1 Mayıs 2013 Çarşamba

Bayrak Hırpalayan Rüzgarı

Güven Birkan
26.04.2013

Teos Marina’ya bayrak dayandıramıyoruz; sancak gurcataya çekili “nezaket bayrağı”, bu yörenin kuzeyli rüzgarlarına bir ay bile dayanmıyor. Buraya geçen yıl yaz başı bağlandık, bu “bayrak hırpalayan rüzgar, bütün yaz estiği yetmiyormuş gibi, kış boyunca da hızını kesmedi; arada bir yoklayan lodos fırtınalarını saymazsak.

Bir marinaya uzun süre için bağlanılacağında, insan bir çok etkeni dikkate alarak, olumlular ile olumsuzların optimumunu oluşturan bir konum belirlemeye çalışıyor: servislere yakınlık, gürültüden uzaklık, havuzluğu rüzgardan koruma, su hareketlerinden az etkilenme, manevra kolaylığı, güneşlenme, kafa dengi komşular vb. “Geçen Mayıs ayında marina yönetimiyle sözleşme yaparken, biz de bu tür etkenleri dikkate alarak Mergus için bir yer seçtik” dersem yalan olur, bize gösterilen bir kaç boş yerden birinde karar kıldık.

Körfezden gelen dalgaları ve rüzgarı kesme görevi bizim bağlı olduğumuz A pantonuna düştüğü için, rüzgarın sesi ninni, sallantısı salıncak etkisi yapıyor.  Marinaya karadan girdiğimiz noktadaki E pantonunda, su neredeyse kıpırdamaz, rüzgarsızlıktan sivrisinekler uçuşurken, bizim pantonda sürekli olarak, “bu gün denize çıkmayalım da, çevreyi karadan keşfedelim, yarın belki hava durulur” durumu var.

Böyle bir ortamda, aynı pantonda bağlı Tarella teknesindeki bebeler için kurulmuş salıncağı görünce Çelen ile teorik bir tartışmaya daldık: acaba İlhan Doğan, çocukları sallayarak uyutmak için mi, yoksa teknenin sallantısını nötralize etmek için mi (teknenin ocağındaki sallantı sistemi gibi) kurmuştu bu salıncağı? Ama kendilerine soracak vaktimiz olmadı, meğer sadece hafta sonu için minikleri de alıp maaile gelmişler; tatil bitince bebeler ve gençler denize çıkamadan da dönmek zorunda kaldılar. Tekneyi Pendik’ten getireli bir ay kadar olduğu için, henüz buraların rüzgarının sürekliliğine alışabilmiş değiller. Ama anne ve babaları Sığacık’ta kaldı, buraya sürekli yerleşme olanaklarını araştırmak üzere.

Suyun sürekli hareketli oluşu sayesinde, sanırım bizim pervaneye ve dümen palasına dadanan deniz canlıları da bu yıl rahat edemediler; altı temizleneli bir yıl doldu, kışın sadece bir kaç kez denize çıkabildiğimiz halde, tekne 2500 motor devrinde hala 6 mil hız yapabiliyor; oysa Pendik’te bağlıyken, zehirli boyayı yenilememizin üzerinden 6 ay geçmeden, yerleşen kekamozlar nedeniyle dümen palasının tepesi teknenin karinasına sürtünüyordu, yıl sonunda da hızımız 5 milin altına düşmüştü.

Pendik'te bağlı iken bir yıl sonunda tekneye yerleşenler

Günler uzun; yarım günlük yelken seyirlerinden artan sürede, Çelen’in karadaki merakı bizi oyalıyor; bahar çiçeklerini incelemek üzere kırlara açılıyoruz. Fotoğraf ile her gittiğimiz bölgede gördüğümüz farklı çiçekleri belgeliyoruz (bu fotoğraflar ne işe yarayacak diye düşünmekle birlikte, değişik bir çiçek gördüğümüzde, ya da bildiğimiz bir çiçeğin değişik bir “pozuna” rastladığımızda, bunu kameraya hapsetmekten kendimizi alamıyoruz).



Rüzgarın azizliği bu kara seyirlerinde de kendini gösteriyor; bir o yana bir bu yana savrulan dalların ucundaki çiçekleri yakın çekimlerde yakalayıp kameranın içine almakta zorlanıyoruz, atışların bir çoğu karavana oluyor. Denebilir ki “kopar o dalı, götür rüzgarsız bir yerde resmini çek”. Bu da balık tutamayıp da akşam eve dönerken pazardan satın almak gibi bir duygu uyandırıyor bizde. Yine de, tuttuğumuz balıklardan yaptığımız bir demet, Sığacık doğasının bahardaki zenginliğini yansıtıyor.


30 Nisan 2013 Salı

YARIŞIN ORTASINA DALDIK

Güven Birkan
25.04.2013

Mergus’un dümeni “olağan durumlarda” Çelen’e emanet. “Öteki” görevler beni yeterince oyalıyor; boş kaldığımda çevreyi seyredip,  denizin ve rüzgarın sesini dinliyorum; arada bir de “bak cenova pırpırlıyor, biraz sancak yap” gibi ukalalıklar yaparak “kaptanlığımı” anımsatıyorum.

20 Nisan Cumartesi sabahı da böyle günü birlik bir seyir yapmak üzere, gözümüzü karartıp, Teos Marina’dan çıktık. Geçen ayki birkaç saatlik seyri saymazsak bir bakıma mevsimi açıyorduk. Windgru’nun, 15-25 knotlarda oynayacağını kestirdiği kuzeyli rüzgar bizi biraz zorlayacaktı.

Sabahın erken saatlerinde yapılacak bir tuvalet ziyareti, marinada o gün yaşanacaklar konusunda fikir edinmemizde büyük yarar sağlıyor.

 O sabah da, tuvaletlerin kalabalığı, aşina olmadığımız yüzlerin fazlalığı, bir temizlik görevlisinin sürekli hazır bulunup yere damlayan suları bile hemen kurulaması, özel bir etkinliğin habercisiydi.  

Ancak henüz bir önceki akşam üzeri Sığacık’a vardığımız için, hafta sonu etkinlikleri konusunda bir bilgiye sahip değildik, sadece, ertesi gün bir yarış olacağına ilişkin bir bilgi, hafızamın bir köşesinde uyukluyordu.

Uykumuzu alıp kahvaltımızı ettikten sonra palamarları çözüp marinadan çıkarken ardımıza baktığımızda, bir kaç teknenin daha seyre çıktıklarını fark ettik; ama onlar marinadan çıkar çıkmaz yelkenleri fora ettiler, bizim yaptığız gibi Eşek Adası açığındaki şamandırayı bordalamaya ve rüzgara dönmeye falan gerek görmediler; “profesyonel” bir havaları vardı.

