NEDEN
PAŞALİMANI?
Güven Birkan
Bu soruyu yanıtlamaya kalkışmadan
önce “nerede bu Paşalimanı?” diye sormak gerek. İstanbullular’a sorarsanız
Üsküdar’da, İzmirliler’e sorarsanız Çeşme’de, Yunanlılar’a sorarsanız Pire’de.
Hatta Adana’da bile bir Paşalimanı var, ama bir lokanta olarak. Burada sözünü
edeceğimiz, Marmara denizinde, Balıkesir’e bağlı bir ada. İlk anda insan
“Balıkesir’in Marmara Denizi ile ne ilgisi var?” diyebilir. Ama bu adanın bağlı
olduğu Erdek’in de Marmara kıyısında bulunduğunu anımsarsak bu bağlantıyı
kurabiliriz. Balıkesir’in kazası olan Erdek’i de bir tatil kasabası olarak daha
çok Ankaralılar bilir.
Paşalimanı deyince ilk akla
gelmesi gereken yer bu kentlerin hiçbiri değil, Kıbrıs’tır. Lala Mustafa
Paşa’nın, Kıbrıs seferinden dönerken Marmara Denizi’nde yakalandığı fırtınadan
korunmak için gemileriyle bu adaya sığındığı ve bu nedenle de daha önce Aloni
olarak anılan adaya Paşalimanı denmeye başladığı anlatılır.
Evet, neden Paşalimanı?
“Neden Paşalimanı?” sorusunun ilk
yanıtı bu. Ama sorunun ikinci bir anlamı daha var. Neden biz ahir ömrümüzde
yeni yeni öğrenmeye başladığımız yelkencilikteki ilk uzun yol deneyimi için
hedef olarak bu adayı seçtik? Tek bir yanıtı olsa gerek, Lala Mustafa Paşa da
orayı en korunaklı liman olarak belirlediği için. İstanbul’un beton
yığınlarından ve yarı kentli insanlarından birkaç gün uzak kalmak da yan ürün. Ama
bir de görevimiz vardı:
Yakın arkadaşımız Mimar Tarık Aka,
oradaki minik yerleşmelerin epeyce dışında bir konut inşa etmişti; ama bu iki
katlı ahşap konutun bir özelliği vardı: tüm parçaları özenle tasarlanıp
İstanbul’da Mimar Taylan Tüzün’ün atölyesinde imal edilip, Paşalimanı’nda bir araya
getirilmişti. Tarık bu yapıyı gerçekleştirmeyi yaşamının önemli bir hedefi
haline getirmiş, ancak inşaat bittikten kısa bir süre sonra yaşamını yitirdiği
için o eve sadece bir kez gidebilmişti. Eşi ve bizim fakülteden sınıf arkadaşımız
Nadide, Marmara Adaları tarafına gitme niyetimizden bahsettiğimizde evin bir
fotoğrafını çekmemizi rica etmişti.
Doğaldır ki böyle bir etkinliğin
heyecan yaratan da bir yanı olacaktı. Tekne alma kararımızdaki önemli
etkenlerden biri, karadan ulaşabileceğimiz yerlere bir de denizden yaklaşmaktı.
Denizde bir yere yaklaşmanın farklı bir tadı olduğunu fark etmiştim: yavaş
yavaş zum yapan bir objektifin içindeymişim gibi bir duygu yaratıyordu bende;
önce ana hatlarını algılamak, giderek daha fazla ayrıntıyı kavramak hoş bir şey
doğrusu.
 |
Marmara'da koca bir gün tek bir yelkenli, ikincisi de biz |
Seyri planlayıp uygun hava
kolluyoruz
Günlerce uygun hava kolladık; hiç
değilse gidişte ve gelişte sorun yaşamayalım diye. Sonunda Eylül ortalarında
bir sabahı yola çıkmak uygun göründü. En az bir gün kalıp dönmek üzere, gidiş
ve gelişlere ikişer gün ayırmaya karar verdik; gece yolculuğu yapmamak için. O
gece Kumburgaz sahilindeki Güzelce Marina’da kalıp, ertesi gün Paşalimanı’na
ulaşacaktık. Gidiş yolunda ilk gün 35 deniz mili, ikinci gün 52 deniz mili
olmak üzere toplam 87 mil yol kat edecektik. Yelkenli değil de motorlu bir
tekne olsa bu yol ikişer saatte yapılabilir. Yelkenlinin de motoru var ama, 5
tonluk gövdenin altından denize sarkan ve tekneyi dengede tutan bir tonluk
salma böyle bir hıza izin vermiyor.
