12 Temmuz 2012 Perşembe

SIĞACIK’IN TEMMUZUNDA BİR KAÇ GÜN


Mergus ile buluşmak üzere İstanbul’dan Sığacık’a bu ikinci gidişimiz. Deniz otobüsü-dolmuş-uçak-taksi dörtlüsünden oluşan bu yolculuk yaklaşık beş saat sürüyor. Bu yolculuk, öncekinden farklı olsun istedik, önce deniz otobüsü iskelesinde oluşan bir telaş anında bavul denetim aparatında çantamızı unuttuk; sonra da Mergus’a ulaştığımızda, teknenin anahtarını İstanbul’da unuttuğumu farkettim. İkinciyi, çilingir çağırarak çözdük. Ama birincisi kamu güvenliği açısından önemli sonuçlar doğurabilecek bir deneyim idi.


IDO DENİZ OTOBÜSÜNDE BİR SANAL YOLCULUK

Kadıköy-Bakırköy seferini yapan deniz otobüsüne bindikten hemen sonra, çantayı unuttuğumuzu farkettik ve hemen teknede bir görevli aramaya başladım. Bütün kapıları açtım; kilitli olan kaptan köşkü kapısını bile zorladım, çıkılmaz denen güverteye de çıktım, ama bir allahın kuluna ulaşamadım. Telefona sarıldım; İDO’nun mekanik sesi, canlı birine ancak bir saat sonra ulaşabileceğimi söylüyordu; henüz uyanmamışlar. Sanki bir bilim-kurgu romanındaydık; sessiz sedasız oturan bir kaç yüz kişi, benim gemi içindeki koşuşmalarımı izliyor ama nedenini sorma gereğini duymuyordu. Acaba onlar da sanal mıydı? Birisi kalp krizi geçirse ne olacaktı? Ya da birisi yolculara zarar vermeye kalkışsa?

Bakırköy iskelesine yanaşıp kapılar açıldıktan sonra gemi görevlileri sanal alemden çıktılar. Hep birlikte kahvaltı ediyorlarmış!!! Eğer birisine ulaşabilseydim, bir sonraki gemi ile çantayı Bakırköy’e iletmelerini isteyecektim; ama artık o gemi de Kadıköy’den hareket etmişti. Sonunda Çelen, Kadıköy’e döndü çantayı alıp yeniden Kadıköy-Yenikapı-Bakırköy seferini yaptı ve hava alanına ulaştı.

Bütün bunlardan sonra aklımda bir soru kaldı: nerede kahvaltı ediyorlardı da ben kendilerine ulaşamadım? Yoksa kahvaltı da mı sanaldı?


TEOS MARİNA’DA BİR HAFTA SONU

Büyük kentlerin yakınındaki marinaların kendi rutin bir yaşamları var. Hafta içi görece sakin oluyorlar. Cuma akşam üzerinden başlayarak hareketleniyorlar. Teos Marina da böyle bir konumda.

İstanbul’dan çıkıp 6 Temmuz Cuma günü öğlen vakti Mergus’a ulaştık. Basit bir şeyler hazırlayıp yedik. En çok bir hafta kalacağımız için, ikindi mikindi dinlemeyip hemen denize çıktık. Kuzeyli rüzgarları karadan alan ve her biri bir kaç teknelik bu minik koylardaki yerler daha şimdiden tutulmuştu.  Koyların dışında ise rüzgar 20’li knotlardaydı. İlle denize girme niyetimiz olmadığı için, hava kararmadan marinaya döndük.

Hafta sonu tatilini değerlendirmek için gelenlerle marina nüfusunun artmaya başladığını, WC-duş tesislerinden anlayabiliyorsunuz. Bilirsiniz, biz her tür kağıdı bol kullanan bir milletiz, yazılı olmamak koşuluyla tabii. Cuma akşamından başlayarak WC’nin çöp kutuları kağıt havlu atıklarını almaz oldu. Cumartesi ve Pazar sabahları, erken saatlerde ise zemine yayılan kağıtların üzerinden atlamak zorundaydık. Bu durumun oluşmasında, yeni icat havlu-kağıt veren makinelerin ayar bozukluklarının da etkisi olsa gerek, bir el kurulamak için size verdiği kağıtla vücudunuzun tamamını kurulayabilirsiniz.