Yarım açılmış yelken ile (“camadan vurmak”  tabirini kullanmayı isterdim ama sarma yelken sistemimiz buna izin vermiyor) Demircili Limanı açığına doğru oldukça zevkli bir seyir yaptık. Şu bir kaç gün, rüzgar ilginç bir “grafik” çiziyor; bir yandan kuzey ile batı arasında yön değiştirirken, öte yandan hızı 15 ile 25 kont arasında inip çıkıyor. “Periyodik sağanak” diye bir deyim yok ise ben icat etmiş olayım. Öyle ki, “artık bir tramola edip dönelim” kararını verdiğimizde, Çelen’in dümene hakim olabilmesi için rüzgarın en düşük olduğu anı yakalamaya niyetleniyoruz, manevraya tam başlayacağımızda, rüzgar aniden hızlanıyor.

Sonunda becerip dönüşe geçiyoruz. Çelen, körfeze doğru uzanan o güzelim burnun üzerine kan çıbanı gibi kondurulmakta olan, Sığacık kasabası büyüklüğündeki otel inşaatını nişanlayıp dümen tutuyor (Yunanistan’dan bile çıplak gözle görülebilecek bu doğa tahribatı, gündüz seyri için başkaca bir nirengiye gerek bırakmayacak acımasızlıkta; fotoğrafını çekmeye bile içim elvermediği için burada o görüntüye yer vermiyorum).

Eşek Adası’na yaklaştılça bizden sonra çok sayıda yelkenlinin denize çıkmış olduğunu ve belli bir kulvarda topluca hareket ettiklerini görüyoruz. “Yarış acaba bu gün müydü? Yoksa yarın yapılacak da topluca bir tür antrenman mı yapıyorlar?” gibi sorulara yanıt ararken yelkenlilere hızla yaklaştığımızı (daha doğrusu onların bize hızla yaklaştığını) farkettik ve kendi yelkenlerimizi kapatıp motora yol verdik.


En fotoğraf çekilecek durumlarda, olayın heyecanına kapılıp ağzı açık seyretme huyumu bu kez yenip fotoğraf makinesini almak üzere hemen kamaraya daldım. Ardımdan Çelen, “acele et üzerimize geliyorlar” diye seslendi. Havuzluğa varıp makineyi doğrultup deklanşöre bastım, elektronik harikası cihaz “batarya yetersiz” sinyali verdi (gözünü sevdiğim klasik/eski moda makinalar, ne pil gerekir ne hafıza kartı). Yeniden içeri girip yedek pili takıp havuzluk merdivenine yöneldiğimde, Çelen çaresizlikten bulabildiği tek çözüm olarak vitesi boşa almıştı; çünkü onlarca yelkenli her yanımızdan rüzgar gibi geçiyordu (o anda hakkımızda neler söylediklerini hiç merak etmedik).



Böyle bir durumla bir kere de Pendik’te karşılaşmıştık; Kalamış’tan başlayıp Pendik’te biten bir yarış günü, biz de her zamanki Pendik-Adalar turumuzu atarken, alargada demirli yük gemilerinin birinden, pruvasını 15-20 metre kadar sancağımızda bırakacak şekilde sıyrıldığımız anda, geminin öte yanından geçmekte olan, yan yatmış bir yarış teknesi ile “burun buruna” gelmiştik. Geminin iri gövdesi rüzgarımızı büyük ölçüde kestiği için bizim teknede yol yoktu da olası bir kaza engellenmişti.



Bu kez göz göre göre tüm teknelerin ortasına dalmış oluşumuz affedilir bir durum değildi ama, bu bir kaç fotoğrafı da başka türlü çekemezdim. “Bırak şimdi fotoğrafı da bir an önce bir şeyler yap” diye çırpınan Çelen’den dümeni devralıp tekneye yol verdim. Bir yandan, yarışçılara daha fazla sorun yaratmadan bu rotadan uzaklaşmanın yolunu ararken, bir yandan da tek elimle fotoğraf çekmeye çalışıyordum.



Yarışa Anarada ile katılan Adnan kaptan ile ertesi gün yaptığım sohbet sırasında bu “densizliğimizden” söz ettiğimde, en azından onun bizim oradaki varlığımızın farkında olmadığını anladım, acaba boşuna mı dertlenmiştik; yarış heyecanı içinde Mergus’u, çevresinden dolaşılması gereken herhangi bir engel, ya da şamandıra olarak görmüşlerse çok alınırız !!!


3 Nisan 2013 Çarşamba


İLK UZUN YOL VE

İLK GECE EĞİTİMİ ANILARIM

 

İSTANBUL - ÇEŞME SEYRİ


Güven Birkan

26-30 TEMMUZ 2008


KATILANLAR:      Cengiz Mimarbaşı, Utku Kırdemir, Güven Birkan
TEKNE:                     Mine; Bavaria 42C/2007 [1]

İki deneyim için aylardır fırsat kolluyordum; birincisi uzun yol yapmak, ikincisi de gece seyri yapmak . Bir taşla ikisini de vuracağım için –en azından şimdilik- mutluyum. Yelken eğitmenim Cengiz’in “Yanına mümkün olan en az şey al” öğüdüne rağmen bir koca çanta dolusu ıvır zıvırla evden çıktım. Ne gerekir bilmiyorum ki. Gerçi mevsim yaz, ama belli olmaz.

26.07.2008

20.00
Tekneye geldim. Cengiz ortalığı topluyor; eksikleri denetliyor. Güvenlikle ilgili herşey yedekli: telsiz, el feneri, çakı, halatlar vb. Ayrıca dümene yakın bir yerde asılı 2 metre boyunda bir demet ip var, aniden gerekebiliyormuş; orada hazır olmalıymış.

Bot için yeni bir kıçtan takma motor almış, kıç vardavelaya tesbit etmiş. Botu ise, baş tarafta güverteye deli bağlar gibi sıkıca bağlamış; rüzgarın ve dalgaların etkisiyle denize uçmasın diye.
İçerideki işleri bitirince, Cengiz güverteye çıkıp her yeri hortumla yıkadı; ama bu arada yağmur başladı.

Biraz sonra yol ve eğitim arkadaşı Utku, yiyecek alışverişi yapmış olarak geldi: salata malzemesi, makarna, kahvaltılık vb. Tanıştık.
Yola çıkmak için yağmurun durması beklenecek.

Ayakkabı ve ayak temizliği konusunda Cengiz'den ilk uyarı: “yatak ile wc aynı temizlikte olmak zorunda”. Genellikle teknede yalınayak dolaşılıyor ama ben ayağımı korumak için sırf tekne içinde giymek üzere beyaz lastik altlı ayakkabılar aldım.

Teknede üç kamara var; her birimize birer kamara. Cengiz, ev sahibi olarak, baş taraftaki “master” kamaraya yerleşmişti zaten. Biz Utku ile kıç taraftaki kamaraları paylaştık. Bavulumu dolaba boşalttım ve boş bavulu, havuzluktaki depoya yerleştirdim. Kamarada yastık, uyku tulumu ve kullan-at türü havlular var. Her yer tertemiz; ne bir toz, ne bir leke. WC-duş kabini minicik ama çok kullanışlı. Ama herşeyin nasıl kullanılacağını öğrenmek gerek; özellikle klozeti kullandıktan sonra nasıl pompalanıp, pis suyun nasıl atık tankına gönderileceği konusunu.[2]


22.30
Yola çıktık. Bulutlu ama çok güzel bir hava.
Can yeleklerimizi ve kafa fenerlerimizi (geceleyin gereğinde önümüzü görmek için) ve boynumuza düdüklerimizi taktık.

