11 Ağustos 2012 Cumartesi

SIĞACIK, ÇAMCAZ KOYUNUN SAATLİK SAKİNLERİ

Eni de, boyu da hepsi hepsi 150 metre olan bir doğal havuz; 10 metrelik Mergus bile bir numara bol geliyor Çamcaz Koyu’na. İkinci bir tekne gelse, zincirleri birbirine dolanacak. Erken kalkan demirler. Biz biraz geç kaldığımız için, daha önce demirlemiş bir teknenin koyu terketmesini bekledik.
38 12.550N  26 46.400E


BİZDEN SONRAKİ İLK KONUKLAR:

Henüz demir atmıştık ki, koyun güneyindeki burnun ucunda, bir lastik bot belirdi, üzeri beyaz tenteli, kıçtan takma motorlu; içinde bir genç adam, bir örnek sarı-yeşil can yelekleri ile üç orta yaş üstü hanım ve bir de botu yöneten görevli ile.  Kıyıya yakın bir konumda mini demirini atar atmaz, görevli dışındakiler de kendilerini denize attılar.

Koy, Teos Marina girişine bir deniz mili uzaklıkta, bot ile katedilen yolda kuvvetli bir rüzgar var ama dalga zararsız. Yine de hanımlar can yeleği giyerek önlemlerini almışlar. Belli ki, disiplinli bir düzenden geliyorlar. Ama marina içindeki teknelerden birinin botu olma olasılığı yok gibi; marina girişine yakın demirlemiş teknelerden birine ait olduğunu sanıyoruz.

Hanımlar önce kumsala yüzüp biraz güneşlendiler. Sonra da her biri, ötekilerle küsmüşçesine, ayrı bir yöne doğru yüzerek berrak suyun ve sükunetin tadını çıkardılar. Delikanlı ise koyu enine boyuna katederek uzun bir yüzme antremanı yaptı. Görevli, botun içinde oturmayı sürdürdü; bir ara, yakınında yüzerken kendisiyle selamlaştık.

Bir saatlik bir deniz sefasından sonra geldikleri gibi sessizce koyu terkettiler. Sadece hanımlardan birinin denizden bota çıkması sorun oldu; komando eğitimi almamışlar için, doğru düsürt tutunacak bir yeri de olmayan lastik bota tırmanmak pek kolay olmasa gerek. Sonunda genç adam denize atlayıp verdiği destek ile sorunu çözdü.

Bu tekneye çıkma operasyonu bana, 40’lı yılların sonlarında, İzmit Körfezi’nin şimdi fuar alanı olmuş kumsal sığlıklarında ailece yaptığımız “deniz banyolarını” anımsattı. Köfteleri, dolmaları yapıp, karpuzumuzu aldıktan sonra, Halkevi’nin önündeki rıhtımdan kiraladığımız, süslü tenteli kayıklardan biri ile, kürek çekerek körfezin dibine, boyumuzu aşmayacak kadar sığ noktasına gider, orada sandaldan denize “inerdik”; annem ile babam dışında hiç birimiz henüz yüzme bilmediğimiz için, denize “atlardık” diyemiyorum. Gün sonunda, hepimiz, bir biçimde kayığa çıkardık ama anneannem yüzünde çaresiz bir ifadeyle denizde kalırdı. İşte asıl eğlence o zaman başlardı. Çünkü, kendisi dahil herkes gülmekten kırıldığı için onun tekneye alınması, 10-15 dakikalık bir operasyona dönüşürdü.

 
Deniz renginde bir minyatür liman


İKİNCİ KONUKLAR

Lastik bot henüz gözden kaybolmuştu ki, pancar motorlu dört metrelik bir kayık, içinde dört delikanlı ile, bağırış çağırış burnu döndü. Askerlik çağında ve belki de izinli asker durumundaki saçları sıfır numara kesilmiş gençler, delikanlılıkları ile çelişkili gibi görünen tiz çığlıkları eşliğinde, önce demir attılar, sonra da 100 metrelik bir koltuk halatı ile sahildeki kayalara bağlandılar; doğrusu genel tutumlarından beklenmeyecek kadar ciddi bir önlem gibi göründü bize.

