4 Nisan 2021 Pazar

 ŞEHİR HATLARININ YENİ DENİZALTILARI SEFERDE Mİ?

Yıllardır kapalı duran Moda iskelesi yeniden deniz taşımacılığına açıldı. Kent içi deniz ulaşımının yoğun kullanımı nedeniyle deniz üstü trafik sıkışıklığı dikkate alınarak Şehir hatları idaresi su altı taşımacılığı özendirmek için yeni denizaltıları sefere koydu.

Bayraklarla donanmış yeni gemilerden biri klostrofobi sorunları olmayan yolcularını alarak ilk seferini Haliç'e yaptı. Ancak bir daha geri dönmeyen denizaltının Rahmi Koç tarafından satın alınarak müzesinin iskelesine bağlandığı öğrenildi. Yolcuların akıbeti ise henüz bilinmiyor.



15 Mart 2021 Pazartesi

 MARİNADA YAŞAM

Güven Birkan, 15.03.2021

Denizle yaşamak isteyenler çoğunlukla yelkenli teknelere yönelir. Çünkü deniz ve rüzgâr kardeştirler, biri olmadan ötekinin tadı çıkmaz. Bilinmeyen denizlere yol alırken dalgaları yaran teknenin oluşturduğu sese, yelkenin ve yelkene çarpan rüzgârın sesi eşlik eder. Yelken sevdalısı denizciler aslında bu müziğe aşıktırlar. Ama bu aşk karaya yaklaşınca gerçeklerle karşılaşır. Masallardaki deniz kızının karaya çıkmasıyla yüz yüze geldiği sorunların bir benzeri yaşanır. Sürekli alargada (açıkta) kalma olanağı yoksa bağlanacak denetimli bir yer aranacaktır. Marinalar bu yerlerin en örgütlüsüdür, yani en pahalısı.

Eskiden “yat limanı” denirdi. Bu terim, sadece zenginlerin teknelerini bağladığı yerleri çağrıştırırdı. Denizi sadece karadan algılayan bir toplum için bu çok doğal. Kazara denizden karaya bakma şansını bulduğunda da gördüğü her güzel sahili, yazlık ev yapılacak arsa olarak yorumlayan insanlar için daha da doğal. Oysa belki son on yıldır, beş yaşındaki çocukların bile yelken eğitimi almaya başladığı ülkemizde, bir başka yaşam biçimi gençlerin ilgisini çekmeye başladı. Makul fiyatlı, küçük ve ikinci el tekne arayanlar çoğaldı, bu tür tekneler yurt dışından daha hesaplı sağlanır oldu.

Bu gelişme tekne bağlama yerlerine talebi artırdı. Balıkçı barınakları gereksinime yanıt veremeyince yeni yeni yat limanları kurulmaya başladı. Önceleri bağlama kiraları görece orta gelirlilerin bile karşılayabileceği düzeydeyken taleple birlikte bu rakam yükselişe geçti. Neredeyse ikinci el bir teknenin bedeli kadar bir parayı 2-3 yıllık bağlanma ücreti olarak marinalara ödemek gerekti. Yine de yazlık ev edinmekten daha yüksek rakamlar değildi bunlar. Yüksek de olsa bu yaşam biçimini yeğleyenler çoğaldı. 


İki farklı yaşam

Yükseklerden bakıldığında marinalar otopark gibi görünürler, teknelerin istiflendiği su yüzeyleridir sanki, düzenli ama insansız. Çok çok şu düşünülebilir: tekne sahipleri kısa ya da uzun bir seyir için gelip tekneyi alır, dönüşte de park edip gider. Oysa bu mekanlarda uzaktan fark edilmeyen bir yaşam sürüp gitmektedir

Marinalarda motorlu tekneler ile yelkenli tekneler ayrı bölgelerde ve ayrı iskelelerde (panton) tutulur. Çünkü farklı yaşam biçimlerini yansıtırlar. Küçük olanlarını bir yana bırakırsak, motorlu tekneler uzun bir yola gitmek için denize açılır, bunun dışında bir tür yüzer yazlık ev olarak kullanılırlar. Yeterli konforları vardır. Ancak onların bağlı olduğu bölge görece gürültülü bir yaşam ortamıdır. Biraz büyükçe ise istihdam edilen personeli vardır, onarım vb. hizmetler, genellikle bedeli karşılığı profesyonellere yaptırılır. Arabalarını teknenin yanına kadar getirmelerine olanak sağlanır. Birçoğu, marinanın tuvaletine 50 metre uzaklıkta olsa bile bisikletleriyle giderler.

 Yelkenli teknelerin daha mütevazi yapısı onları kullananların karakterine de uygundur. Bağlı oldukları iskelelerde (panton) daha az ile yetinen, çevresine daha saygılı bir yaşam sürer gider. Sürekli yardımlaşmaya, paylaşmaya dayalı bir komşuluk düzeni vardır. Temizliğini, bakımını, onarımlarını kendileri yaparlar. Uzakta ikamet edenler, teknelerini kış aylarında bile sık sık ziyaret ederler. Profesyonel personel istihdamını gerektirebilecek 25-30 metre boyundaki yelkenlileri bu tanımın dışında tutmak gerekir.

Yelkenciler

Yelkenli tekne sahipleri birbirlerine “kaptan” diye hitap eder, çünkü teknelerinin gerçek kaptanıdırlar. Tekneyi abramaktan öte yükümlülükleri vardır. Denizci yaşamının karadakinden önemli farkı, evde kadınların yapması doğal sayılan işlerin teknenin aynı zamanda kaptanı olan erkekler tarafından yapılmasıdır (bu ne biçim kaptanlık!) Burası erkeklerin “hamarat” olduğu tür feminist bir ortamdır. “Kılıbık” yaftası geçersizdir. Çoğu yelkenli teknede kadınlar gerçekten tatil yapma olanağı bulur, çok titiz olmamaları koşuluyla. Tabii eğer teknenin kaptanlığını kadın üstlenmişse o zaman erkekler kral gibi yaşayabilir.

Teknenin aynı zamanda sahibi de olan kaptan yelkenli teknede huzur içinde beş dakika oturamaz. Her an yapılacak bir şeyler vardır ve bunlar onun aklını didikler. Bir kaç dakikalık dinlenme sırasında okumaya yeltendiği kitaptaki sözcükler ona teknede hemen elden geçirmesi gereken bir düzeneği çağrıştırır. Marina onlar için yedi gün yirmi dört saatlik bir çalışma ortamıdır. Geceleri bile uyanıp bir şeyler yapmaktan kendilerini alamazlar. Aslında bu onların tatil anlayışıdır, ya da tatil kavramından haberleri yoktur. Ama önemli bir gerçek de şudur ki, tekne her an uzun bir sefere hazır olmak zorundadır. Kısasında bile öyle sorunlar yaşanabilir ki, yolun kenarına bırakıp yürüyüp gidemezsiniz. O hep beraberinizde olmak zorundadır. O size muhtaçtır, siz ona.