Nüfus artışının ikinci ve en belirgin göstergesi açık alanlardaki çöp kutuları: sık sık büyük hacımlı “konteynerler” yerleştirildiği halde, yürüme özürlü insanlar, çöp torbalarını, torbanın yarısı büyüklükte de olsa en yakındaki çöp kutusuna tıkıştırmaya çalışıyorlar, külahtaki dondurma misali. Pazar akşam üzeri, tatili sona erip de evlerinin yolunu tutanlar için ise, çöp kutuları, çevresine çöp yığılacak işaret levhası görevini görüyor. Bu bölgenin güçlü rüzgarları da bu durumu fırsat bilip çöpleri çevreye yayma konusunda ellerinden geleni yapıyor. Marina yönetiminin bu belli gün ve saatlerde, çöp toplama hizmetini sıklaştırmaları bu sorunu çözer mi bilmem?

Hafta sonu, Sığacık yerleşmesi ayrıca canlanıyor; Seferihisar Belediyesi’nin düzenlediği etkinliklerin de katkısıyla. İstanbul-Sığacık yolculuğuna, teknenin dış temizliği ve kısa bir deniz seyri eklenince epeyce yorulmuştuk; gece bastırınca da Mergus’un güvertesinde dinlenmeye “çekildik”. Önce sadece direklere vuran halatlardan oluşan, marinanın kendi müziği vardı. Derken uzaktan Ruhi Su’yu andıran nağmeler gelmeye başladı. Meğer Cuma akşamı, Erkan Oğur-Hakan Demircoğlu’nun konseri varmış.

“Konser” deyince hemen akla bangır bangır bağıran hoparlörler gelir. Ama hem türkülerin türü gürültüye dönüşmeye pek uygun olmadığı için, hem de konser kale içinde, duvarlarla çevrili bir avluda düzenlendiği için, tekneye ulaşan müziğin çok hoş bir etkisi oldu. Duvarları aşıp gelen, insanın uyumayıp da dinlemek için kendini zorladığı bir güzel bir ninni idi.

Cumartesi akşamı, yine bir konser vardı, bu kez “Türk Sanat Müziği” topluluğu, araya daha güncel parçaların da serpiştirildiği, ama ağırlıklı olarak, iyice klasikleşmiş bestelerden oluşan bir dinleti sundu. Biz yine uzaktan izleyebildik. Mergus’u da özlediğimiz için, onu yalnız bırakmaya gönlümüz elvermiyordu. Ayrıca da teknede, göz ucuyla ayın doğuşunu izleme olanağımız vardı; denizden doğuyor olsa daha iyiydi ama, allahtan Sığacık’ta henüz yapılar bir kaç katlı da ay, karadan da doğsa ağaçların arasından yükselebiliyor. Uzaktan gelen müziğin nağmeleriyle tam uyuma kıvamına gelmiştik ki, gece yarısına doğu bağırış çağırış söylenen detone “Onuncu Yıl Marşı” ile yerimizden fırladık; Çelen’e “Atatürk duysa hepsini tefe koyardı” dedim.

İngiltere’de, konserlerin ve hatta sinemalardaki son seansların ardından ulusal marşın çalınması hep garibime giderdi; bizde de umarım bu tür gelenekler oluşmaz; müzik eğitimi yoksunluğumuz, ne tek tek, ne de topluca bir şarkı terennüm etmemize olanak vermiyor. Tabii, futbol karşılaşmaları bunun dışında tutulabilir, hatta halkımızın topluca müzik eğitimi görebildiği tek etkinliğin, futbol maçları olduğunu söyleyebiliriz.

Cumartesi akşamı konser öncesi, kasabada kısa bir tur attıktan sonra kale içindeki mütevazi konser mekanını ziyaret ettik, insanlar birkaç saat öncesinden sandalyelere yerleşmeye başlamışlardı. Bazıları da bu açık avluyu çevreleyen kale duvarlarının tepesine çıkmış, günün son ışıklarının denizdeki yansımalarını izliyorlardı.