İlk kez telsiz kullandım ve Kalamış Marina’da o saatte mazot satışı olup olmadığını sordum; yokmuş.
Yine telsiz ile bilgi aldıktan sonra, mazot almak için Ataköy Marina’ya uğradık (yol bir saat sürdü, önce şaştım; sonra hızımızın max. 7 mil olduğunu anımsayınca olağan karşıladım).

Ataköyde mazot var ama, doğru dürüst bir yakıt istasyonu da yok nedense. Bir kamyondan hortumla aktarılıyor. “Dolunca otomatik durur mu pompa?” dedim, “durur abi” dedi ve tabii durmadı; ama allahtan müdahale ettim ve tekneye sadece birkaç damla damladıktan sonra elle durdurdum pompayı. Karada olsa, bırakırsın etrafa saçılsın, sonra temizlerler; denizde ise, ne tekneye ne de denize akmaması gerek yakıtın. Yeni alınan kıçtan takma motora da benzin doldurduk.

Yeniden yola koyulduk. Cengiz biraz dinlenmek üzere kamarasına gitti; ilk nöbet Utku ile benim.
Rüzgar tam karşıdan; motorla seyrediyoruz.

Yola çıkmadan evde birşeyler yediğim için acıkmıyorum; sadece kuru-yaş yemiş yiyip su içtim.
Liman, demirlemiş gemi ile dolu; neredeyse slalom yapmak gerek. Gemilerin ışıkları ile kentin ışıkları birbirine karıştığı için çok dikkatli olmak gerekiyor. Gemilerin bazılarının hareket ettiğini insan son anda fark ediyor.

Aniden denizin ortasında bir karaltı belirdi; doğru dürüst de ışıklandırılmamış minik bir ada gibi. Sonradan deniz haritalarına baktığımda burasının “pilot (kılavuz kaptan) konaklama yeri” yazdığını görüyorum. Ne saçmalık; insan doğru dürüst ışıklandırır; acaba işaret fenerleri vardı da biz mi görmedik?

Utku da kamarasına gitti (oysa Cengiz ikimize emanet etmişti tekneyi) güvertede yalnızım. Çok güzel bir ay, doğuda, bulutların arasından sıyrıldı: portakal renkli iri bir hilal. Fonda ise kentin yavaş yavaş kaybolan ışıkları; "bu seyir şu manzaraya bile değer" diye düşündüm.

Sanırım Ambarlı açıkları: uzakta koca bir tankerin bordasını görüyorum; karaya doğru yönelmiş, hareketsiz duruyor. Rotam (bana verilen istikamet), pruvasından (burun tarafından) geçmemi gerektiriyor; “nasıl olsa hareketsiz, onu iskelemde (solumda) bırakacak şekilde biraz açığından geçerim” diye düşünüyorum. Bir yandan da ilke olarak hareketli teknenin kıç tarafından geçmenin doğru olacağını anımsıyorum; ikircikliyim; ama gemi hareketsiz. 10 dakika kadar sonra, iyice yaklaştığımda, geminin seyir ışıklarında bir değişiklik oluyor, tepesinde yanıp sönen bir ışık beliriyor ve o ana kadar kıpırdamayan koca kütlenin yavaşça hareket ettiğini farkediyorum. Ben, geminin burnunun biraz önünü nişanlamış gidiyorum; gemi de karaya doğru gidiyor ve beş kısa düdük çalarak beni uyarıyor: “ne yaptığını anlayamıyorum”. Tam o anda, Cengiz güvertede beliriyor (içine doğmuş gibi) ve durumu görüyor. Suç üstünde yakalanmış gibi hissediyorum kendimi; o kadar ders boşa mı gitti? Bir şey demeden sancak alabanda (dümeni tam sağa kırıp) yapıp, ani bir manevra ile tam bir daire çiziyor ve hareket halindeki tankerin kıç tarafından sağ salim geçiyoruz. (Bunlar olurken gemi ile aramızda hala 100 metre kadar mesafe var; ama geminin boyu 200 metre civarında olduğu için, önümüzde dağ gibi duruyor). Motorla seyrediyor olmamız, bu manevrayı kolayca yapmamızı sağladı sanırım.

Cengiz sükunetle, bu olaydan şu dersleri çıkarmam gerektiğini anlatıyor:
1.Seyir halindeyken, çevreyi birden fazla gözün sürekli denetlemesi gerekir (Utku’nun beni yalnız bırakmasını eleştirerek).
2. Beklenmedik bir durum oluştuğunda teknedekileri hemen uyandırmak gerekir: hem güvenlik nedeniyle, hem de birden fazla insanın durumu gözleyip değerlendirmesine olanak vermek için.
3. Çevredeki teknelerin seyir ışıklarına çok dikkat etmek gerekir.

Benim çıkardığım dersler:
Yola çıkmadan önce, rotayı öğrenip, harita üzerinde, nelerle karşılaşabileceğimi incelemem gerek; sonradan haritaya baktığımda, Ambarlı civarında gemilerin sahile yönlenebileceğini gösteren işaretler olduğunu farkettim.

Böyle bir durumda, son an manevrası yapmak zorunda kalsam, iskele alabanda ile geminin kıçına yönelmeye kalkışırdım; oysa Cengiz tersini yapıp, tam bir daire çizerek, güvenli bir biçimde geminin kıç tarafından geçti.

27.07.2008

01.00
Dümeni Cengiz’e bırakıp kamarama gittim ve 05.00’e kadar, oldukça delikli bir uyku çektim. Kamara insanı basıyor; güvertede uyumak daha iyi olsa gerek. Ayrıca, giriş kısmı hariç tavanı basık olduğu için insan uyku sersemi doğrulduğunda kafasını tavana vurabiliyor. Allahtan bütün köşeler yuvarlatılmış ve malzeme çok sert değil. Belki insan kafasını kamaranın giriş tarafına  koyarsa böyle bir sorun da olmaz.

Cengiz belli aralıklarla GPS’de gidilen izlek üzerine işaret koyuyor.[3]

06.00
Ortalık aydınlandı. Ay hala tepede, deniz gri-mavi. Çok uzaklarda karaltı halinde kara ve ölgün ışıklar seçiliyor. Yine güvertede yalnızım; herkes yattı.




07.30
Cengiz benim için, mükellef bir kahvaltı tabağı ve çay hazırladı, sonra yine yattı.
Rota 243; iskelemizde Marmara Adaları.