İnsanları tartma aracı: Toplu yaşam

Kış aylarında marinalarda sadece teknesini denetlemeye gelmiş insanlar görülür. Çok seyrek olarak da sürekli teknesinde yaşayanlarla karşılaşabilirsiniz. Tekne sahipleri ve konukları marinayı ağırlıklı olarak yaz aylarında kullanır. Bunların çoğu günübirlik ya da birkaç günlük seyir yapan teknelerdir. Gerisi birkaç haftalık hatta daha uzun seyirlere çıkar ve marina tesislerini çok az kullanır.

Bağlı bulunduğu sürece teknenin tuvaletini değil, marinanın ortak tuvaletini kullanmak tercih edilir. Çünkü özellikle yelkenli küçük teknelerin pis su tankının kapasitesi sınırlıdır, dolunca boşalttırmak için sıraya girmek ve bir de bedel ödemek gerekir. Ya da açık denize çıkılmalıdır, millerce uzağa. Özellikle hafta sonları yoğun kullanım saatlerinde tuvalet sırası yaşanmaması için tesislerin yeterli kapasitede inşa edilmiş olması gerekir. Ama aynı zamanda tuvaletlerdeki tüketim malzemelerini aynı hızla yenilemek ve sürekli temizlemek için yeterli eleman istihdam edilmelidir. Marina işletmelerinin başarısı bu dönemlerde ölçülür; tabii kullanıcıların toplu yaşama olan duyarlığı da. Çevreye saygılı görünen insanların dahi tuvaletleri kullandıktan sonra arkalarında bıraktıkları durum insanı şaşırtır. Bazen geçebilmek için yerlere atılmış kağıtları ayağınızla itelemeniz gerekir.

İskelelerde çok sayıda küçük çöp kutusu vardır, ayrıca torbalarla atılacak miktardaki çöpler için çöp türüne göre ayrılmış konteyner grupları bulunur. Ama hafta sonları, özellikle rüzgârlı günlerde, daha fazla yürümemek için küçük kutulara tıkıştırılan çöplerin havalarda uçuştuğu görülür. İnsanların kendi evlerinde ya da teknelerinde gösterdikleri özeni toplu yaşam alanlarında gösteremeyişlerine inanmak gerçekten zor.

Doğru yerlerde mi kurulmuşlar?

Marinanın nerede kurulacağı ile ilgili kararda hem deniz koşullarını hem meteorolojik verileri ve mikroklimayı, hem de kara ilişkilerini gözetmek gerekir. Genellikle, kuvvetli dalga ve rüzgarlardan korunan, denizi temiz körfezler ve koylar seçilir. Yelken seyriyle günübirlik ulaşılabilecek ilginç yerlere yakınlık da önemlidir. Uzun yol yapan yelkenli teknelerin transit güzergahları üzerinde bulunmak hem işletmelere hem de denizcilere yarar sağlar.

Tesisin kapasitesinin işletme açısından rantabl bir büyüklükte olması dikkate alındığında seçilecek alternatif yerlerin bir bölümü hemen elenir. Bir çok tekne sahibi aslında küçük ve sakin bağlanma yerlerini yeğler. Marinaların doğa içinde yerleşmeleri bir avantaj olmakla birlikte kentsel hizmetlerden uzak kalmaları da istenmez. Ama en önemlisi, kent yaşamının gürültü ve kirliğinden korunmak için kara taşıtı arterlerine uzak yerlerde konumlanırlar. Buna karşın uçak iniş rotalarının tam altına yapılmalarında bir sakınca görülmez. Yararı da yok değil, alçaktan geçen uçakların periyodik gürültüleri, özellikle geceleri uykusu kaçanların oyalanmasına yarar sağlar, izleyen uçağın kaç dakika sonra geçeceğini kestirme oyununa olanak vererek.

Doğaldır ki seçilen konumda inşaat ve altyapı bağlantıları açısından karşılaşacak sorunlar ve bunların yaratacağı ek maliyetlerin de dikkate alınması gerekir. Bir de bitişiğindeki yerleşmenin sosyal yapısının böyle bir işletmeye nasıl bakacağı hesaba katılır.

Hesaba katılmayan ve tesis işletmeye açıldıktan sonra yaşanan olumsuz etkenlerle karşılaşılabilir. Bitişikteki balıkçı barınağında geceleri balığa çıkacak açık deniz balıkçı teknelerinin seyir öncesi uzun süre motorlarını çalıştırması, hâkim rüzgârın da yardımıyla marinayı egzoz dumanına boğabilir. Ama daha da beteri kamyonlarla getirilen balyalanmış sardalyaların balık çiftliklerine iletilmek üzere büyük teknelere yüklenmesi sırasında çevreye yayılan yarı bozuk balık kokusudur, nedense bu işlemler de gece yarısı yapılır. Böyle yerlerde marina kararı alanlar, bu işlemlerin yaydıkları gürültü bir yana, belki de koku ve zehirli gaz konusunu akıllarına bile getirmemişlerdir.


Geceler

Çok nadir de olsa hafta sonları geç vakitlere kadar teknelerinde yüksek sesle sohbet edenlere de rastlanır. Keyfin çakırlığı da varsa, gece yarısını geçerken sesler daha da yükselir. Her nasılsa bu durumlarda fazla iğnelemeyen uyarılar sonuç getirir, böylece sohbetin de canına okur.

Marinada gecelenecekse, halatların direklere vuran sesi sizi uyutacaktır. Ayrıca bağlandığınız konum biraz dalga da alıyorsa, bu sese bir de beşik sallantısı eşlik eder. Küçük bebekleri olanlar bazen güverteye salıncak kurarlar. Salıncak, karadayken bebeği sallamak için olsa da denizde sallanmayı önlemek için kullanılır. Dalgalı açık denizlerde seyir halinde denizcilerin hamaklarda yatmasının yararı da bu olsa gerek. Salıncağın yanı sıra bir de rüzgârın durduğu günlerde tülbent örtü ile bebeği sivrisineklerden koruma gereksinimi vardır; sivrisinek bölgelerinde marinanın rüzgâr alacak konumda kurulması bu açıdan yarar sağlar, ama dalga almamak koşuluyla.