“Balık mı yesek?” diye önce marinanın da içinden geçen akar suyun üzerine “kurulmuş” balık lokantalarına bir göz attık. İzmir yöresinde “balık pişirici” denen lokantalar artık “balık restaurant” adını almış durumdalar. Derenin üzerinde bir balık lokantası: fikir olarak ilginç; ama bizde “derenin üzerini örtme “ geleneği yerleştiği için, lokantaların zemininin altında dere olduğunu anlamak olanağı yok, tahtalar yeterince aralık olsa belki alttan bir serinlik gelecek. Ama derenin üzerini örten platformun tepesi de, altına ısı yayan ve hava geçirmeyen bir örtü ile kapatıldığı için, bu serinlik duygusunu yaşamak söz konusu değil. Lokantaların dış mekanı olarak düzenlenmiş bu dere üstü platformlarda insanlar balıklarının pişirilmesini bekledikleri sırada kendileri pişerken, lokantanın kapalı ama serin mekanı bomboş. Biz yine görece pahalı Burç restoranın yolunu tutuyoruz, balık yemeyiz de, yerel otlar, mantar ve karidesten oluşan güvecini bir salata eşliğinde tadarız diyerek; meğer otların mevsimi geçmiş.

Pazar, hafta sonu tatilinin son günü. Bu sıcak havada, marinadan çıkıp kasabayı ziyaret etmemizi kaçınılmaz kılan tek hafta sonu etkinliğinin, eski yerleşmenin dar sokaklarında kurulan Sığacık pazarı olduğunu söyleyebilirim. Çok sözü edildiği için güçlü bir merak oluştu bizde; gerçekten yerel bir şeyler var mıydı? Sırt çantamı alıp yola koyulduk.

Balık seyretmek para ile değil; memlekette her şey özelleşti ama bu balıkçı, balıklarını seyrettirmek için kimseden beş kuruş almıyor, bu işi sevabına yapıyor; para vermeden bir bardak su alamadığınız bir ortamda, bu gerçekten büyük bir hizmet. Ama, biraz sonra başlayacak mezatta bunun acısı çıkabilir. Sığacık çarşısında bir Pazar sabahı alıcılar gözleri balıklarda kafalarında son hesapları yapıyorlar.

Pazar  yerine giderken, insanların bir dükkanın önüne yığıldığını görüyoruz. Tezgahta grup grup balıklar, çepeçevre dizilmiş alıcılar: henüz başlamamış bir balık mezatı, doğrudan tüketiciye yönelik bir etkinlik. Fazla beklemeyip yolumuza devam ediyoruz.

Pazarda başlıca üç grup ürün satılıyor: takı vb el işleri, hamur işleri ve sebzeler. Börülce, kabak, domates, salatalık, patlıcan, fasulye,.... gerçekten taze; ama organiklikle ilişkisi olduğu söylenebilir mi bilmem. Tatlı ve tuzlu ev yapımı hamur işleri insanın kanına giriyor. Hemen oturup yemek de olanaklı. Meyve, yok denecek kadar az. Zeytin neredeyse yok. Bal, turşu vb gibi ev yapımı olup olmadığını bilemediğimiz çeşitli ürünlere de rastlanıyor. Bir dahaki sefer, daha fazla vakit ayırmamız gerek, bu ilk izlenim yanıltıcı olabilir.

Çelen ilk olarak börülceyi ayıklayıp yarısını pişiriyor; öteki yarısını İstanbul’a götürme niyetinde. Bamyayı ise daha sonraki günlerde ayıklayıp pişirecek.

Çelen, taze börülceyi Kıbrıs usulü hazırlıyor: haşlayıp, sıcakken zeytinyağ limon ekliyor; yeneceği zaman da adam başına birer yumurta haşlanıyor. Yanında da zeytin (Aslında “çakıztez”, yanı koyu yeşil kırma zeytin olması gerek ama, pazardaki kırma zeytin farklı bir türden).