Marmara Adası’nın doğusundan ve
batısından geçen iki alternatif rota belirledim. Güzelce’nin yanı sıra, duruma
göre gecelenebilecek seçeneklerin hepsinin koordinatlarını not edip haritada
işaretledim. Deneyimli denizci dostlarıma danıştığımda, kuzeyli havalar için
daha çok kuzey rotasının önerildiği fikrini edindim. Fazlaca endişeli olduğum
düşünülmesin, deneyimliler Marmara denizinin kötü havalarını yaşamış
denizcilerin her denizde yelken yapabileceğini söylerler. İşte Lala Mustafa
Paşa bile sığınacak yer aramış.
 |
Gidiş seyri için rota seçenekleri |
Yola çok erken çıkacağımız için
geceyi Pendik Marina’da teknemizde geçiriyoruz. Uykumuzun gelmesini beklerken, teknelerin
güvertelerinde yiyecek bir şeyler bulmak ümidiyle iskelenin üzerinde birbiri
ardında gidip gelen kedileri, karşımızdaki tekneye bağlanmış İspanyol Cocker
yavrusu köpeğin ağlaşmaktan bıkıp yelken direğinin dibine çişini
yapışını, ayın doğuşunu izleyerek oyalanıyoruz.
Geç vakit iskeleye yanaşan
Tarella’nın genç kaptanı İlhan bize hem Marmara hakkında bilgi veriyor hem de
bir eksiğimiz varsa kendi teknesinden hemen tamamlayabileceğini söylüyor.
Kentlerde yok olan komşuluk yardımlaşmaları yelkenciler arasında henüz sürüyor.
Aslında tek eksiğimiz yedek mazot. Rüzgârın esmediği sürelerde duraklamamak
için gerekebilir, bir de elektrik üretimi için. Gece yarıları marinalarda
rüzgarla direklere vuran halatların çıkardığı sesin yarattığı ninniden başka
bir şey duyulmaz ama burada Sabiha Gökçen’e inmek için alçalan uçakların her
beş dakikada bir yinelenen gürültüsü baskın çıkıyor. Yine de uyuyoruz.
Kentin seyrine doyum olmuyor
Ertesi sabah ezan ile uyandık,
hava aydınlanıncaya kadar hazırlandık. Yaprak ve deniz kıpırdamıyordu. Gün
doğarken marinadan ayrıldık. Büyükada ve Heybeli’nin kuzeyinden geçerek
Mimarsinan’ın güneyindeki Baba Burnu’nu hedef aldık. İstanbul Boğazı çıkışından
başlayarak kimi seyir halinde kimi demirdeki çok sayıdaki geminin arasından
sıyrılıp kentin kargaşasını, kıyıdaki liman tesislerini, Yeşilköye inip kalkan
uçakları izleyerek yaptığımız bir tür kentsel seyirden sonra buruna ulaştık ve yön
değiştirip Güzelce’ye yöneldik Bu kez de “tatil siteleri” adı verilen yapı
yığınları ve daha gerilerde yükselen tatil dışı iç karartan bloklar üstümüze
gelmeye başladı. Tüm bunları izlemeye öyle dalmışız ki, dönüp güneye, deniz
tarafına bakmak aklımıza geliyor. Acı çekmekten zevk almasak bu ülkede nasıl
yaşayabilirdik?
 |
İşte İstanbul |
Öğleye doğru, Kumburgaz kıyısı Güzelce’deki
marinaya vardık. Ertesi sabah erken ayrılacağımız için bizi çıkışa yakın ama
beton iskeleye yanaştırıyorlar. Betonun zımpara gibi yüzeyinin tekneyi
çizmemesi için sarkıttığımız usturmaçaların da zarar görmemesi için teknede
hazır bulundurduğum bir tahtayı araya yerleştirmem gerekiyor. Limanın ardında
yükselen birkaç apartman, onların batısında okul olduğu anlaşılan iki büyük
bina, daha batıda ağaçlar arasında tek evler ve devamında büyük bir ağaçlık.
Liman görevlilerine orasının mezarlık olup olmadığını sorduğumuzda, askeri
arazi olduğunu öğrendik. Büyük kentlerde ve kıyılarda hala yeşil kalabilmiş
yerlerin hep ya mezarlık ya da askeri alanlar olması ne kadar acı verici,
üstelik iki kullanım da ölüm ile bağlantılı. Güzelce’de Rumlar yaşarken adı
Demokranya imiş, 1923’te mübadele ile buraya yerleşen Türkler nedense Çöplüce
adını uygun görmüşler ve deniz haritalarında da bu ad kullanılır olmuş. Güzelce
adı da İstanbul’un bir zamanlar vali ve belediye başkanı olan Fahrettin Kerim
Gökay döneminde verilmiş.