10.15
Yelken + motor ile seyrediyoruz. Ama rüzgardan yararlanabilmek için zaman zaman rotadan sapmak gerekiyor; sonuçta daha uzun yol katediyoruz. Bu durumda sadece motorla gitsek daha mı iyi?
Cengiz cenovayı (ön yelken) yeni onartmış ama tamirci iskotayı (halatı) yanlış bağlamış; bu nedenle yelkeni ilk açışta hatayı gidermesi gerekti; kimseye güvenmeyip her şeyi kendin (tercihan yola çıkmadan) denetlemelisin.
Açık denizde, dümdüz bir rotada ve sadece motorla giderken Cengiz otopilotu tercih ediyor.[4]
Marmara denizinde sürekli olarak haritada gösterilen “gemi yolu”na paralel ve hemen onun yakınından seyrediyoruz. Karada olduğu gibi geliş gidiş şeritleri var ama gözle görünmüyor ve herkes bu trafik düzenine uyuyor.

otopilot görevde

12.30
Cengiz, usturmaçaların eskiyen "donlarının" yerine polar kumaş alıp yenilerini diktirmiş (hazır alırsa pahalı oluyormuş); onları değiştirdik; bu kılıflar iki yıl bile dayanmıyormuş. Bu arada denizde bir lastik bot gördük ve ganimet olarak tekneye çektik: çifte kürek için yapılmış, sapasağlam. Havasını indirip güverteye bağladık.

13.10
Açığımızdan 4 direkli bir yelkenli okul gemisi, İstanbul istikametinde geçti. Bu kadar güzel bir şeyin, Şili’de Allende’ye karşı yapılan darbe sırasında işkencehane olarak kullanıldığını duyduğumda bütün heyecanım yok oldu.  İki saat kadar sonra çok uluslu bir Nato konvoyu, Ege’ye doğru hızla geçti: İtalyan, İspanyol, Yunan vb gemilerden oluşuyordu. El sallaştık.


Şilili işkence teknesi

18.15
Çanakkale Boğazı’na girdik. Rüzgar ve akıntı etkisiyle 9 knot (mil/saat) hızla seyrediyoruz. Boğaz girişinde koca koca balıkların zıpladığını gördük; önce yunus zannettim, ama zıplayışları yunusunkine pek de benzemiyordu, meğer orkinosmuş (neden yunus olunca heyecanlanıyoruz da, orkinos olunca sıradan bir şey gibi geliyor acaba?).

Boğazın batı kıyısına (Gelibolu yarımadasına) yakın seyrediyoruz. Seddülbahir önlerine geldiğimizde, yükselen sırtlar rüzgarımızı kesti. Ayrıca çok yakınımızdan geçen büyük gemiler de rüzgarımızı zaman zaman kesiyor. Yelken bunların hepsini hissedip tepki veriyor.


20.00
Çanakkale Şehitler anıtını arkada bıraktık ve yön değiştirdik; artık rotamız Bozcaada. Rüzgar azaldı, motora kuvvet gidiyoruz. Cengiz, Ege’den Marmara’ya gitmek üzere Çanakkale Boğazına girecek teknelerin, girişteki bir kontrol noktasından telsizle izin almaları gerektiğini açıkladı.
  
20.30
Ufukta Bozcaada, karaltısı göründü.
Teknede herkes kendi havasında, öyle fazla konuşmuyoruz. Arada bir sohbet ediyoruz; yarı ders niteliğinde; tekne ile ilgili yeni bilgiler edinip eskileri anımsamaya çalışıyoruz. Motor, pervane, mevzuat vb konularda [5].

22.00
Bozcaada’ya vardık. Limana girmeden önce Cengiz gerekli hazırlıkları yapmamı istedi; “sanki eşinle birlikte teknenle geldin” dedi. Haritadan rotayı kontrol edip düzelttim, yelkenleri indirdim, halatları toplayıp roda ettim, kıç palamarları ve demiri hazırladım (kıçtan kara yanaşacağımız varsayımıyla), güvertenin ışıklarını yaktım.

Hava kararmış durumda. Mendireğin girişini ben kesinlikle algılayamıyorum. Seyir fenerleri sayesinde son anda farkettiğim bir karaltı, bir küçük gemi, ağır ağır önümüzden geçiyor. Cengiz, bir çok kez  girip çıktığı için mi, yoksa liman girişinin iki yanındaki fenerleri (iskelemizdeki yeşil, sancağımızdaki kırmızı oluşu ters değil mi?), arkadaki şehir ışıklarından ayırdedebildiği için mi bilmem, kolayca girişi seçip, ağır ağır limana giriyor.

Ama daha önce telefon ile limandaki belediye görevlisine ulaşıp yanaşacak bir yer olup olmadığını sordu; yer yokmuş. Yine de önce seyyar reflektörü yakıp, küçük teknelerin bağlandığı rıhtımda yer olup olmadığını araştırdık. Yoktu; çünkü herkes, hava kararmadan limana girmeyi başarmıştı. Görevli genç, araba vapuru iskelesini işaret etti, oraya yöneldik.

Bordadan yanaşacağımız için artık demir atmak söz konusu değil. Usturmaçaların hepsini rıhtım tarafına taşıdık. Önümüzü, halatları vb görebilmek için kafamızdaki “madenci fenerleri”ni kullandık; ancak kafamızı birbirimize çevirerek bir şey söylemeye kalktığımızda, fenerin ışığı karşıdakinin gözlerini kör ediyor; bu kadar basit bir aleti kullanmak için bile deneyim gerekiyor.

Baş halat Utku’nun elinde, kıç halat bende, teknemizin güvertesinden 150 cm kadar yüksek bir iskeleye yanaşıp bağlanmak nasıl olacak diye merakla bekliyoruz; iskele bu kadar yüksek olmasa birimiz atlayıp palamarı bağlayabiliriz; hatta aynı anda ikimiz de atlayıp baş ve kıçtan aynı anda bağlayabiliriz belki.
Bozcaada limanı


Cengiz yavaşça bordadan yanaşıyor. İskelede görevli genç (otopark bekçisi !), Utku’nun attığı baş halatı tutamadı, kıç halatı atmamızı istedi ve bu sefer yakaladı, ama, rüzgar, baş tarafı iskeleden uzaklaştırmaya başladı; görevli genç kıç halatı bağlayıp, motor ve dümenle baş tarafı yanaştırmamızı önerdiyse de Cengiz, “hayır” dedi, halatı çözdürdü ve tekneyi iskeleden uzaklaştırdı. Bir tur atıp yeniden yanaştı; bu sefer her şey yolunda gitti. Bütün bu kargaşalık içinde gözümdeki gözlük denize düştü ve dibi boyladı.

Cengiz, kıssadan hisse olarak şunu söyledi:
siz siz olun, hayatında tekne yönetmemiş birinin talimatıyla iş yapmayın; planı siz yapın, talimatı siz verin

Tekneyi kilitleyip sahile çıktık. Cengiz’in arkadaşları bizi karşıladı; bir arkadaşının işlettiği “kafe”lerden birinde biraz oturup tekneye döndük. Kafayı vurup derin bir uyku çektim.