Ortalıkta kimse kalmadığında teknelerin tek ziyaretçisi marinaya sızan kedilerdir. Aslında farelere karşı önlem olarak istihdam ediliyor da olabilirler. Ama bu durumda meslekleri gereği aç bırakılmaları gerekir ki yiyecek aramak için tekneleri sırayla dolaşsınlar. Gerçi marinaların güvenlik görevlilerinin periyodik olarak tüm iskeleleri dolaşmaları sağlanır ama onlarınki daha büyük “farelere” karşı bir önlemdir. Daha önemlisi teknelerin karşı karşıya kalabilecekleri teknik ağırlıklı sorunları gözlemek amaçlıdır. Bir seferinde yanımızdaki teknenin yatay durmayıp baş tarafının denize fazlaca gömüldüğü fark edildi, kabine girildiğinde su almakta olduğu görüldü. 

Marinaların çoğu, ilk kullanıma açıldıklarında halkın kıyıya ulaşmasına engel oluyorlarmış gibi görünmemek için, tekne sahibi olmayan semt sakinlerinin de teknelerin doğrudan bağlı olduğu iskelelere (panton) ulaşımı serbest bırakırlar. Ama bir iki yıl geçmeden marinaya gezmek için gelenlerin buralara ulaşmasını engelleyen çitler çekilir. Hatta marinaya giriş bile yasaklanır. Oysa özellikle çocukların denizcilere soracakları o kadar çok şey vardır ki. Üstelik kaptanlar da onlara bilgi vermekten mutlu olurlar, birçoğu, ailelerinden izin alıp çocukları seyre bile çıkarır. 

Sineğin yağını çıkaran marina işletmeleri

Her tür gereksinmeyi ufacık teknelerde sağlama olanağı yok. Bunların başında da çamaşır yıkama geliyor. Elde yıkanacaklar bir yana, koca çarşafların arada bir makinada yıkanmaları gerekebilir. Marinalarda herkesin kullanabileceği çamaşır makinelerinin bulundurulması ilk akla yakın çözüm gibi görünse de işletmeler bu tür hizmetlerden bile para kazanmaya çalışır. Bir çarşafı yıkama bedeli bazen yenisini almaktan bile pahalı olabilir. Oysa bu parayı kıyıp da verebileceklerin teknelerinde zaten çamaşır makinesi de vardır. Çözüm ya elde yıkamak ya da biriktirip eve gittiğinde kendi makinanı kullanmaktır. Çünkü marina dışında da makinalı çamaşırlıklar yoktur. Toplumu beyaz eşyanın bireysel tüketilmesine zorlayan bir düzen.

Marinadaki teknik hizmetlerin bedeli çok yüksektir, çünkü o hizmeti vermek üzere marinada yer kiralamış olanlardan çok yüksek kira alınır. Kendi başınıza çözemediğiniz teknik bir sorun olduğunda dışarıdan getireceğiniz ustayı teknenizi ziyaret eden bir dostunuz olarak marinaya sokamazsanız girişte ustalık üzerinden de bir yüzde ödemek gerekir.

İşletme sadece seyre çıkış ve dönüşlerde iskeleye yanaşma ve bağlanmanız için verdiği hizmet karşılığı ek bir bedel almaz. Bu da biraz kendi hayrınadır, çünkü özellikle kötü havalar ve acemi kaptanlar öteki teknelere zarar verebilir ve bu durum yönetimi uğraştıran bir konu haline gelir. Öte yandan bu hizmet marinaya denizden giriş çıkışları denetlemenin de bir aracıdır. Ayrıca sadece yer kiralama karşılığı olması durumunda marina ücretleri iyice yüksek görünür.

Fiyat belirleyen karacılar

Mülkiyet durumları nedeniyle marinaların bağlanma bedellerini belirlemede çoğu zaman belediye meclisleri yetkilidir, bedel yükseldikçe belediyenin aldığı pay da artacaktır. Onların da konuya bakışları, “mademki YAT sahibidir ödesin kerata” şeklindedir. Belirlenen rakam müşteri kaybetme noktasına gelinceye kadar marina işletmesi de bu yaklaşımdan şikayetçi olmaz.

Aklı başında ülkeler, denizciliği özendirmek için küçük teknelere çok düşük kira tarifeleri uygularlar. Yurdumuzda ise, özellikle küçük yelkenli tekne sahipleri, yapılan büyük zamlar nedeniyle sık sık daha ekonomik görünen marinalara göç etmek zorunda kalırlar. Ödenen kiralar, teknenin eniyle boyu çarpılarak hesaplanır. Ama küçük tekneleri caydırmak için işletmeler bu aritmetikte 10-12 metreyi en küçük boy kabul ederler, yani sizin 7 metre boyunda mütevazi bir yelkenliniz varsa bile çok daha büyük bir teknenin kirası kadar bedel ödemeniz gerekebilir.

Zammı mubah gören meclis üyelerini o küçük teknelerin “konforunda” ve “uygun havalarda” seyir halinde bir hafta ağırlamakta yarar var. Ama belki de haftanın sonunda yelkencileri mazoşist olarak damgalayıp, yine de bu zevkin karşılığının ödenmesine hükmedebilirler. Gerçek payı da yok değil, denizciler güçlüklere meydan okuyan insanlar değiller mi?

25 Şubat 2021 Perşembe

 

NEDEN PAŞALİMANI?

Güven Birkan

Bu soruyu yanıtlamaya kalkışmadan önce “nerede bu Paşalimanı?” diye sormak gerek. İstanbullular’a sorarsanız Üsküdar’da, İzmirliler’e sorarsanız Çeşme’de, Yunanlılar’a sorarsanız Pire’de. Hatta Adana’da bile bir Paşalimanı var, ama bir lokanta olarak. Burada sözünü edeceğimiz, Marmara denizinde, Balıkesir’e bağlı bir ada. İlk anda insan “Balıkesir’in Marmara Denizi ile ne ilgisi var?” diyebilir. Ama bu adanın bağlı olduğu Erdek’in de Marmara kıyısında bulunduğunu anımsarsak bu bağlantıyı kurabiliriz. Balıkesir’in kazası olan Erdek’i de bir tatil kasabası olarak daha çok Ankaralılar bilir.

Paşalimanı deyince ilk akla gelmesi gereken yer bu kentlerin hiçbiri değil, Kıbrıs’tır. Lala Mustafa Paşa’nın, Kıbrıs seferinden dönerken Marmara Denizi’nde yakalandığı fırtınadan korunmak için gemileriyle bu adaya sığındığı ve bu nedenle de daha önce Aloni olarak anılan adaya Paşalimanı denmeye başladığı anlatılır.

Evet, neden Paşalimanı?

