Güven Birkan
Kadıköy’den vapura bindim, yan
tarafta açıkta oturdum, Karaköy’e geçiyorum. Hafif bir lodos, ılık bir güneş.
Tam emeklilerin aylak aylak seyahat edeceği hava. Yanımdaki ileri-orta yaşlı (yani
70’ine merdiven dayamış) yol arkadaşıma korkarak “merhaba” diyorum. Korkumu
besleyen şey, deneyimlerim; bir çok zaman karşılıksız kalıyor bu büyük kent içi
selamlaşmalar, elinizi uzatmışsınız da boşta kalmış gibi bir durum. Ama daha
ağzımı açarken, adamın da selam vereyim diye gözümün içine baktığını
farkediyorum.
Avcılar’da oturuyormuş ve yirmi
yıldır vapura ilk binişiymiş; 65 yaş üstü emeklilere toplu taşınımın ücretsiz
olmasından yararlanarak hem denizin tadını çıkarmak, hem de kentin uzun
zamandır görmediği semtlerini gezmek istemiş.
Karşı kıyıya doğru bakıp, Kadıköy’den
Avcılar’a deniz yoluyla ulaşmanın ne kadar kolay olacağını konuşuyoruz. Üstelik
de, yol ya da tünel inşa etmek için dünyanın parasını harcamaya gerek
olmadığını, denizin kendisinin zaten hazır bir yol olduğunu karşılıklı olarak
dile getiriyoruz. “Ve işte bizim yanıldığımız nokta da burası” diyorum, “inşaat
için birilerine para aktarılmayacak ve karşılığında da nemalanılmayacak olduktan
sonra o iş neden yapılsın?”.
Vapurdan inip birbirimizi
uğurluyoruz. Ben Mimarlar Odası Çevresel Etki Değerlendirme Danışma Kurulu
toplantısına gidiyorum. Gündemdeki konulardan biri Yenikapı dolgu alanı ve
lastik tekerli araçlar için inşa edilmekte olan tüp geçit. Bu her iki palansız
ve yasa dışı “proje”nin Tarihi Yarımada’ya vereceği zararların, kent
plancıları, arkeologlar, mimarlık tarihçileri ve hukukçular tarafından ele
alındığı bilimsel bir toplantı.
Bu arada ilginç bir saptama
yapılıyor, tarihi ve doğal çevreyi korumakla görevli kurulların, denizin içi
ile ilgili karar alma yetkileri bulunmuyormuş; demek ki oraya “kaptan paşa “
karışıyor. Her konuda karar verici bu “paşa”nın da kim olduğu malum. Bizim
toplumumuz için deniz, üzerine ya da altına inşaat yapılacak bir ortam olarak
değer kazanıyor. Yani bir tür boş arsa, doldur doldur kullan, üstü yetmez ise,
altını da kullan.
Toplantı bitiminde meslektaşlarla
Kadıköy’e dönerken, hızımızı alamayıp Tarihi Yarımada’yı rahatsız etmeyecek ulaşım
olanaklarını değerlendiriyoruz. Arkadaşlar
bu yap-işlet-devret projelerinin devlete (yani biz vergi ödeyenlere) bir yük getirmediği
savının gerçeği yansıtmadığını, işi üstlenen firmanın aldığı krediler nedeniyle
Hazine’nin yükümlülük altına girdiğini, her hangi bir aksamada zararın bizlerin
cebinden ödeneceğini anımsatıyorlar. Üstelik de benzer ihale sözleşmelerinde
olduğu gibi, tüp geçitten parasını ödeyerek (sanırım oto başına 10TL gibi bir
ücret) yeterli sayıda araç geçmez ise sözleşmede belirtilen araç sayısı ile
aradaki farkın, bu araçlar geçmiş gibi devlet tarafından firmaya ödeneceği de
dile getiriliyor.
Bu durumda, Avcılar’a denizden
yolcu taşınması, ya da diyelim ki Tuzla’dan Ambarlı’ya feribot ile araba
taşınması gibi düşünceler, şimdiden çöpe atılmış oluyor. Ama tüpün iki ucundan
yer yüzüne çıkacak araçlar, gidecek yol bulamadığında, tüpün içinde bekleme
eziyetini anlatan yok; oysa iki uçtaki trafik zaten şimdiden yürümüyor.
Yürütmek için yolları iki katlı yapmak gerektiğinde, onun da parası bizden
çıkacak.
Bu arada, rıhtımdaki yolcu
gemilerine bakıyoruz; İzmir’e işleyen feribotlardan söz açıyoruz; her
sorduğumuzda “yer yok” yanıtı aldığımız halde, sefer sayılarının artırılmayışının
nedenlerinden ve Körfez geçişli İzmir otoyolu projesinin maliyetinden söz
ediyoruz.
Birden aklıma Karadeniz Postası
geliyor. Sanırım artık Karadeniz kıyılarına denizden ulaşım söz konusu değil;
zaten o olanak devam etseydi, Karadeniz sahil yolu en azından şimdilik
gerçekleşmiş olmazdı, ya da kara ulaşımı kıyıdan değil, mühendis ve plancıların
önerdiği üzere geriden, dağların ardından geçirilip, kıyı yerleşimlerine inen
karayolları ile gereksinim karşılanırdı.
Sualtı Gazetesi'nden alıntı
Karadeniz Postası’nın aklıma
gelişi, bir Trabzon yoculuğu nedeniyle. Ailece İstanbul’dan Karadeniz Postası’na
bindik, Trabzon’a, teyzemleri ziyarete gidiyoruz. Dört yaşındayım. Benden iki
yaş büyük ağabeyim ile birlikte gemini altını üstüne getiriyoruz; girip
çıkmadığımız yer kalmıyor; müthiş bir özgürlük ve ilginç bir ortam. Geminin baş tarafındaki
ambarlara koyunların yüklendiğini görmüşüz. Güverteye de saman balyaları
yığılmış; yol boyunca onların beslenmesi gerek. Bu görevi her nedense ben
üstlenmişim; tam insanların yemek saatinde, ortalıktan el etek çekilmesini
bekleyip, samanları avuçlayıp, en yakındaki manikaya koşup, heyecanla aşağı atıyorum.
Manika ile balyalar arasında telaşlı bir gidiş geliş başlıyor; bir, bir daha,
bir daha.... Ta ki, garsonlardan birinin bana doğru koştuğunu fark edinceye
kadar. O manikanın alt ucunun, yolcu yemek salonuna ulaşacağı kimin aklına
gelir ki? Ama sayemde, insanlar da koyunların menüsünden tatmış oldular.