içimde; sanki tekne alabora olacakmış gibi gelirdi. Aynı anda bir elimle yekeyi ötekiyle de ana yelken ıskota halatını tutabildiğim küçük teknelerde rüzgar tekneyi yatırınca ya ıskotayı boşlayarak, ya da teknenin yönünü değiştirerek kendimi garantiye alabiliyordum. Ama bu teknede ikisini aynı anda kontrol etme olanağım yoktu. Yine de bu yazıyı okuyunca, biraz da utandım, bundan sonra rüzgar çok kuvvetli olduğunda bile az da olsa her iki yelkeni açarak seyretmeyi deneme kararı aldım

Salı ve Çarşamba günleri, rüzgar en çok 20 knota çıktı; tam bize göre. Daha önceleri, 15 knotluk sağanaklarda, dümene hakim olamayıp bana devreden Çelen, bu iki gün, güçlü sağanaklarda tekneyi rüzgara kaptırmadan dümen tutmayı öğrendi. Yaklaşık bir saat uzaklıktaki Papaz Boğazı’na her iki günde de tamamen yelken ile gidip döndük.


PAPAZ BOĞAZININ HOMO SAPIENS CARETTA’LARI

Papaz Boğazı Sığacık’ın batısında ve aslında bir koy; çevrede insan yapısı bir nesnenin neredeyse algılanmadığı, yemyeşil maki kaplı yamaçların, gri-beyaz dantel oyası gibi kayalık bir bant ile turkuaz su ile birleştiği. Koyun eni-boyu yarım mil bile değil. Açıktan gelirken, kuzeyde tam karşıda görünen koca bir kayalık tepe, denizde de devam ederek koyu ikiye bölüyor; iki yanında birer kumsal oluşturarak.


Papaz Boğazı'nın doğası, yer küreden umudu kesmemize izin vermeyecek bir canlılıkta.Karaya çıkma olanağımız olmadığı için, yeşil ile kayanın birleştiği bölgedeki turuncumsu top top bitkinin ne olduğunu anlayamadık. Bilen varsa....

Sabah erkenden gidip demirlerseniz, kah ufka bakarak, kah gözlerinizi kayaların o Ege’ye has desenlerinde gezdirerek, deniz şıpırtısından oluşan bir müzik eşliğinde saatlerce oyalanabilirsiniz. O kadar ki, okumak için elinize aldığınız  en ilgi çekici bir kitabı bile arada bir bırakıp çevreyi izlemekten kendinizi alamazsınız.

Derken, doğudan, koyun girişindeki kayaların ardından tempolu bir “müzik” gürültüsü duyulur ve tekne kılığında üç büyük müzik seti koya dalar; güvertelerinde hoplayıp zıplayan konuklarıyla. Demirlerini sarkıtmış bir biçimde, tercihan teknenizin hemen dibinden hızla geçip, kumsala yönelirler. Demirler suya değmek üzereyken teknedeki çıplak kalabalık, çocuklar ve gençlere öncelik vererek denize atlar ve kumsala doğru hızla yüzmeye başlarlar; yumurtadan yeni çıkmış Caretta Carettalar’ın izlediği rotanın tersine. Bu Homo Sapiens Caretta’lar, ötekilerden farklı olarak bu menzile erişme çabası sırasında büyük gürültü de çıkarırlar; bağırış çağırış ve şapırtıları, teknenin hoparlörlerini bastıracak düzeye çıkabilir.

Teknelerin kumsal önünde kurduğu sahnede cereyan eden bu ses, müzik ve hareket etkinliğine, bir süre sonra dumanlar da eşlik etmeye başlar, ardından da kebap kokuları. Siz eğer, denize rahat girebilmek için, öğlen öğününü, Sığacık pazarından aldığınız taze börülce, salata ve haşlanmış yumurtadan oluşan bir menü ile hafif geçirmeyi düşünmüşseniz, bu baştan çıkarıcı kokulara dayanmanız çok kolay olamayacaktır.

Sonra, aniden sesler kesilir, insanlar teknelerin gölgeliğinde kaybolur; müziğin temposu hafifler: artık beslenme saatidir.