Bozcaada'da kahvaltı sonrası tetebbu

28.07.2008

8.00
İlk iş, güneş yükselmeden, koyun çevresinde dolaşıp bir kaç fotoğraf çektim. Sonra, Çınaraltı’nda çay içip, Utku’nun aldığı böreklerle karnımı doyurdum. Cengiz scooter kiralayıp adayı dolaşabileceğimi söylediyse de, yeterli zamanımız olmadığını düşünüp bu işe kalkışmadım. Zaten, sahildeki yerleşmeyi dolaşırken bile öğlen olmuştu. Bu arada, rıhtımda yer açılmış ve Cengiz ile Utku, tekneyi doğru dürüst bir yere çekmiş, kıçtankara bağlamış, yıkıyorlardı.

Yarım günlüğüne kurulan yerel pazara gidip, bir orduya birkaç gün yetecek miktarda salata malzemesi ve meyve aldım; dalından yeni kopmuş Çavuş üzümlerini minik kasalarla satıyorlardı; yanında çok güzel siyah Kardinal üzümleri de vardı.  Üzümleri tekneye sokmadan, kasası ile birlikte, rıhtımdaki musluğa bağlı hortumla bir güzel yıkadık. Utku bu arada denize girdi ve aynı hortumla duş aldı. Denizdeki gök kuşağı renkli hareler, en azından yağ sızıntıları olduğuna işaret ettiği için, limanın suyuna girmeyi göze alamadım. Onun yerine kendime peynirli ve domatesli bir sandviç yapıp kilolarca üzüm yedim.


Temizlik vakti

16.00
Büyükçe bir tekne, yanaşacak bir yer arıyor; biz de yola çıkmak için bahane. Hemen toparlandık. Yola çıktık. İyi rüzgar var; yelkenleri actık[6]. Gelecek durak Bademli, ama Ayvalık civarında mola verebiliriz. Şu andaki rotamız ise Baba Burnu.

17.00
Rüzgar oldukça kuvvetli: 20 knot (mil/saat) civarında. Cenova ıskotaları (halatları) manevralar sırasında, güvertedeki bota takılıyor; her seferinde birimizin baş tarafa gidip ıskotaları kurtarmamız gerekiyor [7]. Pupaya yakın bir seyir yapıyoruz. Hızımız 7-8 not arası; bu teknenin yelkenle yapabileceği max. hıza yakın. Ama Cengiz arada bir rölantide de olsa motoru çalıştırıyor; akülerin boşalmasını önlemek için[8]; çünkü dalgalar fazla zorlamadığı sürece otopilotla gidiyoruz ve böyle bir havada rotayı tutturabilmek için otopilot çok fazla enerji harcıyor.

Baba Burnunu geçtiğimiz sırada güneş battı; Babakale açığından geçerken, kıyıya yönelmiş küçük balıkçı tekneleri ile karşılaşıyoruz. Rüzgar artıyor; dalgalar da. Ayvalık açıklarında bir adanın arkasına demirleyip geceyi geçirmeye karar veriyoruz. Karanlıkta hiç bir şey görünmüyor. GPS’den izleyerek ve derinlik göstergesindeki verileri kontrol ederek sahile yanaşıyoruz. Korunaklı bir koy; birkaç küçük balıkçı teknesi de var çevrede. Seyyar reflektörü yakıp ugun bir yer seçip demirliyoruz. Bu kez, uyku tulumunu alıp güvertede gecelemeye karar veriyorum; çok daha rahat.

29.07.2008

8.00
Cengiz, uyanır uyanmaz güverteye çıktı, demir aldık ve hemen hareket ettik. Dünden beri sancak tarafımızda Midilli adası var; mübarek bir kıta sanki; bitmek tükenmek bilmiyor. Yunan karasularına teğet gidiyoruz; ama daha öte kaymamaya dikkat ediyoruz; aksi halde Yunan bayrağı asmak gerekecekmiş. Sınır aşılmadığında bile, zaman zaman Yunan sahil güvenlik gemileri gelip kimlik denetimi yapıyormuş.

Rota Bademli koyu. Birkaç saat içinde koya ulaşıyoruz. Demirliyoruz ve denize giriyoruz. Yola çıktığımızdan beri ilk denize girişim. Utku da atlıyor. Cengiz ise isteksiz ama görev gereği (teknenin altını incelemek amacıyla) suya giriyor. Denize girmekten hoşlanmazmış meğer.

Koyun girişinde, geceyi olasılıkla orada geçirmiş olan bir yelkenli tekne var. Başka kimseler yok. Daha içerlere girip, kıyıdaki bir lokantada balık yemeye karar veriyoruz. İlerledikçe koyu çevreleyen adalarda ve yarımadada, Cavit Çağlar’ın “sarayını” ve Boyner’in daha mütevazi “malikane”sini görüyoruz. Sahilde bir de kaplıca var.

Bu botta, bu ebatta üç kişi düşünebiliyor musunuz?

Teknenin yanaşabileceği bir yer olmadığı için sahile botla gitmemiz gerek. Botu denize indirmek için balon yelken mandarını (ucu direğin tepesinden geçen halatlardan birini) vinç gibi kullanıyor Cengiz.
Daha sonra yeni aldığı kıçtan takma motoru, bota indirmek gerekiyor. Cengiz küçücük ve dengesiz botun içinde ayakta durup ellerini uzatıyor; biz Utku ile yukarıdan motoru ona uzatıyoruz. Çok basit bir operasyon ama oldukça zorlanıyoruz.

Bu arada, koyda demirli olan teknede ani bir hareket başlıyor ve alelacele yola çıkıyorlar. GPS’ime baktığımda, barometrede hızlı bir düşüş görüyorum. Cengiz öğleden sonra havanın değişeceğini söylüyor. Ama biz karaya çıkmakta kararlıyız.

Üçümüz bota ilişip motoru çalıştırıyoruz; kıpırdasak alabora olacağız; ama suyun derinliği bir metre bile yok; yani yürüyerek de gidilebilir; yüzerek demiyorum çünkü suyun içi ağzına kadar şerit formunda bir tür yosun dolu; ikide birde motorun pervanesine de dolanıyorlar. Karaya oturmuş bir yelkenli tekne dikkatimizi çekiyor; insan kaçakçıları taşırken yakalanmış; yıllardır burada duruyormuş.

Balık ve kazık yemek üzere lokantanın sahiline çıkıyoruz (Balığı, Boyner’in ödeyebileceği fiyattan sunuyormuş). Balık gelinceye kadar bir yığın ıvır zıvır yiyoruz; taze ekmekle. Yolda sadece peynir ekmek, salam, salata ve meyve yediğimiz için, meze türü yiyecekler çok çekici geliyor insana.

Yemek sonrası fazla oyalanmadan tekneye dönüp yola çıkıyoruz. İşte o zaman peynir ekmeğin değerini farkediyorum: Hızlanan rüzgar ile 2 metreyi bulan dalgalar ve karışık mezeler biraraya gelince midem alt üst oluyor. Cengiz, kamaraya inersek deniz tutmasının kolaylaşacağını söylüyor arada bir. Ama Utku uyuklamak istediğinde kamarasına gidiyor ve teknenin sallantısı onu hiç etkilemiyor. Ben ise, güverteye uzanıp, yarı uyur bir pozda akşamı ediyorum.