Güzelce’de zaman geçirmek
Vakit geçirmek için komşu guletin
kaptanı ile ayaküstü sohbet ediyoruz. Koca teknenin ne amaçla kullanıldığını
soruyorum; “zamparalık” diyor. Gerçekten gece olunca kırmızı ışıkla
aydınlatılan güvertesinin dekorasyonu bunu doğrular nitelikte. Otobüs
büyüklüğünde özel arazi arabalarıyla gelip giden insanlar dikkati çekiyor ama
çevreye rahatsızlık verecek hiçbir davranışları yok. Kaptan, uzun yıllar ticari
gemilerde çalıştığını, son yıllarda “reislik” yapmanın zorlaştığını, genç
tayfaları Marmara’dan çıktıktan sonra çalıştırmanın olanaksız olduğunu anlatırken
düşük ücret ve fazla mesailerin ödenmeyişi nedeniyle tayfalara hak veriyor; tekne
sahibi ile tayfa arasında kalmaktan usandığı için de artık ticari gemilerde
çalışmaktan vaz geçtiğini ekliyor. İş yaşamında, ara kademedeki yöneticilerin
genel sorunu.
 |
Mergus-gulet sohbeti |
O gün Güzelce’nin pazarı olduğunu
ve 10 dakika yürüyüş uzaklığında kurulduğunu öğreniyorsak da öğlen güneşinin
beton zeminde yarattığı mikro klima, böyle bir yürüyüşe izin vermiyor. Ayrıca
da buz dolabımızda daha fazla taze meyve sebzeye yerimiz yok. Yine de güneş
batarken barınağın arkasındaki parkta bir çay içtikten sonra akşam karanlığında
tekneye dönmeden önce pazarından arta kalan kamyondan üç Çanakkale kavununu da
yükleniyoruz.
Gece bastırınca, en ufak ses
kocaman oluyor. Limana en son giren motor-yattakiler arada bir “çıs-tak”
sesinden ibaret müziklerini sonuna kadar açıp, kendimizi Moda’daki apartman
dairesinde hissetmemizi sağlıyorlar. Dörtyol ağzındaki evimiz, sabaha dek süren
yoğun araba trafiğinin sunduğu bin bir tür müziği dinleyerek uyumamıza olanak
veriyor. Buradaki tek fark, sesin araba yerine tekneden geliyor olması. Derken
marinanın arkasındaki caminin apartmanlar arasında sıkışmış minaresinin hoparlörlerinden
okunan yatsı ezanı, her binaya bir kere çarpıp yankılanarak limana doluyor;
sanki bir değil beş cami var çevrede. Sonra önümüz ve ardımızdaki teknelerden
hafif konuşma sesleri. Hepsi bitince, açık denizdeymişiz gibi esen poyrazın
direkten, bumbadan ve halatlardan çıkardığı seslerden oluşan gerçek liman
müziği başlıyor. Ortada marina kedileri dışında canlı yok. Guletin kaptanı
rıhtımdaki çöp bidonunun kapağını kapattığı için, kedilerin fare dışında bir
oyalantıları yok. Fareler dalgakıranın deniz tarafındaki kayalarının arasında
yaşıyorlarmış.
Erkenden yola çıkıp 9 saatlik bir
seyirden sonra ikindi vakti Paşalimanı köyünün önündeki koya varıyoruz. Seyir
sırasında “gemi yolu” olarak adlandırılan ve gemilerin geliş gidişlerine
ayrılmış bir tür otoyol güzergahından uzak durmaya çalışıyoruz. Marmara’nın
ortasında bu yolu kullanan 10-12 gemi dışında bir hareket görülmüyor, bir de
ince uzun sinekler, minyon arılar, minik sinekler. Koca Marmara’da seyir
halinde sadece bir tek yelkenli tekne görüyoruz.
 |
Gemi yolunu enlemesine geçiyoruz, yaya geçidinden geçer gibi |
Köyün önünde bir tur atıp,
demirleyeceğimiz güvenli bir yer seçmeye çalışıyoruz. Koy kuzeye kapalı, rüzgâr
da kuzeyden esiyor, ama gece güneye dönerse bizi kıyıya atabilir diye oldukça
açığa demirliyoruz. Ama hava kararıp tepelerden inen poyraza bir de kuzey
geçidinden sızan dalga ve akıntı eklenince demir tarar mıyız endişesine kapılıyoruz.