Denize atladıklarında da, balık sürüsüne üşüşen martılar gibi çığlık atmayı sürdürdüler. Ne attıkları çığlıklar, ne de sudaki çırpınmaları, o yaştaki enerjilerini tüketmeleri ve sakinleşmeleri için yeterli olamıyordu.

Aynı yaşlardayken biz nasıldık ki? Üniversitede okurken, Kurbağalıdere’den arkadaşlarla sandal kiralayıp, Kalamış-Moda arasında denize girdiğimiz 60’lı yıllarda, bizim de enerjimiz taşıyordu; ama enerjiyi sesle boşaltma yeteneğimiz gelişmediği için daha çok birbirimizin elbiselerini ya da sandalın küreklerini denize atmak gibi yöntemlerimiz vardı. Ayrıca, kayıkta erkek erkeğe olmadığımız için, kendimizi frenleme gereği de duyuyorduk.

Bir ara, dördü de aynı anda kayığa çıktılar ve koya sükunet “avdet etti”; karpuz yiyorlardı. Şu karpuzun yararları saymakla bitmez.


ÜÇÜNCÜ KONUKLAR

Henüz ikinci konuk grubu koyu terketmemişken, burnun ucunda bu kez altı metrelik bir ahşap kayık belirdi; içinde çoluk çocuk 7-8 kişilik tam boy bir aile ile. Kıyıya yaklaşırken bikinili genç bir kız, daha fazla bekleyemeyip hemen denize atladı. Tekne, kumsala iyice yanaşıp paçaları sıvamış yolcuları ve nevaleyi indirdikten sonra, 10-12 metre açılıp demirledi. Suya en çok bir metre uzağa kumun üzerine yaygılarını yayıp kavurucu güneşin altına yerleştikten sonra ailenin öteki bireyleri de denize girmeye başladılar.

O kadar kişiden, koyda yankılanan tek bir ses çıkmadı. Yüzme faslı bittikten sonra, yaygının çevresinde toplanıp öğlen yemeklerini yediler.

Ailenin deniz kıyısı “pikniği”, beni yine çocukluk anılarıma götürdü:

Hafta sonları, hiç değilse yılda bir kaç kez, İzmit’ten vapura binip Değirmendere’ye gittiğimiz 50’li yıllar. Çınarlar denizin hemen dibinde, gölgeye yaygıyı yaydığınızda denize de bir adım uzaklıktasınız. Babam her zaman vapura son anda yetişir ve ailece bir küçük heyecan yaşarız (belki de o nedenle, her vasıtaya, kalkışından yarım saat önce gidip beklemeyi yeğleyen bir huy oluştu bende). Değirmendere’de deniz aniden derinleşir, yüzme bilmediğim için, denizde en çok beş adım atar, daha öteye gitmeye çekinirim. Babamın yüzme öğretme girişimleri çığlık çığlığa reddedilir. Yüzmeyi, yıllar sonra Tütünçiftlik’te kendi kendime öğrendim; orada deniz tedricen derinleşiyordu ve doğru dürüst yüzen arkadaşlar örnek oluyorlardı.

İkinci grup konuklar, koltuk halatını ve demirini topladıktan sonra, yine martılar gibi bağrışa bağrışa koyu terkettiler.

Teos Marina'dan sadece bir mil uzakta; isterseniz yüzerek gidin

BİRİNCİ KONUKLAR: MERGUS TAYFASI

Biz akşam üzeri İstanbul’a döneceğimiz için, Marina’ya yakın bir koyda demirlemeyi hedeflemiştik, Çamcaz’ı keşfederek amacımıza da ulaştık. Adının neden Çamcaz olduğunu merak etmekle birlikte, kendimizce bir yorum getirmekten geri durmadık. Çelen bir ara koyun kuzeyindeki kayalık yamaçta, tek başına duran bir küçük çam ağacı göstermişti. Döndükten sonra düşündük: “Acaba koyun isim anası o ağaç mıdır?”

Koyun derinliği, 3-4 metre kadar; genel yapı kum olmakla birlikte yer yer dip kayaları da var. Ama su berrak olduğu için, dibi görerek demir atma olanağını bulduk. Zaten koyun dışında 15-20 knot esen kuzeyli rüzgarlar burayı fazla etkilemiyor; koyun ağzı batıya bakıyor.