En çok yarım saat sonra, yeni bir hareketlenme; müziğin temposu ve volümü yeniden yükselir, demirler alınır, teknenize sürünürcesine açık denize yönelinir; bu kez güvertedekiler, güneşin, denizin ve tok karınlarının verdiği rehavetle yerlere serilmiş durumdadırlar.  Müzik gürültüsü, koy çıkışının batısındaki kayaların ardında kaybolur; darısı bir sonraki koyun başına. Bu tekneler, her koyda birer-ikişer saatlik  yeme-içme-yüzme molası vererek akşama kadar konuklarını ağırlarlar.

Bu 20-30 konuk kapasiteli ve kısa süreli gezi teknelerine bir sempatim var, arabalarıyla kumsala dalan tatilcilerden daha "çevre dostu" sayılırlar. Biraz da müzik ve müzik yayan cihazlar konusunda özel bir kalıcı eğitimden geçirilme şansları olsa. Ama Sığacık'taki müezzin de sanırım aynı katkıyı bekler durumda.

Kıssadan hisse:

1.      Bu koylara giderken, önce gezi teknelerinin programlarını öğrenin ki, bu şöleni görmek istiyorsanız zamanınızı ona göre ayarlayabilesiniz.
2.      Kara yolu ile ulaşılamayan bu sakin koyların denizi ve kumsalları, çevre kirliliğinden kendilerini koruyabiliyorlar, karaya yüzerek çıkıldığı için insanlar isteseler bile çöplerini bırakma olanağı bulamıyorlar. Özetle, gezi tekneli günü birlik rekreasyon çözümünün yaygınlaşması için dua edin.
3.      Gezi teknelerinin koydaki olası konumlarını da önceden öğrenin ki, ses ve kokulardan yararlanma tercihiniz göre, rüzgarı da dikkate alarak kendi demirleme noktanızı belirleyebilesiniz.


PROF. DOĞAN KUBAN’IN MERGUS’U ZİYARETİ

Sığacık Temmuz’unun bizim için ikinci önemli olayı, 10 Temmuz Salı akşam üzeri, hocamız Doğan Kuban’ın, eşi Prof. Canan Erzen ile birlikte, Teos Marina’da bizi ziyarete gelmesi idi. Birlikte Sığacık kale içi mahallelerini dolaştık. Bilinçsiz yapılan onarımlarla özgünlüğü tamamen yitirilmiş evleri gördükçe “hiç bir şey kalmamış” diye söylenmekten kendini alamadı. Ama Selçuklu dönemi camiyi ve özellikle kiremit kaplı kubbelerini çok sevdi; sonradan yapılan minareyi ise eleştirdi.

Özgünlüğünü henüz yitirmemiş, iki katlı metruk kerpiç evi görünce önce sevindi, sonra “maalesef böyle bir yapıyı restore edecek bir uzmana artık sahip değiliz” diyerek hayıflandı.

Herkesin birbirine "Hoca" diye hitap ettiği bu günlerde, Prof. Kuban'ın bize sahiden hocalık yapmış oluşu ile ne denli öğündüğümüzü anlatamam. Sadece  gençliğimizdeki üniversite hocalığı ile değil, daha da önemlisi bu günlerde yazdıkları ile yaptığı katkının hakkını hiç bir zaman ödeyemeyeceğiz.
Bu tür yerleşmelerdeki yapıların bilinçli restorasyonu konusunda İtalya’daki çözümün benzeri bir uygulamanın yararlı olabileceğinden söz etti. Orada, her yerleşmenin sorumluluğunu taşıyan, yetkili ve deneyimli bir mimar, hem yol gösterici hem de denetleyici olarak görev yapıyormuş. Böyle bir uzmanın yönlendirmesi ile, yanlış restorasyonlar önlenebiliyormuş ve tüm yerleşmenin mimari karakteri korunabiliyormuş.

Sohbetimizi, gün batımı ışıkları eşliğinde, balıkçı barınağındaki lokantalardan birinde sürdürdük. Gördüğü olumsuzlukları, sadece gazete yazılarında ve kitaplarında değil, hiç çekinmeden çarşıda, pazarda, bindiği takside bile dile getiren, ama her zaman yakınmanın ötesinde, bir sistem içine oturtarak analiz eden, çözüm öneren, hepsinden önemlisi, toplumun geleceği için umudunu hiç bir zaman yitirmeyen hocamıza Allah sağlıklı ve uzun bir ömür versin.

