22 Nisan 2014 Salı

DENİZE BAKIP ARSA GÖRMEK

Güven Birkan

Kadıköy’den vapura bindim, yan tarafta açıkta oturdum, Karaköy’e geçiyorum. Hafif bir lodos, ılık bir güneş. Tam emeklilerin aylak aylak seyahat edeceği hava. Yanımdaki ileri-orta yaşlı (yani 70’ine merdiven dayamış) yol arkadaşıma korkarak “merhaba” diyorum. Korkumu besleyen şey, deneyimlerim; bir çok zaman karşılıksız kalıyor bu büyük kent içi selamlaşmalar, elinizi uzatmışsınız da boşta kalmış gibi bir durum. Ama daha ağzımı açarken, adamın da selam vereyim diye gözümün içine baktığını farkediyorum.

Avcılar’da oturuyormuş ve yirmi yıldır vapura ilk binişiymiş; 65 yaş üstü emeklilere toplu taşınımın ücretsiz olmasından yararlanarak hem denizin tadını çıkarmak, hem de kentin uzun zamandır görmediği semtlerini gezmek istemiş.

Karşı kıyıya doğru bakıp, Kadıköy’den Avcılar’a deniz yoluyla ulaşmanın ne kadar kolay olacağını konuşuyoruz. Üstelik de, yol ya da tünel inşa etmek için dünyanın parasını harcamaya gerek olmadığını, denizin kendisinin zaten hazır bir yol olduğunu karşılıklı olarak dile getiriyoruz. “Ve işte bizim yanıldığımız nokta da burası” diyorum, “inşaat için birilerine para aktarılmayacak ve karşılığında da nemalanılmayacak olduktan sonra o iş neden yapılsın?”.

Vapurdan inip birbirimizi uğurluyoruz. Ben Mimarlar Odası Çevresel Etki Değerlendirme Danışma Kurulu toplantısına gidiyorum. Gündemdeki konulardan biri Yenikapı dolgu alanı ve lastik tekerli araçlar için inşa edilmekte olan tüp geçit. Bu her iki palansız ve yasa dışı “proje”nin Tarihi Yarımada’ya vereceği zararların, kent plancıları, arkeologlar, mimarlık tarihçileri ve hukukçular tarafından ele alındığı bilimsel bir toplantı.

Bu arada ilginç bir saptama yapılıyor, tarihi ve doğal çevreyi korumakla görevli kurulların, denizin içi ile ilgili karar alma yetkileri bulunmuyormuş; demek ki oraya “kaptan paşa “ karışıyor. Her konuda karar verici bu “paşa”nın da kim olduğu malum. Bizim toplumumuz için deniz, üzerine ya da altına inşaat yapılacak bir ortam olarak değer kazanıyor. Yani bir tür boş arsa, doldur doldur kullan, üstü yetmez ise, altını da kullan.

Toplantı bitiminde meslektaşlarla Kadıköy’e dönerken, hızımızı alamayıp Tarihi Yarımada’yı rahatsız etmeyecek ulaşım olanaklarını değerlendiriyoruz.  Arkadaşlar bu yap-işlet-devret projelerinin devlete (yani biz vergi ödeyenlere) bir yük getirmediği savının gerçeği yansıtmadığını, işi üstlenen firmanın aldığı krediler nedeniyle Hazine’nin yükümlülük altına girdiğini, her hangi bir aksamada zararın bizlerin cebinden ödeneceğini anımsatıyorlar. Üstelik de benzer ihale sözleşmelerinde olduğu gibi, tüp geçitten parasını ödeyerek (sanırım oto başına 10TL gibi bir ücret) yeterli sayıda araç geçmez ise sözleşmede belirtilen araç sayısı ile aradaki farkın, bu araçlar geçmiş gibi devlet tarafından firmaya ödeneceği de dile getiriliyor.