Osmanlı donanması nasıl olup da burada kendini güvende hissediyormuş acaba? Koya
ulaştığımız sırada iskelenin güneyindeki kıyıda demirde yatan tek teknenin,
akşam kararırken koyu terk etmesiyle denizde bizden başka kimsenin kalmamış
oluşu da bir ürküntü yaratmadı dersem yalan olacak.
Paşalimanı’nda akşam
Dalga ve rüzgâra kafamız takılı da
olsa, Paşalimanı koyunun gün batımı saatindeki güzelliğinin tadını çıkarabiliyoruz.
Bir yanımızda, Avşa’nın üzerinde kırmızı bir top olarak batan güneş ve kızaran
gök yüzü, öte yanımızda sönük yol lambalarıyla çepeçevre aydınlatılmış koy. Bu
iki manzarayı görmek için kafamızı çevirmemiz gerekmiyor, rüzgâr tekneyi
sürekli döndürdüğü için oturduğumuz yerde bir Avşa’yı, bir Paşalimanı köyünü
görebiliyoruz. Sanki bir gölün ortasındayız, açık deniz sadece iki küçük
aralıktan algılanabiliyor, kuzey girişinden Marmara Adası, batı girişinden
Karabiga kıyıları. Hava kararırken iki direkli bir yelkenli koya girip, her
akşam aynı yere demirliyormuşçasına hiç duraksamadan, kıyıya 100 metre kadar
yaklaşıyor, 150 metre kadar sancağımıza (sağ tarafımıza) demir atıyor. Artık
kendimizi yalnız hissetmiyoruz.

Bizi sürekli olarak telefon ile
izleyen kara desteğimiz Ekrem Birerdinç, o noktalarda bir zamanlar 36 knot
(saatte mil) rüzgârda demirli kaldıklarını anımsatıp, endişeye yer olmadığını
ekliyor. Yakınımızdan geçen balıkçılara da danıştığımızda, bulunduğumuz noktada
demirde kalabileceğimizi söylüyorlar. Ama öyle ortalık bir konumdayız ki
demir fenerimizi (demirli durduğumuzu gösteren ve direğin tepesine
yerleştirilmiş fener) yaktığımız halde, “gece bizi görmeyen bir tekne
üzerimizden geçer mi” diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. Sabaha kadar rüzgârın
sesini dinleyerek güvertede uzanıyorum, yarı uyur yarı uyanık.
Ertesi sabah, denizci dostlara da
internet üzerinden danıştıktan sonra kıyıya biraz daha yaklaşıp yeniden demirliyorum,
o arada hava da biraz duruluyor. Şişme botu denize indiriyorum, kürekle sahile
gidip, karşıdaki Mevlana Restoran’ın iskelesine bağlanıyorum. Çöplerimizi atıp,
tek satış yeri olan büfeden içecek birkaç şey aldıktan sonra fırına yöneliyorum.
Asıl derdimiz ekmek, ama fırıncı erkenden ekmekleri satıp gidermiş.
Öğleye
doğru denize bile giriyoruz, deniz analarını iteleyip biraz yüzmeye çalışarak. Seyir
halindeyken fark ettiğim dümen zorlanmasının nedenini anlayabilmek için, dalıp
dümen palasını gözden geçiriyorum, tepesine yığılmış deniz kabukluları, dümeni
döndürdükçe tekneye sürtünmekte. Henüz dört ay önce karaya çekip karinasını (teknenin
su içinde kalan dış kısımları) temizleyip zehirli boya ile boyadığım halde
bunların üremiş olması, Pendik’teki deniz kirliliğinin düzeyi hakkında fikir
veriyor.
Teknede en önemli sorun:
enerji yetmezliği
Her şey yolunda, tek sorunumuz
enerji: telefonların, bilgisayarın şarjı, buzdolabı ve gece yanan demir feneri,
sürekli olarak aküyü boşaltıyor. İkide birde motor çalıştırıyoruz, ama düşük
devirdeki kısa süreli çalıştırmalar, aküyü doldurmaya yetmiyor. Dönüşte rüzgâr
yeterli olmaz ise depodakinden daha fazla yakıta gerek duyabileceğimi
hesaplıyorum. Güzelce’deyken bidona yakıt doldurmayı neden akıl etmedik diye de
kendimi suçluyorum. Teknede güneş paneli ve rüzgâr jeneratörü olmadan yaşam çok zor. Önlem alma konusunda denizin iyi bir eğitici olduğu kesin
ama biz henüz eğitimin başındayız anlaşılan.