Gün batımında Sığacık'a tepeden bakmak için, sıcağa aldırmayıp, Teos Koyu'na giden yokuşu tırmanmaya değdi doğrusu.


17 Haziran 2012 Pazar

SIĞACIK'TA ALTI GÜN


11-16.Haziran 2012

Üç hafta aradan sonra, yine Mergus’tayız. Bu kez Teos’ta. İlk bakışta tekne bıraktığımız gibiydi; güvertede bir tur atınca, hindistan cevizi kabuğunun parçalarına benzer nesnelerle kaplı olduğunu farkettik. Onları toplayıp güverteye su tuttuğumuzda ise, bir takım siyah noktacıkların eriyip siyah mürekkep halinde güverteye yayıldığını gördük. O anda bu olaya akıl erdiremedik.

Yıkama faslı biterken, pantondan gelen “hoş geldiniz” sesine döndük ve Savaş Arca ile tanışmamızla birlikte bilmecenin yanıtını da öğrendik: Bir gece önceki Hadise-Ferhat konserinde patlatılan havai fişeklerin yağdırdıkları imiş gördüklerimiz. Rüzgar altında kalan teknelerin hepsi bu yağmurdan paylarına düşeni almışlar. İnsanların, gözlerinin içi gibi baktıkları teknelere yönelik  bir mini sabotaj.

Bu konser, bizi marinaya getiren taksi sürücüsünün de canını sıkmış: “dün hiç iş yapamadık, beş dakikalık yolu bir saatte gitmek zorunda kaldık, konserin bedava olduğunu öğrenen tüm İzmir halkı, arabaları ile Seferihisar havalisini bloke etti; trafik polisleri de ‘bu gün böyle’ demekle yetinip, herhangi bir çözüm çabasına girişmediler.”

Hiç değilse Teos Marina için iyi bir reklam oldu mu acaba?

Bu gezi için planladığımız seyir alanı

Savaş Bey, İstanbul’dan sadece teknesini değil, ailesini de kaçırıp Teos’a yerleşenlerden; teknesine nazır bir evde oturmanın da ayrı bir tadı olsa gerek. Bu arada, bir kaç sene Moda’da aynı sokakta oturmuş olduğumuzu da öğrenip karşılıklı şaşırıyoruz; Safa Sokak’ta birkaç bina ara ile oturup yolda karşılaşmış isek bile selamlaşmamışızdır; büyük kentlerde kim kime dum duma.  Burada görüşmek nasipmiş.

Önümüzdeki bir kaç güne yetecek bir alış verişten sonra, Sığacık’ta akşam üzeri yürüyüşüne çıkıyoruz. Dar, gölgeli sokaklardaki kapı önü sohbetlerin arasından geçip kalenin çevrelediği avluyu katettikten sonra balıkçı barınağının rıhtımındaki Burç restorana yerleşip, İclal Hanım’ın önerdiği Ege otlarından yapılmış, karidesli, mantarlı kavurmanın tadına bakıyoruz. İstanbul’da başlayan gün, Teos marina’da Mergus’un ön kabininde son buluyor. “Sıcakta nasıl uyuruz?” diye korkmamıza da gerek yokmuş; gece üşüyüp tepemizdeki heçi kapama gereğini bile duyuyoruz.

Gölgelenen balıkçı.
BİZ NERGİSTEYİZ AMA KEÇİLERDEN SES YOK

Teos çıkışlı ilk seyrimizi, “umumi arzu üzerine”  Nergis Koyu’na yapmaya karar verdik. Bu cümledeki “umum”dan kasıt, “bu civarda ilk gidilecek yer neresidir?” sorusunu bile sormadan, “Nergis’e muhakkak gidin” diyenler. Biz de 12 Haziran sabahı, Teos Marina’dan çıkıp Sığacık körfezini doğudan batıya ıssız koyları izleyerek kıyı kıyı katettikten sonra güneye yöneldik. İnsan yerleşimi olmayan ama balık çiftlikleri ile önü kesilmiş sahili katedip Gök Liman’ın girişine ulaştık.