“Neden Paşalimanı?” sorusunun ilk yanıtı bu. Ama sorunun ikinci bir anlamı daha var. Neden biz ahir ömrümüzde yeni yeni öğrenmeye başladığımız yelkencilikteki ilk uzun yol deneyimi için hedef olarak bu adayı seçtik? Tek bir yanıtı olsa gerek, Lala Mustafa Paşa da orayı en korunaklı liman olarak belirlediği için. İstanbul’un beton yığınlarından ve yarı kentli insanlarından birkaç gün uzak kalmak da yan ürün. Ama bir de görevimiz vardı:

Yakın arkadaşımız Mimar Tarık Aka, oradaki minik yerleşmelerin epeyce dışında bir konut inşa etmişti; ama bu iki katlı ahşap konutun bir özelliği vardı: tüm parçaları özenle tasarlanıp İstanbul’da Mimar Taylan Tüzün’ün atölyesinde imal edilip, Paşalimanı’nda bir araya getirilmişti. Tarık bu yapıyı gerçekleştirmeyi yaşamının önemli bir hedefi haline getirmiş, ancak inşaat bittikten kısa bir süre sonra yaşamını yitirdiği için o eve sadece bir kez gidebilmişti. Eşi ve bizim fakülteden sınıf arkadaşımız Nadide, Marmara Adaları tarafına gitme niyetimizden bahsettiğimizde evin bir fotoğrafını çekmemizi rica etmişti.

Doğaldır ki böyle bir etkinliğin heyecan yaratan da bir yanı olacaktı. Tekne alma kararımızdaki önemli etkenlerden biri, karadan ulaşabileceğimiz yerlere bir de denizden yaklaşmaktı. Denizde bir yere yaklaşmanın farklı bir tadı olduğunu fark etmiştim: yavaş yavaş zum yapan bir objektifin içindeymişim gibi bir duygu yaratıyordu bende; önce ana hatlarını algılamak, giderek daha fazla ayrıntıyı kavramak hoş bir şey doğrusu. 

Marmara'da koca bir gün tek bir yelkenli, ikincisi de biz

Seyri planlayıp uygun hava kolluyoruz

Günlerce uygun hava kolladık; hiç değilse gidişte ve gelişte sorun yaşamayalım diye. Sonunda Eylül ortalarında bir sabahı yola çıkmak uygun göründü. En az bir gün kalıp dönmek üzere, gidiş ve gelişlere ikişer gün ayırmaya karar verdik; gece yolculuğu yapmamak için. O gece Kumburgaz sahilindeki Güzelce Marina’da kalıp, ertesi gün Paşalimanı’na ulaşacaktık. Gidiş yolunda ilk gün 35 deniz mili, ikinci gün 52 deniz mili olmak üzere toplam 87 mil yol kat edecektik. Yelkenli değil de motorlu bir tekne olsa bu yol ikişer saatte yapılabilir. Yelkenlinin de motoru var ama, 5 tonluk gövdenin altından denize sarkan ve tekneyi dengede tutan bir tonluk salma böyle bir hıza izin vermiyor.

Marmara Adası’nın doğusundan ve batısından geçen iki alternatif rota belirledim. Güzelce’nin yanı sıra, duruma göre gecelenebilecek seçeneklerin hepsinin koordinatlarını not edip haritada işaretledim. Deneyimli denizci dostlarıma danıştığımda, kuzeyli havalar için daha çok kuzey rotasının önerildiği fikrini edindim. Fazlaca endişeli olduğum düşünülmesin, deneyimliler Marmara denizinin kötü havalarını yaşamış denizcilerin her denizde yelken yapabileceğini söylerler. İşte Lala Mustafa Paşa bile sığınacak yer aramış.

Gidiş seyri için rota seçenekleri

Yola çok erken çıkacağımız için geceyi Pendik Marina’da teknemizde geçiriyoruz. Uykumuzun gelmesini beklerken, teknelerin güvertelerinde yiyecek bir şeyler bulmak ümidiyle iskelenin üzerinde birbiri ardında gidip gelen kedileri, karşımızdaki tekneye bağlanmış İspanyol Cocker yavrusu köpeğin ağlaşmaktan bıkıp yelken direğinin dibine çişini yapışını, ayın doğuşunu izleyerek oyalanıyoruz.

Geç vakit iskeleye yanaşan Tarella’nın genç kaptanı İlhan bize hem Marmara hakkında bilgi veriyor hem de bir eksiğimiz varsa kendi teknesinden hemen tamamlayabileceğini söylüyor. Kentlerde yok olan komşuluk yardımlaşmaları yelkenciler arasında henüz sürüyor. Aslında tek eksiğimiz yedek mazot. Rüzgârın esmediği sürelerde duraklamamak için gerekebilir, bir de elektrik üretimi için. Gece yarıları marinalarda rüzgarla direklere vuran halatların çıkardığı sesin yarattığı ninniden başka bir şey duyulmaz ama burada Sabiha Gökçen’e inmek için alçalan uçakların her beş dakikada bir yinelenen gürültüsü baskın çıkıyor. Yine de uyuyoruz.

Kentin seyrine doyum olmuyor

Ertesi sabah ezan ile uyandık, hava aydınlanıncaya kadar hazırlandık. Yaprak ve deniz kıpırdamıyordu. Gün doğarken marinadan ayrıldık. Büyükada ve Heybeli’nin kuzeyinden geçerek Mimarsinan’ın güneyindeki Baba Burnu’nu hedef aldık. İstanbul Boğazı çıkışından başlayarak kimi seyir halinde kimi demirdeki çok sayıdaki geminin arasından sıyrılıp kentin kargaşasını, kıyıdaki liman tesislerini, Yeşilköye inip kalkan uçakları izleyerek yaptığımız bir tür kentsel seyirden sonra buruna ulaştık ve yön değiştirip Güzelce’ye yöneldik Bu kez de “tatil siteleri” adı verilen yapı yığınları ve daha gerilerde yükselen tatil dışı iç karartan bloklar üstümüze gelmeye başladı. Tüm bunları izlemeye öyle dalmışız ki, dönüp güneye, deniz tarafına bakmak aklımıza geliyor. Acı çekmekten zevk almasak bu ülkede nasıl yaşayabilirdik? 