Ertesi sabahı aklıma yine mazot
konusu takılıyor ve burada ev yapan arkadaşlarımız Tarık ile Nadide’nin Paşalimanı
komşuları Saniye Hanım’a telefon ediyorum. Meğer hemen karşımızdaki beyaz evde
oturuyorlarmış, el bile sallıyorlar. Bir süre sonra bir balıkçı teknesi gelip
bizi alıyor, mazot sağlama konusunda ne yapacağımızı da anlatıyorlar. Karaya
çıktığımızda iş bölümü yapıyoruz, ben mazota, Çelen ekmeğe. Fırın için yine geç
ama Çelen şansını deniyor; fırıncı evinden seslenip sadece bir bayat ekmek
olduğunu söylüyorsa da aşağı inince bir de taze ekmek bulup veriyor.
Mazot için, caminin arkalarındaki
bir bahçenin ortasındaki evin kapısını çalıyorum; çıkan genç ile birlikte
bitişik bir depoya gidiyoruz, uyuşturucu alışverişi yapılıyormuş gibi bir hava
oluşuyor. Depoda gaz tüpleri, mazot ve benzin dolu plastik bidonlar, çeşitli
inşaat malzemeleri, bir hurdacı dağınıklığıyla yığılmış. Kibrit çaksan ev ve
bahçenin yanı sıra cami bile havaya uçabilir. “İmar gelmediği” için benzin
istasyonu izni verilmiyormuş; oysa bu adada balıkçı motorları ve traktörler
mazot kullanmak zorunda. Toplumumuzun ve yöneticilerimizin standart sorun çözme
yöntemi.
Bu karaya çıkış bir iki işe de
yarıyor: Bize yardımcı olan Saniye Hanım’ı ziyaret edip Nadide’nin selamlarını
iletme olanağı buluyoruz. İskeleyi inceleyip gerektiğinde neresine nasıl
bağlanılabileceğini aklımıza yerleştiriyoruz. Bir de Mergus’u Paşalimanı
koyunda fotoğraflıyoruz, arkada Koyun Adası ile.
 |
Mergus'un alargadayken çekebildiğimiz tek fotoğrafı |
Teknede ikinci ciddi sorun: sıvı
atıklar
Bu denli uzun süre açıkta
kalınca, enerji ve yiyecek dışında hangi sorun olabilir? Tabii ki atıklar. Katı
atıkları iki aşamada karaya taşımıştık; taşımasak da depolamak kolay. Ama sıvı
atıkları ne yapmalı? Pis su tankını yolda açık denizde boşaltmıştık. Sonraki üç
günde acaba dolmuş olabilir mi? Pis su deposu 85 litre; kaba bir hesapla, henüz
yarısı dolmuş olmalı. Ama ya tahminim yanlışsa. Boşaltmak için açık denize
çıkmak gerek ama hava uygun olup çıkabilsek zaten dönüşe geçeceğiz. Hani ev
köpekleri günde iki kez gezdirilmek ister, ihtiyaçlarını gidermek için;
teknelerin durumu da aynı.
Yalnız kalan yaşlı çiftler hem
can yoldaşı hem zorunlu yürüyüş aracı olarak bir köpek edinirler ya, biz de
tekne edindik işte. Tekne edinmekle kalmadık, bir de küçük lastik botumuz oldu.
Teknenin kıçında bağlı iken, durduğumuz yerde bile, dalga ve akıntıya karşı
suyla devamlı oynaşarak, kemik geveleyen köpek yavruları gibi sesler çıkaran bu
nesne bize sanki canlıymış gibi geliyor. Çevrede ilgi çekici başka şey bulamaz
isek ya da okumaktan yorulup başımızı kaldırdığımızda onu izleyerek bir süre oyalanabiliyoruz.
Midyeye geçit yok, ama imar
gelsin mi?
Cumartesi akşam üzeri koca bir
motor-yat gelip iskeleye bağlanıyor; iskele yatın yanında küçücük kalıyor.
Sadece iskele değil kıyıdaki evler de. Adada her şey küçük; birkaç istisnayı
unutursak. Henüz apartman dönemine geçmemişler, ama eli kulağında; “imar
gelmesini” bekliyorlar. İmar denen şey bir tür kâbus. Kıyıdaki yazlık evler de
ağaçlar arasında kaybolan en çok iki katlı yapılar. Bunlardan biri, Kalamışlı
eski bir deniz dostunun imiş. Ekrem Birerdinç, bu zatın, evin önünde bir midye
tarlası düzenlediğini, ancak ölümünden sonra bu tarlanın da sahipsiz kaldığını,
ama hala tarladan çok leziz midyeler toplama olanağı olduğunu anlatmıştı.