Sığacık Körfezi'nde balık çiftliği. Gök Liman'dan yargı kararı ile çıkmışlar ama Körfez girişindeki yeni konumları riskli.
Bu arada balık çiftliklerinin Sığacık körfezine batıdan giriş yapanlara nasıl bir tuzak oluşturduğunu farkettim; acaba geceleri özel bir işaretleme yapılıyor mu?

Gök Liman'da sükunet
Gök Liman’a aynı zamanda neden “Kokar” adının takıldığını merak ediyorum; kılavuz kitaplarda sözü edilen balık çiftlikleri koyun dışına çıktığı için koyda olumsuz bir koku ve görüntü yok. Ancak, koya girdikten sonra sancağımızda kalan “mini koy” tam bir hurdalık görünümünde. Gök Liman’da balık çiftliklerinin kalıntısı olduğunu sandığım, kayalara basan ayaklarla kısmen deniz üzerine uzanan barakalar dışında insan yapısı bir nesne yok. Ama, bunlardan birinin önünde çalışan birkaç kişi, varlıklarını duyurabilmek için biz önlerinden geçerken  silah patlatmadan duramadılar; kırkiki pare olsa selamlama amaçlı denebilirdi belki.

Bu minik koy, Gök Liman'ın bir kolu, ama sanki kimse demirlemesin diye özenle tatsızlaştırılmış.
Vakit öğlene yaklaşıyordu. Daha önce bağlanmış iki yelkenliden artmış üçüncü şamandırayı geçip demir atmaya kalkıştığımızda teknedekiler seslendi “şamandıraya bağlan, demire gerek yok”. Ben “sahibi gelirse diye bağlanmadım” deyince, “bunlar sahipsiz” dediler. Daha sonraki günlerde öğrendiğimize  göre, bu şamandıralar, yargı kararıyla koy dışına çıkartılan çiftliklere aitmiş ve geri dönüş umuduyla burada tutuluyorlarmış.


Gökliman

Şamandıraya bağlanıp, doğanın bu olağanüstü sahnesinin ortasında denize girip kahvemizi içtikten sonra, yeniden yola koyulduk. Limanın çıkışında, Sahil Güvenlik tarafından kullanıldığı söylenen büyük şamandırayı iskelemizde bırakacak biçimde ağır ağır seyrederken, “Yavaş Yavaş” adlı yelkensiz yelkenli tekne, adına ihanet edercesine son sürat şamadıranın aynı tarafını nişanlamış olarak gelmeye başladı. Biz son anda şamandırayı sancağımızda bırakma manevrası yapmak zorunda kaldık. Sonradan düşündüm, belki de böyle dar geçitlerde ortada şamandıra varsa, tekneler bunu sancaklarında bırakmak zorundadırlar. Bir bilen beni uyarsa iyi olur.

Nergis Koyu’na ulaştığımızda güneş yeni yeni alçalıyordu. Tam ortaya ardarda dizilmiş 5-6 tekne, koyu boydan boya kaplamıştı. Onların yanından geçip koyun dibine yakın bir noktaya demir atmaya kalkıştığımda, 3 metre olan derinliğin, rüzgarın dönmesi durumunda sorun yaratacağını farkettim ve demiri alıp koyun genişlediği bir noktada ikinci sıra oluşturmaya karar verdim.

Bizim demirleme manevralarımızda, alışılanın tersine Çelen dümende oluyor; özellikle dalgalı denizlerde benim baş tarafta bulunmam daha güvenli. Aramızda kararlaştırdığımız işaretlerle, motoru ve dümeni yönetiyor. Yine öyle bir uygulama yaptık; bu arada Çelen, elektroniklerden gelen yetersiz derinlik uyarılarını da bana iletiyor. Gerçi burada denizin dibi kabak gibi ortada, kum taneleri bile tek tek seçiliyor (“kabak gibi” deyimi de hep kafamı kurcalamıştır; kabak nasıl oluyor da başka nesnelerden daha iyi görünebiliyor acaba?).