İşte İstanbul

Öğleye doğru, Kumburgaz kıyısı Güzelce’deki marinaya vardık. Ertesi sabah erken ayrılacağımız için bizi çıkışa yakın ama beton iskeleye yanaştırıyorlar. Betonun zımpara gibi yüzeyinin tekneyi çizmemesi için sarkıttığımız usturmaçaların da zarar görmemesi için teknede hazır bulundurduğum bir tahtayı araya yerleştirmem gerekiyor. Limanın ardında yükselen birkaç apartman, onların batısında okul olduğu anlaşılan iki büyük bina, daha batıda ağaçlar arasında tek evler ve devamında büyük bir ağaçlık. Liman görevlilerine orasının mezarlık olup olmadığını sorduğumuzda, askeri arazi olduğunu öğrendik. Büyük kentlerde ve kıyılarda hala yeşil kalabilmiş yerlerin hep ya mezarlık ya da askeri alanlar olması ne kadar acı verici, üstelik iki kullanım da ölüm ile bağlantılı. Güzelce’de Rumlar yaşarken adı Demokranya imiş, 1923’te mübadele ile buraya yerleşen Türkler nedense Çöplüce adını uygun görmüşler ve deniz haritalarında da bu ad kullanılır olmuş. Güzelce adı da İstanbul’un bir zamanlar vali ve belediye başkanı olan Fahrettin Kerim Gökay döneminde verilmiş. 

Güzelce’de zaman geçirmek

Vakit geçirmek için komşu guletin kaptanı ile ayaküstü sohbet ediyoruz. Koca teknenin ne amaçla kullanıldığını soruyorum; “zamparalık” diyor. Gerçekten gece olunca kırmızı ışıkla aydınlatılan güvertesinin dekorasyonu bunu doğrular nitelikte. Otobüs büyüklüğünde özel arazi arabalarıyla gelip giden insanlar dikkati çekiyor ama çevreye rahatsızlık verecek hiçbir davranışları yok. Kaptan, uzun yıllar ticari gemilerde çalıştığını, son yıllarda “reislik” yapmanın zorlaştığını, genç tayfaları Marmara’dan çıktıktan sonra çalıştırmanın olanaksız olduğunu anlatırken düşük ücret ve fazla mesailerin ödenmeyişi nedeniyle tayfalara hak veriyor; tekne sahibi ile tayfa arasında kalmaktan usandığı için de artık ticari gemilerde çalışmaktan vaz geçtiğini ekliyor. İş yaşamında, ara kademedeki yöneticilerin genel sorunu.

Mergus-gulet sohbeti

O gün Güzelce’nin pazarı olduğunu ve 10 dakika yürüyüş uzaklığında kurulduğunu öğreniyorsak da öğlen güneşinin beton zeminde yarattığı mikro klima, böyle bir yürüyüşe izin vermiyor. Ayrıca da buz dolabımızda daha fazla taze meyve sebzeye yerimiz yok. Yine de güneş batarken barınağın arkasındaki parkta bir çay içtikten sonra akşam karanlığında tekneye dönmeden önce pazarından arta kalan kamyondan üç Çanakkale kavununu da yükleniyoruz.

Gece bastırınca, en ufak ses kocaman oluyor. Limana en son giren motor-yattakiler arada bir “çıs-tak” sesinden ibaret müziklerini sonuna kadar açıp, kendimizi Moda’daki apartman dairesinde hissetmemizi sağlıyorlar. Dörtyol ağzındaki evimiz, sabaha dek süren yoğun araba trafiğinin sunduğu bin bir tür müziği dinleyerek uyumamıza olanak veriyor. Buradaki tek fark, sesin araba yerine tekneden geliyor olması. Derken marinanın arkasındaki caminin apartmanlar arasında sıkışmış minaresinin hoparlörlerinden okunan yatsı ezanı, her binaya bir kere çarpıp yankılanarak limana doluyor; sanki bir değil beş cami var çevrede. Sonra önümüz ve ardımızdaki teknelerden hafif konuşma sesleri. Hepsi bitince, açık denizdeymişiz gibi esen poyrazın direkten, bumbadan ve halatlardan çıkardığı seslerden oluşan gerçek liman müziği başlıyor. Ortada marina kedileri dışında canlı yok. Guletin kaptanı rıhtımdaki çöp bidonunun kapağını kapattığı için, kedilerin fare dışında bir oyalantıları yok. Fareler dalgakıranın deniz tarafındaki kayalarının arasında yaşıyorlarmış.

Erkenden yola çıkıp 9 saatlik bir seyirden sonra ikindi vakti Paşalimanı köyünün önündeki koya varıyoruz. Seyir sırasında “gemi yolu” olarak adlandırılan ve gemilerin geliş gidişlerine ayrılmış bir tür otoyol güzergahından uzak durmaya çalışıyoruz. Marmara’nın ortasında bu yolu kullanan 10-12 gemi dışında bir hareket görülmüyor, bir de ince uzun sinekler, minyon arılar, minik sinekler. Koca Marmara’da seyir halinde sadece bir tek yelkenli tekne görüyoruz. 

Gemi yolunu enlemesine geçiyoruz, yaya geçidinden geçer gibi

Köyün önünde bir tur atıp, demirleyeceğimiz güvenli bir yer seçmeye çalışıyoruz. Koy kuzeye kapalı, rüzgâr da kuzeyden esiyor, ama gece güneye dönerse bizi kıyıya atabilir diye oldukça açığa demirliyoruz. Ama hava kararıp tepelerden inen poyraza bir de kuzey geçidinden sızan dalga ve akıntı eklenince demir tarar mıyız endişesine kapılıyoruz. Osmanlı donanması nasıl olup da burada kendini güvende hissediyormuş acaba? Koya ulaştığımız sırada iskelenin güneyindeki kıyıda demirde yatan tek teknenin, akşam kararırken koyu terk etmesiyle denizde bizden başka kimsenin kalmamış oluşu da bir ürküntü yaratmadı dersem yalan olacak. 

Paşalimanı’nda akşam

Dalga ve rüzgâra kafamız takılı da olsa, Paşalimanı koyunun gün batımı saatindeki güzelliğinin tadını çıkarabiliyoruz. Bir yanımızda, Avşa’nın üzerinde kırmızı bir top olarak batan güneş ve kızaran gök yüzü, öte yanımızda sönük yol lambalarıyla çepeçevre aydınlatılmış koy. Bu iki manzarayı görmek için kafamızı çevirmemiz gerekmiyor, rüzgâr tekneyi sürekli döndürdüğü için oturduğumuz yerde bir Avşa’yı, bir Paşalimanı köyünü görebiliyoruz. Sanki bir gölün ortasındayız, açık deniz sadece iki küçük aralıktan algılanabiliyor, kuzey girişinden Marmara Adası, batı girişinden Karabiga kıyıları. Hava kararırken iki direkli bir yelkenli koya girip, her akşam aynı yere demirliyormuşçasına hiç duraksamadan, kıyıya 100 metre kadar yaklaşıyor, 150 metre kadar sancağımıza (sağ tarafımıza) demir atıyor. Artık kendimizi yalnız hissetmiyoruz. 