TEOS’TA BU NE RÜZGAR

Cuma günü bizi karşılayan ve 20-30 knotlar arasında dolaşan rüzgar, Pazartesi akşamına dek sürdü. Tayfun Temoçin’in Yelken Dünyası’ndaki yorumuna bakılırsa, bu bölgede Temmuz ayında kuvvetli meltemler olağan imiş. Oysa yelken  ve denizcilik öğrenmeye çalıştığımız iki yıl boyunca, yaz aylarında, Pendik-Adalar parkurunda doğru dürüst rüzgar, öyle her zaman karşılaşılan bir doğa olayı değildi. Bu denli hızlı esen rüzgarların yaşandığı Sığacık Körfezi, bize yeni bir eğitim olanağı sunuyordu: kuvvetli rüzgarda, yarım açılmış yelkenle seyirde ustalaşmak; ama önce o rüzgarda yelken açmaya cesaret edebilmek.

Atletizm yarışmalarında hep izleriz, örneğin yüksek atlamada, çıta belli bir yüksekliğe gelmedikçe, “asıl yarışmacılar” ortaya çıkmaz; ötekiler kendi aralarında yarışıp dururlar; ne zaman ki çıta artık geçilemeyen düzeye yerleşir, o zaman gerçek yarışmacıları izlemeye başlarız. Biz Sığacık’a gelene kadar, 15 knota kadar tam yelken açıp, daha sonra yelkeni küçülterek seyir yapmayı göze alıyor idik. Rüzgar 20 knot olduğunda ise artık yelkenleri kapatıp motora kuvvet gidiyorduk. Oysa biliyorduk ki, gerçek yelkenciler, 20 knottan azını rüzgardan saymıyorlar.

Marinanın iki ucu arasında farklı iki iklim var: Mergus kuzeye en yakın olan A pantonunda ve bizim buralarda rüzgarın serenler ve halatlar arasında oluşturduğu sesin yüksekliğinden birbirimizi duyamıyoruz; en güneydeki pantonda ise, biraz abartarak söylersek, rüzgarın ne sesi, ne de esintisi var. Dolayısıyla onlar her an denize çıkabiliyorken, biz bir kaç kez düşünüyoruz. Ama öğünerek söylemeliyim ki, üç gün üst üste denize çıkma cesaretini gösterdik. Dördüncü gün ise pes ettik. Beş ve altıncı günler ise, rüzgarın hızının da biraz azalmasıyla, yelken yapmanın tadına vardık; tekne 8 knotları gördü ki bu hıza motor ile ulaşamamıştık.

İlk gün yakındaki küçük koyları inceledik, tek teknelik birine demirlemeye niyet ettikse de, koyun içine girince, kaloma verecek mesafe olmadığını farkedip, arkamızda bıraktığımız turkuaz suya hayran hayran bakarak gerisin geri çıktık; gerçek anlamda da tornistan ile çıktık, çünkü daire çizecek bir çapı da yoktu koyun. Kısaca o gün denize giremediğimiz gibi yelken de açamadık. Zaten akşam oluyordu, geri döndük.


DEMİRCİLİ LİMANI

İkinci gün Cumartesi idi; gezi teknelerinin de eklenmesiyle her yer dolmuştur diye düşünerek, haritada en geniş görünen Demircili Limanı’nın yolunu tuttuk.  11.30’da demir attığımızda limanda tek tekne idik. Rüzgarı dikkate alarak, 60 metrelik zincirin neredeyse tamamını saldık. Bu koyların hepsinde deniz bir plaj ile karaya bağlanıyor. Burada da insanlar, arabaları ile birlikte kumsalda güneşleniyor, çocuklar denize giriyordu. Sahilin batı ucunda, karaya vurmuş bir balık çiftliği kalıntısı var.

 
Demircili koyunda, karaya vurmuş bir balık çiftliği kalıntısı.
Acaba yeniden koya yerleştirilecek mi?