Daha önceki seyirlerimde, demir şamandırasının batar halatı zincire dolanıp çapariz verdiğinden, bu kez özel olarak bir yüzer halat alıp şamandıraya bağlamıştım. Böylece artık halatın pervaneye dolanma riski de ortadan kalkmış olacaktı. Bütün bu demir atma-toplama sürecinin ortasında, yeni halattan iki metrelik bir parçanın suda yüzdüğünü farkettim; Evet halatımız gerçekten yüzer tiptendi ama gerisi neredeydi? Bir süre sonra demir şamandırası da halatın geri kalanıyla birlikte yanımızdan geçip gitti; oysa demir henüz dipte idi; pervane görevini yapmıştı, ya halat?

Durum, tekneyi sabitleyip yüzme molası verdiğimizde iyice açıklık kazandı: Gözlük ve palet ile dalıp baktığımda, halataın iki-üç metrelik bölümünün hala pervanenin gerisinde, şaftın çevresinde sıkıca sarılı olduğunu, ama halat kesici ile kovan arasında da iyice sıkışmış hatta kısmen kovana sızmış bir halat yumağının bulunduğunu gördüm. Bunları bıçakla kesip ayıklamam 7-8 dalışı ve yarım saatlik bir uğraşı gerektirdi.

Nergis Koyu'nda özgür tekneler; her biri farklı bir yöne bakabiliyor; sanki demirde değiller.
Bu arada, daha önce hiç kafa yormadığım bir durum izledim: Güneş batarken, günübirlik gelen tekneler koyu terkederken, geceleyecek tekneler koya girip demirlemeye başladı ve böylece 10-12 tekne olduk. Bir ara baktım, havadaki ve sudaki hareketsizliğin sonucu, teknelerin her biri başka tarafa yönelmiş. Oysa alıştığım görünüm demirdeki tüm teknelerin, rüzgarda bekleşen martılar gibi, tek bir yöne dönmüş paralel duruşlarıydı. Zincirler boşta sallanıyor, demirlerin ne tarafta olduğu belli değil. Öyle ki bir ara baktım bizim demir teknenin kıç omuzluğuna yakın bir noktada dipte kumun üzerinde yatıyor; sanki başka birine ait.

Nergis'te, deniz ile karanın kardeşliği.
Denizin tadını sadece bu berrak suda yüzerek değil, daha sonra gün batımına kadar, denizden yansıyan ışıkların kayalar ve yeşil maki örtüsü üzerinde yarattığı ışık oyunlarını izleyerek çıkarttık. Ne rüzgar ne de dalga vardı; sadece koyun girişindeki deniz hafifçe kıpırdayıp kayalara sürtündükçe, akan ince bir derenin yarattığı müziğin benzerini çevreye yayıyordu. Gün batımında söyleşen geveze kuşlar bu müziğe eşlik ediyordu. Ama kılavuz kitaplarda sözü edilen ve bu saatlerde yamaçlardan inerken çıngıraklarıyla koya farklı bir müzik yayması beklenen keçi sürüsünden haber yoktu. Hava tamamen karardığında, yıldızlarla dolu olağanüstü bir gökyüzü, gecenin son ama en görkemli gösterisi oldu.

Sarpdere Limanı

SARPDERE’DE  ÇAĞDAŞ KADINLAR HAMAMI

Nergis Koyu’nun sessizliğinde uyanmak, biz kentlerin gürültüsüyle yaşamaya alışmış olanlarda bir tür sarhoşluk yapıyor; aynı temiz havanın çarpması gibi. 13 Haziran sabahı, günün ilk ışıklarıyla, öteki tekneler koydan ayrılınca biz, “koy kapatmış ağa” duygusuyla denizin tadını çıkardık. Öğleye doğru, istemeye istemeye demir aldık.

Sarpdere Limanı'nın bitiminde bir yazlık site.
Dönüşe geçmeden önce, Nergis’in açıldığı Sarpdere Limanı'nı da bir dolaşalım dedik ve bu sayede, limanın dibindeki sitenin modern “kadınlar hamamı”nı görme fırsatını yakaladık.

Çağdaş "kadınlar hamamı"
Sarpdere Limanı'nın dibine ulaşmadan önce doğuya ayrılan mini koyu uzaktan da olsa incelemek yararlı oldu; çünkü Nergis herhalde yazın ilerleyen haftalarında tıklım tıklım dolacak, bu ikinci çıkmaz sokak, demirleme için değişik bir seçenek yaratacak.