Bizi sürekli olarak telefon ile izleyen kara desteğimiz Ekrem Birerdinç, o noktalarda bir zamanlar 36 knot (saatte mil) rüzgârda demirli kaldıklarını anımsatıp, endişeye yer olmadığını ekliyor. Yakınımızdan geçen balıkçılara da danıştığımızda, bulunduğumuz noktada demirde kalabileceğimizi söylüyorlar. Ama öyle ortalık bir konumdayız ki demir fenerimizi (demirli durduğumuzu gösteren ve direğin tepesine yerleştirilmiş fener) yaktığımız halde, “gece bizi görmeyen bir tekne üzerimizden geçer mi” diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. Sabaha kadar rüzgârın sesini dinleyerek güvertede uzanıyorum, yarı uyur yarı uyanık.

Ertesi sabah, denizci dostlara da internet üzerinden danıştıktan sonra kıyıya biraz daha yaklaşıp yeniden demirliyorum, o arada hava da biraz duruluyor. Şişme botu denize indiriyorum, kürekle sahile gidip, karşıdaki Mevlana Restoran’ın iskelesine bağlanıyorum. Çöplerimizi atıp, tek satış yeri olan büfeden içecek birkaç şey aldıktan sonra fırına yöneliyorum. Asıl derdimiz ekmek, ama fırıncı erkenden ekmekleri satıp gidermiş.

Öğleye doğru denize bile giriyoruz, deniz analarını iteleyip biraz yüzmeye çalışarak. Seyir halindeyken fark ettiğim dümen zorlanmasının nedenini anlayabilmek için, dalıp dümen palasını gözden geçiriyorum, tepesine yığılmış deniz kabukluları, dümeni döndürdükçe tekneye sürtünmekte. Henüz dört ay önce karaya çekip karinasını (teknenin su içinde kalan dış kısımları) temizleyip zehirli boya ile boyadığım halde bunların üremiş olması, Pendik’teki deniz kirliliğinin düzeyi hakkında fikir veriyor.

Teknede en önemli sorun: enerji yetmezliği

Her şey yolunda, tek sorunumuz enerji: telefonların, bilgisayarın şarjı, buzdolabı ve gece yanan demir feneri, sürekli olarak aküyü boşaltıyor. İkide birde motor çalıştırıyoruz, ama düşük devirdeki kısa süreli çalıştırmalar, aküyü doldurmaya yetmiyor. Dönüşte rüzgâr yeterli olmaz ise depodakinden daha fazla yakıta gerek duyabileceğimi hesaplıyorum. Güzelce’deyken bidona yakıt doldurmayı neden akıl etmedik diye de kendimi suçluyorum. Teknede güneş paneli ve rüzgâr jeneratörü olmadan yaşam çok zor. Önlem alma konusunda denizin iyi bir eğitici olduğu kesin ama biz henüz eğitimin başındayız anlaşılan. 

Ertesi sabahı aklıma yine mazot konusu takılıyor ve burada ev yapan arkadaşlarımız Tarık ile Nadide’nin Paşalimanı komşuları Saniye Hanım’a telefon ediyorum. Meğer hemen karşımızdaki beyaz evde oturuyorlarmış, el bile sallıyorlar. Bir süre sonra bir balıkçı teknesi gelip bizi alıyor, mazot sağlama konusunda ne yapacağımızı da anlatıyorlar. Karaya çıktığımızda iş bölümü yapıyoruz, ben mazota, Çelen ekmeğe. Fırın için yine geç ama Çelen şansını deniyor; fırıncı evinden seslenip sadece bir bayat ekmek olduğunu söylüyorsa da aşağı inince bir de taze ekmek bulup veriyor.

Mazot için, caminin arkalarındaki bir bahçenin ortasındaki evin kapısını çalıyorum; çıkan genç ile birlikte bitişik bir depoya gidiyoruz, uyuşturucu alışverişi yapılıyormuş gibi bir hava oluşuyor. Depoda gaz tüpleri, mazot ve benzin dolu plastik bidonlar, çeşitli inşaat malzemeleri, bir hurdacı dağınıklığıyla yığılmış. Kibrit çaksan ev ve bahçenin yanı sıra cami bile havaya uçabilir. “İmar gelmediği” için benzin istasyonu izni verilmiyormuş; oysa bu adada balıkçı motorları ve traktörler mazot kullanmak zorunda. Toplumumuzun ve yöneticilerimizin standart sorun çözme yöntemi.

Bu karaya çıkış bir iki işe de yarıyor: Bize yardımcı olan Saniye Hanım’ı ziyaret edip Nadide’nin selamlarını iletme olanağı buluyoruz. İskeleyi inceleyip gerektiğinde neresine nasıl bağlanılabileceğini aklımıza yerleştiriyoruz. Bir de Mergus’u Paşalimanı koyunda fotoğraflıyoruz, arkada Koyun Adası ile. 

Mergus'un alargadayken çekebildiğimiz tek fotoğrafı

Teknede ikinci ciddi sorun: sıvı atıklar

Bu denli uzun süre açıkta kalınca, enerji ve yiyecek dışında hangi sorun olabilir? Tabii ki atıklar. Katı atıkları iki aşamada karaya taşımıştık; taşımasak da depolamak kolay. Ama sıvı atıkları ne yapmalı? Pis su tankını yolda açık denizde boşaltmıştık. Sonraki üç günde acaba dolmuş olabilir mi? Pis su deposu 85 litre; kaba bir hesapla, henüz yarısı dolmuş olmalı. Ama ya tahminim yanlışsa. Boşaltmak için açık denize çıkmak gerek ama hava uygun olup çıkabilsek zaten dönüşe geçeceğiz. Hani ev köpekleri günde iki kez gezdirilmek ister, ihtiyaçlarını gidermek için; teknelerin durumu da aynı.

Yalnız kalan yaşlı çiftler hem can yoldaşı hem zorunlu yürüyüş aracı olarak bir köpek edinirler ya, biz de tekne edindik işte. Tekne edinmekle kalmadık, bir de küçük lastik botumuz oldu. Teknenin kıçında bağlı iken, durduğumuz yerde bile, dalga ve akıntıya karşı suyla devamlı oynaşarak, kemik geveleyen köpek yavruları gibi sesler çıkaran bu nesne bize sanki canlıymış gibi geliyor. Çevrede ilgi çekici başka şey bulamaz isek ya da okumaktan yorulup başımızı kaldırdığımızda onu izleyerek bir süre oyalanabiliyoruz.

Midyeye geçit yok, ama imar gelsin mi?