Bugünlerde ise ada ahalisi ile girişimciler arasında çevreye zarar verdiği
söylenen midye yetiştirme alanları konusunda bir çekişme yaşanıyor.
İstanbul’daki pahalı lokantalarda servis edilen midyelerin ise Paşalimanı’ndan
geldiği belirtiliyor, temizliğin garantisi olarak.

Mevsim dışı Paşalimanı’nda sadece
yerli halk kalmış, birkaç da yazlıkçı olduğunu, arada bir kafamızı kesmek
istercesine yakınımızda dolaşan jet ski sayesinde öğreniyoruz. Erkekler
iskelenin arkasındaki kahvede, kadınlar evlerin bahçelerinde bir araya gelerek
sohbet ediyor. Rıhtım inşaatında çalışan iş makinesi tozu dumana katıyor.
Kahvenin güneyinde minik hoş bir
cami var; hoparlöründen okunan beş vakit ezan, iki gündür duyduğumuz tek insan
sesi, biraz mekanik de olsa. Lala Mustafa Paşa buraya sığındığında şehit
askerlerini defnettiği, yaptırdığı caminin çatısını da gemisinin direği ile
desteklediği söyleniyor. Bu cami 1935'teki depremde tamamen yıkılmış, yerine
şimdiki cami yapılmış. Caminin bitişiğindeki tarihi mezarlık ayakta kalmaya
çalışıyor. Bir kilometre kadar güneydeki
Harmanlı köyünde daha görkemli bir cami görünüyor ama oradan kulağımıza bir
ezan sesi ulaşmadı.
 |
Yüzlerce yıllık mezar taşları, sazların arasında, eski eser kaçakçılarını bekliyor |
Düzlükte yerleşmiş ve ağaçlar
arasında gizlenmiş köyün içinde dolaşırken, kaç evlik ve kaç nüfuslu bir yer
olduğunu algılayamıyor insan. Denizden bakınca zaten daha çok dışardan
gelenlerin inşa ettiği yazlıklar görünüyor. Paşalimanı’nın kara ile bağlantısı,
Adanın kuzey kıyısındaki Poyrazlı iskelesi üzerinden olduğu için, burası
doğallığını korumuş. En azından bu mevsim, yeni yapılan iskeleye günlük ulaşım
için gelen giden bir deniz aracı yok; oysa iskele küçük araba vapurlarının
yanaşacağı bir nitelikte. Arada bir motorlu araçlar da dolaşıyor ortalıkta;
bunlar Paşalimanı’na uğrayıp Harmanlı’ya kadar da uzanan minibüsler. Yazlık
evlerin çoğunlukta olduğu kıyı bandının ardında yükselen tepeler genelde çıplak
ve bu mevsim kup kuru. Sadece aradaki ekili tarlalar ve zeytinlikler bu
tekdüzeliği bozuyor; bir de çok dikkatli bakınca fark edilebilen arı kovanları.
Gecenin sessizliğinde Paşalimanı
Karada hareket olmayınca, denizin
içine ve uzaklara bakıyoruz. Tropikal çiçek görünümündeki kocaman mor-eflatun
deniz analarından birkaçı teknenin çevresinde dolaşıyor. Suyun, gökteki
bulutların, güneşin hareketi ile sudaki ışıklar her an değişiyor. Hava
kararırken bu tablodaki değişim de hızlanıyor, renkler canlanıyor. Her akşam
gün batımının ardından, renkler tamamen kaybolduktan sonra, Erdek’ten Avşa’ya giden
feribotun ışıkları batı geçidinde beliriyor, donanma şenliği gibi ağır süzülüyor.
Sonra yıldızları seyrederek ayın çıkmasını bekliyoruz. Ayın turuncu yarısı, geç
vakit, Ada’nın ardından beliriyor (öteki yarı nerede bilmiyorum) ve yükseldikçe
küçülüp parlaklaşıyor. Sabaha kadar da tüm koyu aydınlatıyor.
Ay ışığında deniz üzerindeki her
şey açıkça görülse de direğin tepesindeki demir fenerimizi yakıyoruz; bulut
mulut gelir de ortalık kararırsa diye. Çevremizden geçen küçük balıkçı
teknelerinin çok azında ışık oluyor; karanlığın içinden aniden belirip birer
karaltı halinde yakınımızdan geçip gecenin içinde kayboluyorlar. Nedense bu
teknelerin pata pata diye çalışan motor sesi kulağa hoş geliyor.