Marinadan buraya bir yelken açıp-kapama süresinde gelinebiliyor; hatta yelkeni hiç açmayabilirsiniz. Bir kaç saatlik uzaklıktaki koylara yelken ile gidip demirleyip gece de kaldığımızda, buz dolabı; hidrafor ve demir fenerinin, aküleri ne denli zayıflattığını, bir kaç gün önce Demircili Limanı’nda yaşayınca, bu gün biraz daha tedbirli davranma gereğini duyduk. O koydan dönüşe geçmek üzere demir almaya kalkıştığımızda, ırgatın elektrik motoru, sadece bir kaç metre demir toplayabilmişti. Teknenin motorunu uzun uzun yüksek devirde çalıştırıp, arada her seferinde 4-5 metre zincir çekerek, bolca verdiğimiz kalomayı ancak 20 dakikada tekneye alabilmiştik. Ha bu bize ders oldu.

Çamcaz’da demirledikten sonra hemen denize atladık. Su ürpertmedi sayılır; Demircili ya da Papaz Boğazı koylarındakinden 3-4 derece daha ılık. Gerçi oralarda 8-10 metre derinde ve kıyıdan birkaç yüz metre uzakta yüzüyorduk; burada ise kıyı elli metre ötemizde, yüzdüğümüz derinlik 3 metre.

Suyun berraklığını ve ılıklığını fırsat bilip, dümen palasının ve pervanenin üzerinde birikmeye başlayan deniz canlılarını temizliyorum; nefesim yettiği kadar; 3 ayda bile epeyce nüfus birikmiş; ne de olsa onlar tekneyi bizden fazla kullanıyor.

Öğleyin bir şeyler hazırlayıp yemeye kalkıştığımızda farkediyoruz ki, böylesine minyatür bir koyda insan, bir salata yapmaya kalksa, sebzeleri yıkayamıyor, atık su dışarı akıp içilesi turkuaz denizi kirletecek diye, teknenin lavabosunda elini bile yıkayamıyor. Her şeyi önceden yıkayıp hazırlamış olmak gerekiyor. Bulaşık yıkamak ise, söz konusu bile değil. Bu konuda, sıfır numara tıraşlı dört gencin duyarlılıklarını da takdirle anıyoruz; karpuz kabuklarını denize fırlatmayı denemedikleri için.

Akşam üzeri İstanbul’a döneceğimiz için, tekneyi toparlamak ve götüreceklerimizi bavula yerleştirmek gerekiyor; o işi de marinada değil burada yapmak en doğrusu; ardından denize atlayıp serinleme olanağı var. Beş altı günlüğüne Teos’a geldiğimiz için, nevale konusunda planlı davranmamız gerekiyor; yine de kimi yiyecekler artıyor, meyve, kahvaltılık vb; bunları atmaya kıyamadığımız için İstanbul’a taşımayı yeğliyoruz. Keşke verebileceğimiz birileri olsa.

Geri götürdüğümüz bir bavul dolusu nesnenin neredeyse tamamı, giysiler, havlular, çarşaflardan oluşuyor. Marinanın çamaşır yıkama hizmeti, bunları kendimizin yıkamasına olanak vermiyor, ille de onlara teslim edeceğiz, onlar yıkayıp bize getirecekler. 1960’larda, İngiltere’de staj yaparken çamaşırımızı, mahalledeki çamaşır yıkama dükkanlarında (laundrette) kendimiz yıkardık; orta gelir mahallelerinde evlerde çamaşır makinesi olmazdı. Bu düzen Türkiye’yi teğet geçti, nedense. Onlar savaş gördükleri için mi bu denli tutumluydular acaba? Bu günün Türkiye’sinde iş iyice çığrından çıkmış durumda; beyaz eşya seti tamam olmadan, gençler nikah dairesine başvurmuyorlar.

İkindi vakti demir alıp koydan ayrıldığımızda, üçüncü konuk grubu denizin tadını çıkarmayı sürdürüyordu. Daha sonra kimler geldi kimler geçti bilmiyoruz.