Cumartesi akşam üzeri koca bir motor-yat gelip iskeleye bağlanıyor; iskele yatın yanında küçücük kalıyor. Sadece iskele değil kıyıdaki evler de. Adada her şey küçük; birkaç istisnayı unutursak. Henüz apartman dönemine geçmemişler, ama eli kulağında; “imar gelmesini” bekliyorlar. İmar denen şey bir tür kâbus. Kıyıdaki yazlık evler de ağaçlar arasında kaybolan en çok iki katlı yapılar. Bunlardan biri, Kalamışlı eski bir deniz dostunun imiş. Ekrem Birerdinç, bu zatın, evin önünde bir midye tarlası düzenlediğini, ancak ölümünden sonra bu tarlanın da sahipsiz kaldığını, ama hala tarladan çok leziz midyeler toplama olanağı olduğunu anlatmıştı. Bugünlerde ise ada ahalisi ile girişimciler arasında çevreye zarar verdiği söylenen midye yetiştirme alanları konusunda bir çekişme yaşanıyor. İstanbul’daki pahalı lokantalarda servis edilen midyelerin ise Paşalimanı’ndan geldiği belirtiliyor, temizliğin garantisi olarak.


Mevsim dışı Paşalimanı’nda sadece yerli halk kalmış, birkaç da yazlıkçı olduğunu, arada bir kafamızı kesmek istercesine yakınımızda dolaşan jet ski sayesinde öğreniyoruz. Erkekler iskelenin arkasındaki kahvede, kadınlar evlerin bahçelerinde bir araya gelerek sohbet ediyor. Rıhtım inşaatında çalışan iş makinesi tozu dumana katıyor.

Kahvenin güneyinde minik hoş bir cami var; hoparlöründen okunan beş vakit ezan, iki gündür duyduğumuz tek insan sesi, biraz mekanik de olsa. Lala Mustafa Paşa buraya sığındığında şehit askerlerini defnettiği, yaptırdığı caminin çatısını da gemisinin direği ile desteklediği söyleniyor. Bu cami 1935'teki depremde tamamen yıkılmış, yerine şimdiki cami yapılmış. Caminin bitişiğindeki tarihi mezarlık ayakta kalmaya çalışıyor.  Bir kilometre kadar güneydeki Harmanlı köyünde daha görkemli bir cami görünüyor ama oradan kulağımıza bir ezan sesi ulaşmadı. 

Yüzlerce yıllık mezar taşları, sazların arasında, eski eser kaçakçılarını bekliyor

Düzlükte yerleşmiş ve ağaçlar arasında gizlenmiş köyün içinde dolaşırken, kaç evlik ve kaç nüfuslu bir yer olduğunu algılayamıyor insan. Denizden bakınca zaten daha çok dışardan gelenlerin inşa ettiği yazlıklar görünüyor. Paşalimanı’nın kara ile bağlantısı, Adanın kuzey kıyısındaki Poyrazlı iskelesi üzerinden olduğu için, burası doğallığını korumuş. En azından bu mevsim, yeni yapılan iskeleye günlük ulaşım için gelen giden bir deniz aracı yok; oysa iskele küçük araba vapurlarının yanaşacağı bir nitelikte. Arada bir motorlu araçlar da dolaşıyor ortalıkta; bunlar Paşalimanı’na uğrayıp Harmanlı’ya kadar da uzanan minibüsler. Yazlık evlerin çoğunlukta olduğu kıyı bandının ardında yükselen tepeler genelde çıplak ve bu mevsim kup kuru. Sadece aradaki ekili tarlalar ve zeytinlikler bu tekdüzeliği bozuyor; bir de çok dikkatli bakınca fark edilebilen arı kovanları.

Gecenin sessizliğinde Paşalimanı

Karada hareket olmayınca, denizin içine ve uzaklara bakıyoruz. Tropikal çiçek görünümündeki kocaman mor-eflatun deniz analarından birkaçı teknenin çevresinde dolaşıyor. Suyun, gökteki bulutların, güneşin hareketi ile sudaki ışıklar her an değişiyor. Hava kararırken bu tablodaki değişim de hızlanıyor, renkler canlanıyor. Her akşam gün batımının ardından, renkler tamamen kaybolduktan sonra, Erdek’ten Avşa’ya giden feribotun ışıkları batı geçidinde beliriyor, donanma şenliği gibi ağır süzülüyor. Sonra yıldızları seyrederek ayın çıkmasını bekliyoruz. Ayın turuncu yarısı, geç vakit, Ada’nın ardından beliriyor (öteki yarı nerede bilmiyorum) ve yükseldikçe küçülüp parlaklaşıyor. Sabaha kadar da tüm koyu aydınlatıyor.

Ay ışığında deniz üzerindeki her şey açıkça görülse de direğin tepesindeki demir fenerimizi yakıyoruz; bulut mulut gelir de ortalık kararırsa diye. Çevremizden geçen küçük balıkçı teknelerinin çok azında ışık oluyor; karanlığın içinden aniden belirip birer karaltı halinde yakınımızdan geçip gecenin içinde kayboluyorlar. Nedense bu teknelerin pata pata diye çalışan motor sesi kulağa hoş geliyor.

Güvertede sırt üstü uyurken, rüzgar sağanaklarının şiddetle vurmasıyla gözümü açtığımda,  direk ucundaki rüzgar ölçerlerin tepemdeki biminiye (tente) düşen hareketli gölgesi, ay ışığının yarattığı beklenmedik bir karagöz oyunu sergiliyor. Sabahları güneş bu mevsimde, ada sırtlarının arkasından oldukça gecikmiş olarak kendini gösteriyor.

Koyda insan sesi olmadığı gibi, hayvan sesi de çok seyrek duyuluyor. Balıklar bağırmasa da deniz kuşlarının çığlıklarını bekliyor insan. Onun yerine arada bir karga sürülerinin sesini duyuyoruz, sabah akşam horoz ötmesine ve yazlıkların birindeki tek köpeğin havlamasına ilaveten. Bazen yavru karabataklar geçiyor, tek tük martı da dolaşıyor ama hepsi o kadar.

Sessizliği dinlemekten bıkıp da ilk akşam haber dinlemek için radyoyu açtığımızda, TRT 3 kanalının oldukça net bir yayınına denk gelip bir süre çok hoş müzikler dinleme fırsatı bulduk; oysa İstanbul’da, Anadolu yakasında bu radyoyu parazitsiz dinlemek olanaksız. Cep telefonları ve bilgisayarı internete bağlayan “vınn” türü cihazların da nerede çalışacağı belli değil, Allahtan bu konuda Paşalimanı’nda bir sorunumuz olmadı.