Güneşin kırmızı bir top olarak denizde kayboluşunun hemen ardından doğruluyorum. Utku aşağıda kamarada sanırım; Cengiz ise dümende.  Teknenin kıç tarafından denize uzanıyorum ve meze-balık karışımından kurtuluyorum. Dünya varmış. Cengiz’in de o arada ortadan kaybolduğunu farkediyorum; belki benim utanacağımı düşünerek, belki de rastlantı eseri kamaraya inmiş olacak. Rüzgar ve dalgalar daha da kuvetlenmelerine karşın, artık beni etkileyemiyorlar. Kıç taraftaki el duşuyla elimi yüzümü ve teknenin kıç aynasını temizliyorum.

Takvimlerde gösterilen fırtınalardan birini yaşıyoruz: sanırım adı Kızıl Erik Fırtınası. Rüzgar 25-30 knot arasında esiyor. Biminiyi, rüzgardan uçup gitmesin diye topladık. Cengiz ana yelkeni kapadı, cenovanın bile tamamı açık değil; ama rüzgar tekneyi neredeyse uçuruyor; karanlıkta son sürat gidiyoruz. Yolumuzu GPS ile buluyoruz. Karanlığı gözlerimizle oyarcasına sürekli çevreyi gözlüyoruz. Etrafta balıkçı tekneleri var; güya balık avının yasak olduğu dönemdeyiz. Bol ışıklı kocaman bir yolcu gemisi yanımızdan geçiyor.

Işıksız bir tekne varsa onu ancak radardan görmek olası. Cengiz, yüzen kütük vb. küçük boyutlu nesnelerin ve balıkçı ağlarının radarda görünmediğini, oysa bunların da tekneye ve en azından pervaneye büyük hasar verebileceğini söylüyor; bu amaçla, teknede balıkçıların kullandığı sonar tipi cihazların (fishfinder) bulundurulmasının gerekli olduğunu belirtiyor. Bu aletler, aynı zamanda deniz dibi topoğrafyasını da gösterdikleri için haritada görünmeyen kayalık ve sığlıklardan korunma açısından da çok yararlı imiş.Ayrıca, demirleyip uykuya daldığında demir tararsa da bir uyarı sinyali veriyormuş. Tek sorunları, ancak birkaçyüz metre ötesini gösterebilmeleriymiş. Yüzen nesneleri görebilmek için de fishfinder’ı aşağı doğru değil, ileri doğru yönlendirmek gerekirmiş[9].

23.00
Karaburun’un batısına dönüyoruz; minik adalar ve kayalıklarla dolu bir denizde seyrediyoruz. Cengiz dümende, benim el GPS’im elinde, haritayı adım adım izliyor. Kıyıda, fenerlerinden anlaşıldığı kadarıyla, karaya oturmuş bir küçük yük gemisi (koster) karaltısı seçiliyor. Çeşme’ye birkaç saatlik mesafede olduğumuz halde, Kara Ada’nın korunaklı bir koyunda demirleme kararı veriyor Cengiz. Sadece bir-iki tekne alan minik koylardan birinde karar kılıyoruz. Seyyar reflektörün ışığı ile bütün koyu taradıktan sonra, daha önce demirlemiş iki teknenin arasında bir yere yerleşip demir atıyoruz. Cengiz, ambardan ikinci bir demir daha çıkarıp onu da atıyor ve halatını birinci demirin zincirine bağlıyor. Aslında, koydaki su oldukça durgun ama direğin ve direğe bağlı halatların sesinden rüzgarın hızını hissediyoruz; yani 15-20 metre yukarıda fırtına “ben buradayım” diyor.

24.00
Karşıda Çeşme’nin ışıkları görünüyor.Hepimiz yatıyoruz. Ama rüzgarın vınlamasından sık sık uyanıp, güverteye çıkıp demir tarıyor muyuz diye bakıyoruz. Oysa benim GPS’imi de, demir taraması durumunda uyarı sinyali verecek konumda ayarlayıp Cengiz’e verdim.

30.07.2008

9.00
Sabah rüzgar daha da kuvvetli; direğin tepesindeki rüzgar ölçer, hızı 35 knot (yaklaşık 70 km/saat) gösteriyor. Kız kardeşim Şule, İstanbul’dan telefon edip, fırtınanın süreceğine ilişkin meteoroloji raporlarından beni haberdar ediyor. Cengiz, koyda 35 knot olan rüzgarın açık denizde 40 knot’a kadar çıkabileceğini söylüyor. Dalgalar da dünkünden yüksek olabilirmiş. Dalga konusunda da yeni bir şeyler öğreniyorum: Dalga açık denizden doğru geliyorsa yüksekliği daha fazla olurmuş; kıyıdan doğru geliyor ise daha alçak  olurmuş. “Bunda şaşacak ne var?” denebilir. Ama önemli olan şu ki, bu durumda dalga yüksekliği sadece rüzgarın hızına bağlı olmuyor. Bizi ilgilendiren durum ise, iki gündür dalgalar hep açıktan kıyıya doğru.

Cengiz, bir saat mesafedeki marinaya telefon ediyor ve yer olmadığını öğreniyor; Çeşme’de Belediye tarafından işletilen ve yarımadanın batısında konumlanmış ikinci marinaya ise ancak iki saatte ulaşabileceğimizi söylüyor. Ama kararsız bekliyoruz.

Yol boyunca Cengiz’in, telsiz ile meteoroloji raporu aldığını görmedim. Nedenini sorduğumda, “hava raporu dinlersen, limandan hiç çıkamazsın” dedi. Bu arada, telefon ile eşinden, fırtınanın öğleden sonra daha da kuvvetleneceği bilgisini aldı. Biz de, daha fazla beklemeyip yola çıktık.

Koyun dışına çıktığımızda, bir gün öncesine göre daha az dalga olduğunu farkediyoruz. Rüzgar da akşamkinden daha kuvvetli değil.

Rahat bir yelken seyri ile marinaya ulaştık. Herhangi bir talepte bulunmadığımız için ve işleticisi Belediye olduğu için, yanaşma sırasında kimse yardıma gelmedi. Bol bol yer vardı, karar vermekte güçlük çektik. Cengiz tekneyi yeni bir sefer için temizleyip düzenlemek için limanda kaldı. Biz Utku ile kasabayı gezmeye gittik. Yürürken hala, sarhoş gibi sallandığımı hissediyordum. Bir kafede üç saat kadar oturup bir şeyler yiyip içtik ve televizyondan Anayasa Mahkemesi AKP hakkındaki kararını izledik, bütün Çeşme halkı ile birlikte, milli maç izler gibi.

Çeşme Marina 2008
Tekneye döndüğümüzde, Cengiz teknenin iç kısımlarını temizlemiş, her şeyi düzenlemiş, çöpleri ve artan yiyecekleri torbalar içinde rıhtıma yığmıştı. Utku ile birlikte hortum, fırça ve “doğa dostu deterjan” ile güverteyi yıkadık [10].

Tekneyi kilitledik, çöpleri attık, bir taksi çağırdık; artan nevaleyi taksiciye devredip, hava alanına doğru yola çıktık.