Nergis'te yer bulamayanlara Sarpdere Limanının dibine yakın ikinci bir koy.
Kırkdilim Limanı’nı keşfetmek üzere yeniden yola koyulduk; rüzgar yok denecek kadar hafif; zorunlu olarak motora kuvvet gidiyoruz. Tektaş Adası çevresindeki ilginç kayaları izlerken rüzgar 5 knotun üzerine çıktı, biz de yelken açtık; 3 knot hızla Kırkdilim’in ağzının ortalarına kadar gidip, bir tramola ile limanın içine girmeyi planlıyoruz.

Tektaş Adası; ana karaya yapıştırılmayı bekliyor.

Tektaş çevresinde kaya biçimlenmeleri.
O anda, dört gurcatalı, yaklaşık 60 ayak boyunda siyah gövdeli bir tekne, yelkenleri kapalı olarak sancağımızdan geldi ve hayran bakışlarımız arasında önümüzden süzülerek limana girdi; birbuçuk mil kadar ileriye demirledi. Biz de yelkenimizle koyu derinlemesine katedip, neredeyse yarım saat sonra, siyah kuğunun yanından geçtik ve sahile yakın bir konumda, boyumuza uygun bir derinliğe demirledik.

Teke Burnu çevresinde üç liman: Gök, Kırkdilim ve Sarpdere

Bu sırada, siyah teknenin botu koyun dibindeki plajı incelemiş geri dönüyordu. Biz o kadarına zahmet etmeyip dürbünle, canım kumsalın çöplüğe dönüşmüş durumunu gözledik; botun gitmesi ile dönmesinin bir olma nedenini anladık. Sonra düşündüm, bu da kıyılarımızı tekneli turistlerden korumak için bize özgü bir yöntem olabilir; bu insanların da bir daha buraya geleceğini sanmam.

Kumsalın bakımsızlığı ve pisliği bir yana, hem iki yanımızda yükselen yeşil yamaçlar, hem de deniz dayanılmaz güzellikteydi. Tam suya atlayacaktık ki, deniz yüzeyi köpüklü bir tabaka ile kaplandı. İlk aklımıza gelen, siyah teknenin kumsalda güneşlenme olanağının elinden alınmasına kızıp sintinesini boşaltmış olması idi. Derken o tekne demir alıp gitti, ama kirlilik, açık denizden doğru akın akın gelmeyi sürdürdü. Siyah kuğunun günahını almışız. O zaman anladık ki, açık denize doğrudan açılan koyların kaderi bu; demek ki Nergis Koyu temizliğini, açık denize dolaylı bağlanmasına borçlu.

Serdümen Çelen Kırkdilim Limanı'nı terkederken.


SIĞACIK-DOĞANBEY ARASI: YURDUN KAN AĞLAYAN YARASI

İnsanların bir araya gelip, topluca bir üretim yapmaları için geliştirilmiş örgütlenme biçimi olarak “Kooperatif”  kavramı, ilk bakışta “olumlu” bir anlam taşır. Ama bu bir araya geliş, doğayı topluca katletmek amacını yönelikse?

Kooperatif eliyle çevre tahribatı.
14 Haziran seyrimiz, bu hazin manzarayı izleyip, kurtarabildiklerimiz için şükretmek amacını taşıyordu. Kooperatiflerden arta kalan yerlerdeki kaya formasyonları sayesinde kıyı henüz ilginçliğini koruyor. Kooperatiflerin de tümünün hakkını yemeyelim; Doğanbey Burnu’na yakın bir tanesi, yapıların tek katlı oluşu ve çevreyi ağaçlandırması sonucu, olumlu bir örnek görünümünde; zaten önemli olan denge: “Bir doğa parçası ne kadar bina kaldırır?” sorusuna doğru yanıt bulabilmek. Başarısız yemek tariflerinde olduğu gibi “kaldırdığı kadar beton“ koymaya kalkarsak işin tadı kaçıyor.
Çevreye saygılı bir kooperatif girişimi örneği.
Doğanbey Burnu’na kadar, zaman zaman çok güzel yelken yaparak, yolun yarısını da yine motorla katederek gidip döndük. Rüzgarın yönü sürekli oynuyor, hızı da neredeyse beş dakikada bir 3 ila 10 knot arasında değişiyordu. Ama ana hatları ile lodos egemendi.