Güvertede sırt üstü uyurken,
rüzgar sağanaklarının şiddetle vurmasıyla gözümü açtığımda, direk
ucundaki rüzgar ölçerlerin tepemdeki biminiye (tente) düşen hareketli gölgesi,
ay ışığının yarattığı beklenmedik bir karagöz oyunu sergiliyor. Sabahları güneş
bu mevsimde, ada sırtlarının arkasından oldukça gecikmiş olarak kendini
gösteriyor.
Koyda insan sesi olmadığı gibi,
hayvan sesi de çok seyrek duyuluyor. Balıklar bağırmasa da deniz kuşlarının
çığlıklarını bekliyor insan. Onun yerine arada bir karga sürülerinin sesini
duyuyoruz, sabah akşam horoz ötmesine ve yazlıkların birindeki tek köpeğin
havlamasına ilaveten. Bazen yavru karabataklar geçiyor, tek tük martı da
dolaşıyor ama hepsi o kadar.
Sessizliği dinlemekten bıkıp da
ilk akşam haber dinlemek için radyoyu açtığımızda, TRT 3 kanalının oldukça net
bir yayınına denk gelip bir süre çok hoş müzikler dinleme fırsatı bulduk; oysa
İstanbul’da, Anadolu yakasında bu radyoyu parazitsiz dinlemek olanaksız. Cep
telefonları ve bilgisayarı internete bağlayan “vınn” türü cihazların da nerede
çalışacağı belli değil, Allahtan bu konuda Paşalimanı’nda bir sorunumuz olmadı.
Tarık’ın evinin fotoğrafını bir
mil uzaktan da olsa çekmeye karar verdik. Deniz oralarda çok sığ olduğu için
tekneyle daha fazla yaklaşamıyoruz. İstanbul’dayken Tarık’ın eşi Nadide ile
görüşerek haritada kabaca işaretlediğim konumuna doğru dürbünle bakarak yerini
belirledikten sonra, tam bir mil uzaktan, teleobjektif ile bir-iki poz
çekiyorum; biraz “expresyonist” de olsa bir sonuç elde ediyorum. Çevresindeki
konteyner henüz kaldırılamamış.
 |
Aka'ların evi |
Dönüş için uygun zaman
Üçüncü günün akşamı aldığımız son
hava raporu, ertesi gün rüzgâr ve dalganın bize uygun olacağını gösteriyor.
Ancak, akşam saatlerinde, İstanbul yakınlarında havanın biraz sertleşeceği
anlaşılıyor. Gökyüzüne, güneşe ve aya bakarak hava tahmini yapanlara gıpta
ediyorum; bu konuda bilgim ve yeteneklerim sıfır diyebilirim; kuramsal bilginin
yanı sıra deneyim gerektiren bir konu. Şimdilik sadece fırtınanın geldiğini,
beş on dakika öncesinden kestirebiliyorum, o vakitten sonra ne yapabileceksem! Haritayı
önüme açıp rota seçeneklerini son bir kez daha gözden geçirdim. Marmara’nın
kuzeyinden güneyinden ya da ortasındaki gemi yolu paralelinden gitme olanağı
var. Değişiklik olsun diye güneyi seçtik.
Gün doğarken yola çıktığımızda Kapıdağ’ın
tepesine bulutların yığılmış olduğunu görüyoruz. Hava da oldukça puslu. Kıyıyı
daha iyi görebilmek için, rotadan çıkıp sahile yakın seyrediyoruz. Ana yelkeni
açıp, yelken-motor gidiyoruz. Oldukça dokunulmamış bir kıyı. Yer yer minik
koylarla bölünen, kayalık dik yamaçlardan oluşuyor. Koylarda köyler, yazlık
evler var, zararsız. Denize doğru uzanan kayalık burunlardan uzak durmak
gerek. Ballıpınar hizasını geçince normal rotamıza dönüyoruz, öğleye
doğru Kapıdağ’ın doğu ucundaki Kapsül Burnu’nu gerimizde bırakıyoruz.
Kapıdağ yarımadası boyunca denizin
üzerinde birkaç balıkçı teknesi dışında hiçbir nesne görünmüyor. Bir süre
sonra, herhangi bir kıyıyı da göremiyoruz. Puslu havada, boşlukta gibiyiz.