Bu durumda, Avcılar’a denizden yolcu taşınması, ya da diyelim ki Tuzla’dan Ambarlı’ya feribot ile araba taşınması gibi düşünceler, şimdiden çöpe atılmış oluyor. Ama tüpün iki ucundan yer yüzüne çıkacak araçlar, gidecek yol bulamadığında, tüpün içinde bekleme eziyetini anlatan yok; oysa iki uçtaki trafik zaten şimdiden yürümüyor. Yürütmek için yolları iki katlı yapmak gerektiğinde, onun da parası bizden çıkacak.

Bu arada, rıhtımdaki yolcu gemilerine bakıyoruz; İzmir’e işleyen feribotlardan söz açıyoruz; her sorduğumuzda “yer yok” yanıtı aldığımız halde, sefer sayılarının artırılmayışının nedenlerinden ve Körfez geçişli İzmir otoyolu projesinin maliyetinden söz ediyoruz.

Birden aklıma Karadeniz Postası geliyor. Sanırım artık Karadeniz kıyılarına denizden ulaşım söz konusu değil; zaten o olanak devam etseydi, Karadeniz sahil yolu en azından şimdilik gerçekleşmiş olmazdı, ya da kara ulaşımı kıyıdan değil, mühendis ve plancıların önerdiği üzere geriden, dağların ardından geçirilip, kıyı yerleşimlerine inen karayolları ile gereksinim karşılanırdı.

Sualtı Gazetesi'nden alıntı

Karadeniz Postası’nın aklıma gelişi, bir Trabzon yoculuğu nedeniyle. Ailece İstanbul’dan Karadeniz Postası’na bindik, Trabzon’a, teyzemleri ziyarete gidiyoruz. Dört yaşındayım. Benden iki yaş büyük ağabeyim ile birlikte gemini altını üstüne getiriyoruz; girip çıkmadığımız yer kalmıyor; müthiş bir özgürlük  ve  ilginç bir ortam. Geminin baş tarafındaki ambarlara koyunların yüklendiğini görmüşüz. Güverteye de saman balyaları yığılmış; yol boyunca onların beslenmesi gerek. Bu görevi her nedense ben üstlenmişim; tam insanların yemek saatinde, ortalıktan el etek çekilmesini bekleyip, samanları avuçlayıp, en yakındaki manikaya koşup, heyecanla aşağı atıyorum. Manika ile balyalar arasında telaşlı bir gidiş geliş başlıyor; bir, bir daha, bir daha.... Ta ki, garsonlardan birinin bana doğru koştuğunu fark edinceye kadar. O manikanın alt ucunun, yolcu yemek salonuna ulaşacağı kimin aklına gelir ki? Ama sayemde, insanlar da koyunların menüsünden tatmış oldular.


17 Nisan 2014 Perşembe

Özkan Gülkaynak bir klasik tekneyi yaşama döndürüyor

Kayıtsız'a bir kardeş geliyor. Teos Marina'da bağlı duran bu iki teknenin yanından duraksamadan geçemiyor insan; her ikisinin de öyle sessiz durduklarına bakmamak gerek, anlattıkları öyle çok şey var ki; sadece seyretmek bile insanı heyecanlandırıyor. Özkan Gülkaynak'ı, antika sayılabilecek ikinci kardeşi yaşama döndürmek için sabırla çalışırken görmek, ek bir ayrıcalık.

İki kardeş, marinanın görece sakin olan kuzey ucunda, wc-duş-mutfak biriminin hemen önündeki rıhtımda yan yana bağlı. Böylece, bu hizmetlere ulaşmak için zaman kaybı önlenmiş durumda.

Ancak,  tuvaleti ya da duşları ziyarete gelen herkesin, kendisiyle iki çift laf etmeden geçememesi nedeniyle, Gülkaynak, bu yer seçimiyle kazandığı zamanın belki de kat kat fazlasını kaybetmekte. Bu durumdan ne kadar hoşnut bilemeyiz, ancak ayırdığı her dakika benim gibi amatörler için mutlu bir kazanç.