Kormen


Kormen Adası

Teos harabelerinin yamacındaki yelken eğitim tesisinin açığında, onlarca yelkenlinin arasından geçmek mutluluk vericiydi. Bunlar arasında gözümüze çarpan “yelkenli lastik bot” ile ilk kez tanışıyorduk. Bu değişken rüzgar, eğitim ve alıştırma için uygun bir ortam yaratıyor olmalı. Biz de, yelken aça kapaya epey cimnastik yaptık doğrusu; bu antrenmanlarda, Çelen tekneyi rüzgara döndürme ve sarma halatlarının karşılığını gergin tutma sorumluluğunu üstleniyor. Ben de yelkenleri açıp kapama işini olanaklar ölçüsünde vinç kullanmadan yapmaya çalışıp, geceyi bel ağrısı ile geçiriyorum; özellikle cenovayı geri sararken vincin gücünü kullanıp, herhangi bir çapariz durumunda sarma sisteminin canına okumayı göze alamıyorum. Yelken trimi konusunda ise daha çok yol katetmem gerekiyor; yanımda taşıdığım kitapları okuyarak fazla yol alamıyorum; ancak deneme-yanılma ile doğru yolu bulacağımı sanıyorum.


Teos antik kenti önünde yelkenciler



Yelkenli şişme botta eğitim
Dönüş yolunda, lodosun kaldırdığı dalga iyice arttı. Çelen otopilotu daha fazla zorlamamak için dümen tutmayı sürdürüyor, arada bir yelkovan kuşlarını görüp heyecanlandığı durumlarda otomatikliği biraz şaşsa da. Bu kuşları hep, hızla bir o yana bir bu yana uçarken görmüşüzdür; ilk kez topluca su üzerinde oynaşırken görmek gerçekten heyecan verici idi. İnsan böyle aniden ortaya çıkan durumlarda bakakaldığı için, fotoğraf çekmeyi unutuyor. Hoş unutmasa da hem bizim hem onların hareketli olduğu bu anı fotoğraf ile kaydetmek öyle kolay değil; bu nedenle de genellikle sine kamera ile hareketli film çekmek yeğleniyor. Ama film bana fotoğrafın tadını vermiyor nedense.


Kormen Adası kayalıklarında sıkışıp kalmış gibi görünen bu tekne, aslında oradaki ılıcayı ziyaret ediyor olmalı.

BAĞLI TEKNEDE İKİ GÜN

İyi ki, ilk üç gün denizdeymişiz; sonraki iki gün, 20-30 knotu bulan poyraz, bizim gibi amatörlerin gözünü korkuttu ve bizi de tekneyle birlikte marinaya bağladı. Bağlandığımız panton, limanın ağzına ve dolayısıyla lodosa en yakın olanı. Bu nedenle de rüzgarın etkisinin ve daha önemlisi sesinin en çok hissedildiği bir konumdayız

Bir çok tekne sahibi, Cumartesi günü, hatta Cuma gecesinden, aileleri ya da arkadaşlarıyla teknelerine geldiler. Deniz mevsimi de başladığından, yakındaki koylara bağlanıp yüzmek ve güneşlenmek hevesindeler. Ancak bir “kursakta kalma” durumu söz konusu (bu tabir de çok ilginç, kursakta kalmadığında geviş getirme aşaması başlayacak ki biz insanlar için ne kadar ilgi çekici olur bilmem). Bazı tekneler, yine de limandan çıkmayı göze aldılar,rüzgar karadan estiğinden yüzülecek koylar dalgalı değilmiş. Ancak, rüzgar, yumurta kabuğu gibi ince ve hafif gövdesi olan bu tekneleri fazlaca etkiliyor; yani gidiş gelişte, alışık olmayanları huzursuz edebiliyor.