Gözlerimiz, peşimiz sıra gelen lastik botun hareketlerini izleyerek oyalanmak
zorunda. Öğle vakti İmralı silueti görünüyor. Armutlu hizasına geldiğimizde
güney kıyılarına arkamızı dönüp kuzeydoğuya yöneliyoruz, dalgalar büyüyor. Hava
hala puslu, üstelik artık kararmaya da başlıyor.
 |
Beyazlar gidiş ve dönüş rotaları, pembeler ise alternatifler |
Dalga yükseklikleri iki metreyi
bulunca hızımız düşüyor ve Pendik’e ulaşmak yerine Heybeliada Çam Limanı’nda mı
gecelesek diye düşünmeye başlıyoruz, iki saat daha erken kurtuluruz
çalkalanmaktan. Ama bu ikinci seçenekte dalgayı tam kafadan alacağımız için,
geç de olsa bildiğimiz bir limana varmayı yeğlemek zorunda kalıyoruz. Daha önce
yaşadığımız bazı zor anlar nedeniyle, can yeleklerimiz neredeyse kıyıdayken
bile hep üzerimizde olur. Rüzgâr daha da artıp 20 knotu (saatte mil olarak hız)
bulunca, ek bir önlem olarak güvenlik kemerleriyle kendimizi tekneye
bağlıyoruz. Teknenin tüm kontrolü güverteden (havuzluk deniyor) yapıldığı için
hep açık havadayız. Sadık botumuz hala arkamızda, dalgaların üzerinde bir o
yana bir bu yana zıplayarak bizi izliyor. Seyir fenerlerimizi yakıyoruz.
Gece bastırıncaya kadar, tekneyi
çapraz olarak dalgalara bindirip indirerek hem serpintilerden korunuyorum hem
de daha az çalkalanıyoruz. Ama gece olunca dalgayı seçme olanağı kalmıyor.
Dalgayı çapraz alacak bir yön belirledikten sonra dümeni otopilota bağlıyorum.
Ancak rüzgâr kuzey ile kuzeydoğu arasında gidip geldiği için, arada bir
teknenin başı dalgaya dalıyor; ama hemen çıkıp suyu yarmayı sürdürüyor.
Düşünüyorum; bu tekne bir yıl önce fırtınaya yakalandığımızda, 50 Knotu aşan rüzgârda,
3 metrelik dalgaların üstesinden gelmişti. Onun yanında bu deniz oldukça sakin
sayılırdı. Ürküntü veren aslında gecenin karanlığı idi; kendi teknemizle ilk
kez gece seyri yapıyordum; Çelen ise daha önce hiç gece seyri yapmamıştı.
Birden pus kalkmış olacak ki kentin
ışıkları görünmeye başlıyor; moral veren bir manzara; çok yolumuz kalmadı
duygusu da veriyor. Aslında daha üç saatlik yolumuz var. Adalar ise
kapkaranlık, denize sırtını dönmüş yerleşmeler bunlar. Hedefimiz Büyükada açığındaki Balıkçı Adası
(Tavşan Adası). Tepesindeki ölü gözü fener, arkadaki kentin ışıkları arasında
kayboluyor; kıyıdaki araba farları bile, bize yöneldiklerinde daha güçlü. Artık
konumuz, açıkta onarım için tersane sırası bekleyen gemiler ki bunlar
genellikle demirde olduklarını gösteren zorunlu ama çok soluk fenerleri dışında
bir ışık yakmazlar. Zaten bu koyu renkteki gemiler gece karanlığında kendi ölü ışıklarından
değil, arkadaki kent ışıklarının önünde beliren siluetleriyle bir gölge olarak
fark edilebiliyor. Bu civarda daha önceleri dolaştığımız için, adaların
hizasını geçmeden dalganın azalmayacağını biliyoruz.
17 saatlik bir seyirden sonra
saat 23.00 de Pendik’teki marinaya bağlanıyoruz. Normalde seyir dönüşü tekneyi
toparladıktan sonra arabamıza binip yarım saatlik bir yolculukla eve döneriz.
Ama bu kez ne tekneyi toplayacak ne de kara yolculuğuna uyum sağlayıp araba
kullanabileceğimiz bir durumda değiliz. Sallantı nedeniyle yerlere dökülen
öteberiyi kenara itip, üzerimizi değiştikten sonra kafayı vurup uyumaya
çalışıyoruz.
Ertesi sabah iş günü ruh haliyle
erkenden ayaklanıyoruz. Tekneyi toparlayıp temizlemek, yıkamak için ikimizin de
yedişer saat çalışması gerekiyor. Gereksiz eşyaları, kirlileri, çöpleri
toparlayıp iskeleye ayak bastıktan sonra dönüp bembeyaz tekneye, Mergus’a
bakıyorum: Bu iri yumurta kabuğuna, bizi o hırçın denizlerden geçirip buraya
kazasız belasız ulaştırdığı için teşekkür ediyorum.