Bunları yazdığımın resmidir


[1] Teknenin özellikleri:
Bavaria 42C 2007 Model 3 Kamara 2 Banyo Tuvalet
  Tam Boy 
13 m   
   Boş Deplasmanı
9.200 kg   
  Genişlik
4 m   
   Salma
3.000 kg   
  Su Hattı
11,40 m   
   Motor
Volvo Penta D2-55   
  Su Çekimi
1,8 m   
   Motor Gücü
55 hp   
  Su Tankı
400 lt   
   Yakıt Tankı
210 lt   
  Direk Yüksekliği
17,9 m
   Yelken Alanı
95 m 2   
  Max Kapasite
10 Kişi  
   Yatak Kapasitesi
8 Kişi 

[2]  Cengiz, bir zamanlar, bir başka teknede, içten kilitli kalan wc kapısını açmayı bilmeyen birilerinin canım kapıyı nasıl kırdıklarını anlatıp, WC kilidinin dışarıdan bir kibrit çöpüyle nasıl açılabildiğini gösterdi.

[3]  Geçtiğin yolu GPS’de, ya da haritada işaretle: Özellikle geceleri ve dalgalı denizde, güvertede yalnız başına dümen tutarken, her 15 dakikada bir GPS cihazında, bulunduğun noktayı işaretle (mark, select); uyuyanlar uyanıp seni göremediklerinde (denize düşmüşsen), en son işaretlenen noktaya kadar olan bölgede seni arasınlar; arama zamanı kısalır, bulma olasılığı artar; arama sırasında akıntının sürükleme etkisini dikkate alarak, önce, gelinen rotayı takiben,son işaretlenen noktaya kadar hızla geri dön, bulamamışsan, gelinen iz üzerinde sinüs eğrisi (zig-zag) çizerek tarama yap.

[4] Otopilot hassasiyetini ayarla: Düzeltmeyi kaç derece saptıktan sonra yapsın? Orsa seyrinde daha hassas ayar yapmakta yarar  var. Ancak, her düzeltme aküden daha fazla akım çekmek anlamına gelir; aküler tükenmesin diye, rölantide de olsa motoru çalıştırmak gerekir.

[5] Örneğin:
Şaftlı pervanelerin, gürültüsü çok, ayarı zor, verimi düşük.
Yabancı bayraklı tekne için yurt dışında şirket kurma: şirket yetkilisi olarak, tekneyi satan firmanın bir görevlisine imza yetkisi vermek riskli: adam isterse tekneyi başkasına satabilir vb.

[6] Ana yelkeni açarken:
Önce pupa palangasının , balançinanın ve ana yelken ıskotasının kilitlerini açıp mekanizmaları rahatlat.
Sonra yelken açıp kapama halatlarının kilitlerini aç.
En sonra da ana yelkeni aç.
Pupa palangası ve balançina halatlarının boşunu al.
Iskotayı rüzgara göre ayarla.
Bütün kilitleri kapat.

[7] Bot: Botu, güvertede tutmak yerine denize indirip çekerek götürmek de mümkün ama, hızı kestiği için ve bazı manevralarda sorun yaratabileceği için tercih edilmiyor sanırım.
[8] Akü: aynı şarj bağlantısında birden fazla akü var ise, hepsinin şarj derecesi yani eskiliği aynı olmalıymış, yoksa yeni olan (yani daha dolu olan) zarar görürmüş.

[9] Radar fiyatları 1000$’dan başlıyormuş; fishfinder fiyatı ise en ucuz 200$; teknenin fiyatının yanında önemli bir şey değil.

[10] Teknenin temizliği: İki ayrı kimyasaldan kovaya birkaçar damla damlatıp üzerine su dolduruluyor. Ahşaplar dahil güvertedeki her yer elde edilen köpüklü karışım ile yıkanıp durulanıyor. Ayrıca, metal ve plastik yüzeylerden lekeleri çıkarmak için, eriyen beyaz bir tür sünger kullanılıyor; başka bir maddeye batırılmaksızın.





KASIM’DA TEOS


Kasım’ın onbirinde Teos Marina’da Mergus ile buluştuk. Marina tam bir sessizliğe bürünmüş; in-cin bile top oynamıyor. Pazar günü biraz canlandı, sonra yine ıssız. Marina’dan çıkıp Sığacık’ı dolaştığımızda da okula gidip gelen çocuklar dışında bir hareket yok. Sadece Sığacık Pazarı, yaz aylarındaki gibi kalabalık idi; Pazar kahvaltımızı orada yaptık, biraz da meyve-sebze aldık.

Hava iyice serinlemiş durumda, hava sıcaklığı gündüz bile 20’nin altında, geceleri de 12’ye kadar düşüyor. Rüzgar ise yazdan kalma, 20 knotlarda esiyor ve yine kuzeyden; ama bir yararı var, rutubetin artmasını önlüyor, sabah kalktığımızda çiyden eser yok.

Marina’ya Cumartesi akşam üzeri ulaştık. Pazar günü, 25 knot hızla esen rüzgarda denize çıkmak yerine, daha önce başlayıp yarım bıraktığımız Teos Antik Kenti gezimizi tamamlamaya karar verdik. Marina çıkışından başlayıp 161. Sokak’tan güneye,Mekan Sitesi’ne doğru tırmanıp, 139. Sokak’tan batıya döndük (İzmir yöresinin her şeyi iyi de, şu sokaklara isim yerine rakam verme inatlarını anlıyamıyorum). Önce Teospa adlı konaklama tesisinin önünden geçtik. Güzel bir konumda, ağaçlar arasında çok sayıda binadan oluşan, ama sanki 50 yıl önce terkedilmiş bir tesis, zaten kapısı da kapalı, besbelli bir bekçi bile yok; işletme beceriksizliği mi?
  
Yolun sonunda büyükçe bir ev görünümünde Dali’s Motel, Sığacık’a bakan bir manzara; yaz-kış açık; sahibi ile ayak üstü sohbet. Bize Çamlık mesire yeri üzerinden antik kalıntılara giden yolu tarif ediyor.

Biz aslında teknede kalıyoruz, ancak Sığacık’ı ballandırdığımız dostlar buraya gelmeye kalkıştıklarında, kendilerine bir tesis önermemiz gerekiyor. Teknede ısıtma düzeni yok, ama battaniye ve yorganı üstüste örterek idare ediyoruz; ama burnumuz donuyor çünkü sabaha karşı ısı 12 dereceye düşmüş oluyor. Gelecek ay, uyku tulumlarını tekneye taşıyacağız sanırım.

Bir üst yola (166. Sokak) geçiyoruz, yolun bitiminde, tel örgülerin arasından, güneyimizde kalan çam ormanına dalıyoruz. Çamların arasındaki patikayı kullanarak, beş dakika içinde mesire yerine varıp, Teos Caddesi adı verilen asfalt kaplı yola çıkıyoruz. Çam ve zeytin ağaçlarının arasından güneye doğru 8-10 dakika yürüyüşten sonra, Teos Koyu, minik adaları ile önümüzde beliriyor. Doğu’ya doğru kıvrıla kıvrıla inen yola yönelip, müze inşaatının yanından geçip, kazı evinin ve tapınağın yer aldığı düzlüğe ulaşıyoruz.