Kimi tekneler de rüzgara karşı bağlanmış oldukları için, çıkışta ve dönüşte sorun yaşayabiliyorlar. Fatih Türkkan’ın Old City’sini, seyir dönüşü marina görevlileri üç bot ve beş kişiyle ancak zaptedip yerine yönlendirebildiler, teknedeki dört kişinin de katkısı ile; ama itiraf etmeliyim ki bu işi tereyağdan kıl çeker gibi başardılar, tabii kaptanın da başarısı ile. Oysa seyre çıkılırken, yardımcı botun pervanesine halat dolanınca bir anlık duraklamayı affetmeyen rüzgar, teknenin kafasını hızla sancağa yönlendirmiş, yanındaki teknenin küçük ve alçak olması nedeniyle de ciddi sorunlar yaşanmıştı. Marina görevlilerini, dönüşü yeterince ciddiye almış olmaları nedeniyle kutlamak gerek; kaptanı da.

Sığacık kalesi ve balıkçı barınağı;
 24 saat boyunca her an bir iki teknenin girip çıkmakta olduğu hareketli ve renkli bir görsel eğlence
İki günü marinada bağlı geçirmek işe yaradı, kasabayı en azından günün serin saatlerinde dolaşma fırsatı bulduk. Yeni gelişmelerin, eski yerleşmenin dışında oluşması sayesinde, sur içindeki özgün doku büyük ölçüde korunmuş: kapı önüne atılan sandalyelerde komşu sohbetlerinin sürdüğü dar sokakları, az katlı küçük ölçekli minik avlulu konutları, yol kenarı ve pencere içi saksıları, avare kedileri ile geçmişten günümüze bir mesaj.

Sığacık'ta sokaklar evlerin devamı: "ortak kullanılan misafir odası"
Sığacıkta sokaklar
Çocukların oyun için buluştuğu mekanlar
Sığacık'ta sokaklar,
aynı zamanda çiçeklerin paylaşıldığı bahçeler

Bu kuvvetli rüzgar, nicedir ihmal ettiğim kimi işleri daha fazla geciktirmemem gerektiğini de anımsattı: bağlama halatlarımı yenileri ile değiştirdim, tonoz halatına bir yangın hortumu geçirdim, cenova geri sarma halatının, yaradana yan bakan yönlendirme makaralarını düzene soktum. El projektörünü şarj ettim, falan, filan. Bu arada Çelen de tekne içinin bakım ve temizliği ile ilgilendi; dağınıklığı toparladı.

İşlere ara verdikçe havuzlukta oturup kitap okuduk, günlük gazetelerin saçma haberlerine göz gezdirdik, Cumhuriyet’in Bilim Teknik ekinde Doğan Kuban’ın yazısını okuyup her zamanki gibi kendisine hak verdik ve bu yaşında hala umudunu yitirmeden kalemi ile yaptığı mücadeleye hayranlığımızı yineledik; bağırışarak deli gibi koşturan kırlangıçları izledik, bu arada tabii ki televizyondan uzak kalmanın tadını çıkardık; kabindeki radyoyu açıp, kendi kanallarımızda bir klasik müzik bulabilir miyiz diye epeyce aradıktan sonra Yunan radyosundan Petruşka bale müziğini dinleme olanağını bulduk; TRT3’ün klasik müzik yayınının izlenmesini olanaksız kılanları andık. Arada bir, Sahil Güvenlik radyosundaki özenle seçilmiş popüler müzik parçalarına da kulak verdik. Oldukça nitelikli klasik Türk müziği yayını yapan bir radyo kanalı bulduk ama bunun hangi radyo olduğunu öğrenemedik, keşke arada bir bilgi verseler (radyo alıcısının ekranında da nedense kanal bilgisi görüntülenmedi).

Cenova iskotalarını paylaşan kırlangıç çifti

Pantonlar, marinaların dar sokakları gibi; insanlar burada “sosyalleşiyorlar”, havuzlukta oturmuş bir şeyler okurken, ya da güvertede bir iş yaparken, gelen geçenle de ayak üstü sohbet ediyorsunuz. Bu da bize  kentlerde kaybettiğimiz komşulukları yeniden yaşama olanağı veriyor. Biz de böylece, sadece internet üzerinden tanıştığımız Nurettin İşletici ve Fatih Türkkan ile tanışma fırsatını bulduk. Tanışmadığımız niceleri ile de görüştük. Ne mutlu bize.

Mergus'un sokağı: A Pantonu
teknelerin ve insanların komşuluk yaşadığı bir mekan

Gezdiğimiz bölge