Limanı’nın doğu ucunda ise minik bir balıkçı barınağı oluşturulmuş. Bu uçta, karaya sonradan bağlandığı izlenimi veren bir kayalık adacık sayesinde güneye de kapalı bir küçük koy oluşmuş. Bir kaç günü-birlik gezi motoru koya girip aynı hızla çıktı, rüzgar ve dalga, teknedekileri ürkütmüş olmalıydı. Bir ara,inşaat malzemeleri taşıyan, kıç tarafta yükünü indirmekte yararlandıkları kepçesi olan bir tür balıkçı motoru, kıyıdaki küçük iskeleye yanaştı.

Koydaki bütün hareket bundan ibaret iken telefonum çaldı ve Mehmet Erem (Gezgin Korsan forumundaki adı ile Merem Korsan), yanımızda boş yer olup olmadığını sordu, “bir manimiz yok ise ziyaretimize gelecek imiş”. Gerçekten de yarım saat geçmeden, Lotus, sancağımıza demirledi, Merem Korsan, karaya adım atarcasına, hiç sendelemeden bir adımda bota indi, arkadaşlarının uzattığı motoru kıça takıp Mergus’a yöneldi.

Denizcilik ile ilgili teknik yazılarını hayranlıkla okuduğum ve Gezgin Korsan sitesindeki görüşlerine bakarak uzaktan saygı duyduğum bu genç insanı teknemde görmek beni çok heyecanlandırdı. Bize yönelik son derece ince övgüleri heyecanıma bir de utangaçlık havası ekledi. Beraberinde getirdiği halat ile, beş dakika içinde yaptığı kırmızı-yeşil cevizi bize hediye edince çok mutlu olduk.

Bu kısa ziyaret, Temmuz’daki Teos haftamızın en önemli iki olayından biri idi. Ama yaşadığım şaşkınlık havası nedeniyle bunu belgeleyememiştim;  ancak botu ile Lotus’a ulaştığında, “neden birlikte bir fotoğraf çekmedik” diye epeyce dövündük. Elimizdeki tek belge olan cevizi, bu ziyaretin kanıtı olarak tekneye astık; artık aynı zamanda nazar boncuğu işlevi de üstlenecek, rengi mavi olmasa da. Kısa süre sonra Lotus demir aldı ve Samos’da gecelemek üzere koydan ayrıldı.

Merem Korsan, kısa bir sohbetin sonunda Lotus'a döndüğünde birlikte bir fotoğraf çekemediğimiz için dövündük. Ama o dövünme sırasında bu fotoğrafı olsun çekebildik: Motor çalışmış, Merem korsan, demir alma hazırlığında.

Demircili Limanı’nda denize girmek sadece rüzgar nedeniyle değil, aynı zamanda suyun soğukluğu nedeniyle de öyle pek kolay değilmiş. Önce Çelen girdi ve neredeyse aynı hızla geri çıktı. Aradan bir kaç saat geçtikten sonra yeniden girdiğinde ben de kendisine katıldım, ona biraz ısınmış gibi geldi, bana sorarsanız kıştan yeni çıkmış kıvamdaydı su. Marinaya akşam olurken 27-28 knot rüzgarda yelken açmaya cesaret edemeyerek motorla döndük.
Arabalarla iç içe bir plaj sefası.
Bu özverili insanlar, genellikle gerilerdeki gölgeleri yeğleyip,  kumsalı arabalarının güneşlenmesine tahsis ederler.

YİRMİLİ KNOTLARDA YELKEN AÇMA CESARETİ KAZANIYORUZ

Yüzmek ve bazen da kürek çekmek dışında, deniz ile aktif bir ilgimin olmadığı geçtiğimiz dört beş yıl öncesine kadar, ne “knot” bilirdim, ne de saatte 20-25 mil hızla esen rüzgarın ne demek olduğunu. Aslında biz “mil” özürlü bir milletiz, hızları km ile ifade ederiz. Bu çeviriyi yapıp “40-50 km hızla esen rüzgar” dediğimde, bu esintinin az buz bir şey olmadığını herkes daha kolay anlayacaktır. Gerçi bunu anlayınca insan biraz daha da fazla ürküyor.