Buradan da, taşıtlara kapalı yola girip Antik Liman okunun gösterdiği yöne, güneye doğru ilerliyoruz. Toprak yola dönüşen ve kır evlerinin arasından geçen güzergah yer yer çatallansa da herhangi bir yönlendirme işaretine rastlayamıyoruz. Ama beyaz bir keçiyle karşılaşıyoruz; bize yolu kendisi tarif edemiyor ama üzerinde oturduğu ve  kalıntılardan yürüttüğü beyaz taş blok, doğru yolda olduğumuzu söylüyor.


On dakika sonra aşağıda minik adaları ile Teos Koyu yeniden ortaya çıkıyor. Yolun ortasında huzur içinde yatan köpeği ürkütmeden yamaçtan aşağı inip antik limanın başlangıcına erişiyoruz. Burası yazın büyük olasılıkla otopark olarak kullanılan bir düzlük. Düzlüğü çevreleyen zeytin ağaçlarının gölgesi, yaz aylarında denize üşüşen günübirlikçiler için çok değerli olsa gerek.

Antik limanın kalıntıları bu noktadan başlayıp doğuya doğru 300 metre devam ediyor. Son 150 metresi deniz ile akarsu ağzını ayıran bir mendireğe dönüşüyor. Ancak karadaki kalıntıların tam üzerine bu önemli yapıt ile birlikte tarihe geçmek isteyen bir lokanta kondurulmuş. Biraz geriye çekseler, hiç bir özelliği kalmayacak bir “tesis”.


Bu kalıntı, Asos’taki kadar olmasa bile, denizin içinde kalan nadir antik limanlardan olsa gerek; güneyli rüzgarlardan korunmak için limandan yararlanan bir kaç küçük tekne bile var. Genellikle akarsu ağızlarına yapılan limanların kalıntıları, binlerce yıl içinde alüvyonların dolması nedeniyle kıyıdan çok içerlerde kalmaya mahkum oluyor. İnsanlarımıza buraları tanıtmak için yapılacak hiç bir şey yok mu acaba? Ama önce insanlarımızın bu tür değerlere olan merakını gıdıklamak gerek her halde.

Bu liman MÖ altıncı yüzyılda Teos kentinin ticari öneminin artıp gelişmesinde belki de en büyük rolü oynamış; özellikle Sığacık mermerlerinin Roma’ya taşınmasında kullanılmış. Aynı dönemde kentin kuzeyindeki ikinci bir limanın varlığından da söz edilmekle beraber bu limandan herhangi bir iz bulunamamış.




Limandaki oku izleyerek, Agora’ya ulaşmak üzere kuzeye doğru giden patikayı tutuyoruz. Çevrede tek tük kır evleri, zeytin ağaçları ve kocaman meşe ağaçları var. Dönüşte Türkiye’nin Ağaçları ve Çalıları (Necati Güvenç Namıkoğlu) kitabından, bu ağaçların Anadolu Palamut Meşesi (Quercus Ithaburensis) cinsi olduğunu ve Batı Anadolu’da beşyüz yaşında olanlarına rastlandığını öğreniyoruz. Bizim ilk bakışta ilgimizi çeken, yere düşmüş palamutların iriliği idi (Çapı 2.5 cm, boyu 4 cm); bir de kadehlerinin çiçek gibi açmış görünüşü.




Yine bir 10 dakikalık yürüyüş ve sapacağımız yeri öğrenmek için çocuklarla sohbet (Herhalde insanların iletişimini artırmak için, yetkililer kuru bir işaret tabelası dikmeyi benimsemiyorlar). Çevreye dağılmış taşların giderek artması da, Agora’ya yaklaştığımızı gösteriyor. Agora’daki Bouleuterion, yani halk konseyi toplantı amfisi, dünyadaki en sağlam kalanlardan biri olsa gerek. Bizden başka birkaç kişilik bir yabancı ziyaretçi grubu daha var sadece. Böyle bir yapıt, diyelim ki ABD’de olsa her halde yılda bir milyon ziyaretçi çekmeyi becerirlerdi.




Bu minik tiyatronun hemen bitişiği mandalina bahçesi, ama biz sırt çantamızdan, sabahleyin pazardan aldığımız mandalinaları çıkarıp yiyoruz. Çelen ile benim için mandalina meyvesi ayrı bir önem taşıyor. 1963 yılında, Mimarlık Fakültesi öğrencisi iken, bir şehircilik projesi için sınıfça Bodrum’a gitmiştik. Saha çalışması yapılıp, yerleşmenin toplumsal yapısı ile ilgili veri toplamak gerekiyor idi. Gruplar belirlendi, biz Çelen ile birlikte belli bir mahalleyi dolaşacaktık. Ziyaret edip anket yaptığımız insanlar muhakkak bir şey ikram etmek istiyorlardı, ancak bahçelerindeki bir kaç mandalina ağacından başka hiç bir şeyleri yoktu. Bir evden ötekine giderken, her bir mandalinayı yarım yarım paylaşarak yerdik. Bir yıl sonra Çelen ile nişanlandık, iki yıl sonra evlendik. Mandalinayı paylaşarak yeme alışkanlığımız hep sürdü. Bodrum mandalinasının kokusu da burnumuza yapıştı kaldı.
                                                                                   

İlginç zeytin ağaçları ile sınırlanmış tarla ve bahçelerin arasından batıya doğru beşyüz metre kadar yürüyerek tapınağa ulaştık; turu tamamlamıştık. Koca tapınak kalıntısında da sadece bir aile dolaşıp resim çekiyorlardı (tabii kendi resimlerini). Buranın tadını çıkaran ikinci aile de tek kuzulu bir koyun ailesi idi. Benim bildiğim, eskiden bahar gelmeden kuzulanmazdı, buranın baharı ne kadar erkenmiş!.


Kalıntıların hemen bitişiğindeki bir koca zeytin ağacının altında, çırptıkları zeytinleri toplayan bir üçüncü aile ile, görünürdeki memeli nüfusu tamamlanıyordu. Biz de gezimizi sona erdirip, birbuçuk kilometreyi katederek, kestirme yoldan Sığacık’a döndük.




Pazartesi ve Salı günlerini yelkene ayırdık. Herhangi bir yerde demirlemeksizin, 15-20 knot esen kuzeyli rüzgarlarda, Sığacık Körfezi’nde sakin saatler geçirdik. Akşam üzerlerini, günbatımı yürüyüşleri yaparak değerlendirdik; bir gün Kuzeye, mezarlık tarafına, esen rüzgardan habersiz durgun denize yansıyan akşam ışıklarının tadını çıkarmaya; ertesi gün batıdaki tepelere, Teke Burnu’nun uzantısı tepelerin ardında güneşin kayboluşunu izlemeye.



TEOS ANTİK KENTİ'NDE YÜRÜYÜŞ GÜZERGAHIMIZ

TEOS ANTİK KENTİ ARKEOLOJİK SİT ALANI HARİTASI