Üçüncü gün (Pazar), rüzgarın hızında azalma olmadığını görünce, “korkunun ecele faydası yok” deyip yarım yelken ile seyir denemeleri yapma kararı aldık ve 20-30 knot arasında, hiç değilse yarım saat kadar sadece cenovayı yarım açarak yelken yaptık, zaman zaman zorlandıksa da kendimize güvenimiz arttı. Yine de “ilk sefer fazla uzatmayalım” deyip, Azmak Koyu’na demirledik ve denize girip, taze börülce ağırlıklı yemeğimizi yedikten sonra marinaya döndük.

A pantonu 20 numaraya tornistan ile ilk kez tereyağdan kıl çeker gibi yanaştık ve bağlandık. Bu manevrayı pantondan izleyen bir bey, operasyon tamamlandığında “sizi kutlarım, hiç gürültü patırdı yapmadan sakin bir manevra ile bu rüzgarlı havada çok düzgün yanaştınız” dedi ve ekledi “biraz önce baş pervanesi de olan bir tekne, bağırış çağırış bir türlü yerine yerleşemedi; ben şu kadar yıllık kaptanım ve yelken eğitimi de veriyorum, öğrencilerimden bu sonucu nadiren alabiliyorum”. Göğsümüz kabarmasın mı şimdi.

Gerçi bu seri bağlanmada, o sabah tonoz halatının radanzasına kolay bağlanmak üzere kendi halatıma taktığım karabinanın önemli katkısı olmuştu. Önceden uzunluğu ayarlanmış halatımın ucundaki karabinayı, radanzaya daha önce taktığım kilitten geçirince iş bitiyordu.

Bir kaç gün sonra, İstanbul’a döneceğim zaman, tekne bir kaç hafta gözetimimden uzak kalacağı için, bu karabinalı bağlantıya güvenmeyip, komşularımın da uyarısıyla ayrıca bir halat ile doğrudan tonoz halatının radanzasına bağlandım. Bunu yaptığım sırada, marinanın deniz görevlisi gençlerden biri bana yardım ederken “hiç gerek yok, karabinalı bağlantı yeterince sağlam" dediyse de kulak asmadım; “fazla önlem en azından bu konuda zarar getirmez” diye düşündüm.

Pazartesi, rüzgar için “azgınlık”, bizim için ise tembellik günü idi; deniz ile boğuşmayı göze alamadık; marinada kaldık. Bu kararda sonraki iki gün rüzgarların daha “mutedil” olacağına ilişkin hava tahmin raporlarının da rolü oldu. Bu günlerde, denizle ilgili hava tahminlerinde önceleri sürekli baş vurduğumuz Poseidon sitesi bazı sorunlar yaşadığı için, öteki internet sitelerinden yararlanmak zorunda kaldık.

Pazartesi tembelliği sırasında, Yelken Dünyası dergisinde okuduğum bir yazıda, çok güçlü rüzgarlarda sadece cenova ile seyir yapanları, hatta hiç yelken açmayıp motorla gitmeyi yeğleyenleri eleştiren bir yazıyı okuma fırsatım oldu. Ana yelkenin denge sağlayıcı rolü konusunda daha önce de bir çok yazı okumuştum. Ama kuvvetli rüzgarlarda apaz seyirde ana yelken kullanma konusunda bir tür ürküntü vardı içimde; sanki tekne alabora olacakmış gibi gelirdi. Aynı anda bir elimle yekeyi ötekiyle de ana yelken ıskota halatını tutabildiğim küçük teknelerde rüzgar tekneyi yatırınca ya ıskotayı boşlayarak, ya da teknenin yönünü değiştirerek kendimi garantiye alabiliyordum. Ama bu teknede ikisini aynı anda kontrol etme olanağım yoktu. Yine de bu yazıyı okuyunca, biraz da utandım, bundan sonra rüzgar çok kuvvetli olduğunda bile az da olsa her iki yelkeni açarak seyretmeyi deneme kararı aldım

Salı ve Çarşamba günleri, rüzgar en çok 20 knota çıktı; tam bize göre. Daha önceleri, 15 knotluk sağanaklarda, dümene hakim olamayıp bana devreden Çelen, bu iki gün, güçlü sağanaklarda tekneyi rüzgara kaptırmadan dümen tutmayı öğrendi. Yaklaşık bir saat uzaklıktaki Papaz Boğazı’na her iki günde de tamamen yelken ile gidip döndük.


PAPAZ BOĞAZININ HOMO SAPIENS CARETTA’LARI

Papaz Boğazı Sığacık’ın batısında ve aslında bir koy; çevrede insan yapısı bir nesnenin neredeyse algılanmadığı, yemyeşil maki kaplı yamaçların, gri-beyaz dantel oyası gibi kayalık bir bant ile turkuaz su ile birleştiği. Koyun eni-boyu yarım mil bile değil. Açıktan gelirken, kuzeyde tam karşıda görünen koca bir kayalık tepe, denizde de devam ederek koyu ikiye bölüyor; iki yanında birer kumsal oluşturarak.


Papaz Boğazı'nın doğası, yer küreden umudu kesmemize izin vermeyecek bir canlılıkta.Karaya çıkma olanağımız olmadığı için, yeşil ile kayanın birleştiği bölgedeki turuncumsu top top bitkinin ne olduğunu anlayamadık. Bilen varsa....

Sabah erkenden gidip demirlerseniz, kah ufka bakarak, kah gözlerinizi kayaların o Ege’ye has desenlerinde gezdirerek, deniz şıpırtısından oluşan bir müzik eşliğinde saatlerce oyalanabilirsiniz. O kadar ki, okumak için elinize aldığınız  en ilgi çekici bir kitabı bile arada bir bırakıp çevreyi izlemekten kendinizi alamazsınız.

Derken, doğudan, koyun girişindeki kayaların ardından tempolu bir “müzik” gürültüsü duyulur ve tekne kılığında üç büyük müzik seti koya dalar; güvertelerinde hoplayıp zıplayan konuklarıyla. Demirlerini sarkıtmış bir biçimde, tercihan teknenizin hemen dibinden hızla geçip, kumsala yönelirler. Demirler suya değmek üzereyken teknedeki çıplak kalabalık, çocuklar ve gençlere öncelik vererek denize atlar ve kumsala doğru hızla yüzmeye başlarlar; yumurtadan yeni çıkmış Caretta Carettalar’ın izlediği rotanın tersine. Bu Homo Sapiens Caretta’lar, ötekilerden farklı olarak bu menzile erişme çabası sırasında büyük gürültü de çıkarırlar; bağırış çağırış ve şapırtıları, teknenin hoparlörlerini bastıracak düzeye çıkabilir.

Teknelerin kumsal önünde kurduğu sahnede cereyan eden bu ses, müzik ve hareket etkinliğine, bir süre sonra dumanlar da eşlik etmeye başlar, ardından da kebap kokuları. Siz eğer, denize rahat girebilmek için, öğlen öğününü, Sığacık pazarından aldığınız taze börülce, salata ve haşlanmış yumurtadan oluşan bir menü ile hafif geçirmeyi düşünmüşseniz, bu baştan çıkarıcı kokulara dayanmanız çok kolay olamayacaktır.

Sonra, aniden sesler kesilir, insanlar teknelerin gölgeliğinde kaybolur; müziğin temposu hafifler: artık beslenme saatidir.

En çok yarım saat sonra, yeni bir hareketlenme; müziğin temposu ve volümü yeniden yükselir, demirler alınır, teknenize sürünürcesine açık denize yönelinir; bu kez güvertedekiler, güneşin, denizin ve tok karınlarının verdiği rehavetle yerlere serilmiş durumdadırlar.  Müzik gürültüsü, koy çıkışının batısındaki kayaların ardında kaybolur; darısı bir sonraki koyun başına. Bu tekneler, her koyda birer-ikişer saatlik  yeme-içme-yüzme molası vererek akşama kadar konuklarını ağırlarlar.

Bu 20-30 konuk kapasiteli ve kısa süreli gezi teknelerine bir sempatim var, arabalarıyla kumsala dalan tatilcilerden daha "çevre dostu" sayılırlar. Biraz da müzik ve müzik yayan cihazlar konusunda özel bir kalıcı eğitimden geçirilme şansları olsa. Ama Sığacık'taki müezzin de sanırım aynı katkıyı bekler durumda.

Kıssadan hisse:

1.      Bu koylara giderken, önce gezi teknelerinin programlarını öğrenin ki, bu şöleni görmek istiyorsanız zamanınızı ona göre ayarlayabilesiniz.
2.      Kara yolu ile ulaşılamayan bu sakin koyların denizi ve kumsalları, çevre kirliliğinden kendilerini koruyabiliyorlar, karaya yüzerek çıkıldığı için insanlar isteseler bile çöplerini bırakma olanağı bulamıyorlar. Özetle, gezi tekneli günü birlik rekreasyon çözümünün yaygınlaşması için dua edin.
3.      Gezi teknelerinin koydaki olası konumlarını da önceden öğrenin ki, ses ve kokulardan yararlanma tercihiniz göre, rüzgarı da dikkate alarak kendi demirleme noktanızı belirleyebilesiniz.


PROF. DOĞAN KUBAN’IN MERGUS’U ZİYARETİ

Sığacık Temmuz’unun bizim için ikinci önemli olayı, 10 Temmuz Salı akşam üzeri, hocamız Doğan Kuban’ın, eşi Prof. Canan Erzen ile birlikte, Teos Marina’da bizi ziyarete gelmesi idi. Birlikte Sığacık kale içi mahallelerini dolaştık. Bilinçsiz yapılan onarımlarla özgünlüğü tamamen yitirilmiş evleri gördükçe “hiç bir şey kalmamış” diye söylenmekten kendini alamadı. Ama Selçuklu dönemi camiyi ve özellikle kiremit kaplı kubbelerini çok sevdi; sonradan yapılan minareyi ise eleştirdi.

Özgünlüğünü henüz yitirmemiş, iki katlı metruk kerpiç evi görünce önce sevindi, sonra “maalesef böyle bir yapıyı restore edecek bir uzmana artık sahip değiliz” diyerek hayıflandı.

Herkesin birbirine "Hoca" diye hitap ettiği bu günlerde, Prof. Kuban'ın bize sahiden hocalık yapmış oluşu ile ne denli öğündüğümüzü anlatamam. Sadece  gençliğimizdeki üniversite hocalığı ile değil, daha da önemlisi bu günlerde yazdıkları ile yaptığı katkının hakkını hiç bir zaman ödeyemeyeceğiz.
Bu tür yerleşmelerdeki yapıların bilinçli restorasyonu konusunda İtalya’daki çözümün benzeri bir uygulamanın yararlı olabileceğinden söz etti. Orada, her yerleşmenin sorumluluğunu taşıyan, yetkili ve deneyimli bir mimar, hem yol gösterici hem de denetleyici olarak görev yapıyormuş. Böyle bir uzmanın yönlendirmesi ile, yanlış restorasyonlar önlenebiliyormuş ve tüm yerleşmenin mimari karakteri korunabiliyormuş.

Sohbetimizi, gün batımı ışıkları eşliğinde, balıkçı barınağındaki lokantalardan birinde sürdürdük. Gördüğü olumsuzlukları, sadece gazete yazılarında ve kitaplarında değil, hiç çekinmeden çarşıda, pazarda, bindiği takside bile dile getiren, ama her zaman yakınmanın ötesinde, bir sistem içine oturtarak analiz eden, çözüm öneren, hepsinden önemlisi, toplumun geleceği için umudunu hiç bir zaman yitirmeyen hocamıza Allah sağlıklı ve uzun bir ömür versin.

Gün batımında Sığacık'a tepeden bakmak için, sıcağa aldırmayıp, Teos Koyu'na giden yokuşu tırmanmaya değdi doğrusu.