Tarık’ın evinin fotoğrafını bir mil uzaktan da olsa çekmeye karar verdik. Deniz oralarda çok sığ olduğu için tekneyle daha fazla yaklaşamıyoruz. İstanbul’dayken Tarık’ın eşi Nadide ile görüşerek haritada kabaca işaretlediğim konumuna doğru dürbünle bakarak yerini belirledikten sonra, tam bir mil uzaktan, teleobjektif ile bir-iki poz çekiyorum; biraz “expresyonist” de olsa bir sonuç elde ediyorum. Çevresindeki konteyner henüz kaldırılamamış. 

Aka'ların evi

Dönüş için uygun zaman

Üçüncü günün akşamı aldığımız son hava raporu, ertesi gün rüzgâr ve dalganın bize uygun olacağını gösteriyor. Ancak, akşam saatlerinde, İstanbul yakınlarında havanın biraz sertleşeceği anlaşılıyor. Gökyüzüne, güneşe ve aya bakarak hava tahmini yapanlara gıpta ediyorum; bu konuda bilgim ve yeteneklerim sıfır diyebilirim; kuramsal bilginin yanı sıra deneyim gerektiren bir konu. Şimdilik sadece fırtınanın geldiğini, beş on dakika öncesinden kestirebiliyorum, o vakitten sonra ne yapabileceksem! Haritayı önüme açıp rota seçeneklerini son bir kez daha gözden geçirdim. Marmara’nın kuzeyinden güneyinden ya da ortasındaki gemi yolu paralelinden gitme olanağı var. Değişiklik olsun diye güneyi seçtik.

Gün doğarken yola çıktığımızda Kapıdağ’ın tepesine bulutların yığılmış olduğunu görüyoruz. Hava da oldukça puslu. Kıyıyı daha iyi görebilmek için, rotadan çıkıp sahile yakın seyrediyoruz. Ana yelkeni açıp, yelken-motor gidiyoruz. Oldukça dokunulmamış bir kıyı. Yer yer minik koylarla bölünen, kayalık dik yamaçlardan oluşuyor. Koylarda köyler, yazlık evler var, zararsız. Denize doğru uzanan kayalık burunlardan uzak durmak gerek.  Ballıpınar hizasını geçince normal rotamıza dönüyoruz, öğleye doğru Kapıdağ’ın doğu ucundaki Kapsül Burnu’nu gerimizde bırakıyoruz.

Kapıdağ yarımadası boyunca denizin üzerinde birkaç balıkçı teknesi dışında hiçbir nesne görünmüyor. Bir süre sonra, herhangi bir kıyıyı da göremiyoruz. Puslu havada, boşlukta gibiyiz. Gözlerimiz, peşimiz sıra gelen lastik botun hareketlerini izleyerek oyalanmak zorunda. Öğle vakti İmralı silueti görünüyor. Armutlu hizasına geldiğimizde güney kıyılarına arkamızı dönüp kuzeydoğuya yöneliyoruz, dalgalar büyüyor. Hava hala puslu, üstelik artık kararmaya da başlıyor. 

Beyazlar gidiş ve dönüş rotaları, pembeler ise alternatifler

Dalga yükseklikleri iki metreyi bulunca hızımız düşüyor ve Pendik’e ulaşmak yerine Heybeliada Çam Limanı’nda mı gecelesek diye düşünmeye başlıyoruz, iki saat daha erken kurtuluruz çalkalanmaktan. Ama bu ikinci seçenekte dalgayı tam kafadan alacağımız için, geç de olsa bildiğimiz bir limana varmayı yeğlemek zorunda kalıyoruz. Daha önce yaşadığımız bazı zor anlar nedeniyle, can yeleklerimiz neredeyse kıyıdayken bile hep üzerimizde olur. Rüzgâr daha da artıp 20 knotu (saatte mil olarak hız) bulunca, ek bir önlem olarak güvenlik kemerleriyle kendimizi tekneye bağlıyoruz. Teknenin tüm kontrolü güverteden (havuzluk deniyor) yapıldığı için hep açık havadayız. Sadık botumuz hala arkamızda, dalgaların üzerinde bir o yana bir bu yana zıplayarak bizi izliyor. Seyir fenerlerimizi yakıyoruz.

Gece bastırıncaya kadar, tekneyi çapraz olarak dalgalara bindirip indirerek hem serpintilerden korunuyorum hem de daha az çalkalanıyoruz. Ama gece olunca dalgayı seçme olanağı kalmıyor. Dalgayı çapraz alacak bir yön belirledikten sonra dümeni otopilota bağlıyorum. Ancak rüzgâr kuzey ile kuzeydoğu arasında gidip geldiği için, arada bir teknenin başı dalgaya dalıyor; ama hemen çıkıp suyu yarmayı sürdürüyor. Düşünüyorum; bu tekne bir yıl önce fırtınaya yakalandığımızda, 50 Knotu aşan rüzgârda, 3 metrelik dalgaların üstesinden gelmişti. Onun yanında bu deniz oldukça sakin sayılırdı. Ürküntü veren aslında gecenin karanlığı idi; kendi teknemizle ilk kez gece seyri yapıyordum; Çelen ise daha önce hiç gece seyri yapmamıştı.

Birden pus kalkmış olacak ki kentin ışıkları görünmeye başlıyor; moral veren bir manzara; çok yolumuz kalmadı duygusu da veriyor. Aslında daha üç saatlik yolumuz var. Adalar ise kapkaranlık, denize sırtını dönmüş yerleşmeler bunlar.  Hedefimiz Büyükada açığındaki Balıkçı Adası (Tavşan Adası). Tepesindeki ölü gözü fener, arkadaki kentin ışıkları arasında kayboluyor; kıyıdaki araba farları bile, bize yöneldiklerinde daha güçlü. Artık konumuz, açıkta onarım için tersane sırası bekleyen gemiler ki bunlar genellikle demirde olduklarını gösteren zorunlu ama çok soluk fenerleri dışında bir ışık yakmazlar. Zaten bu koyu renkteki gemiler gece karanlığında kendi ölü ışıklarından değil, arkadaki kent ışıklarının önünde beliren siluetleriyle bir gölge olarak fark edilebiliyor. Bu civarda daha önceleri dolaştığımız için, adaların hizasını geçmeden dalganın azalmayacağını biliyoruz.

17 saatlik bir seyirden sonra saat 23.00 de Pendik’teki marinaya bağlanıyoruz. Normalde seyir dönüşü tekneyi toparladıktan sonra arabamıza binip yarım saatlik bir yolculukla eve döneriz. Ama bu kez ne tekneyi toplayacak ne de kara yolculuğuna uyum sağlayıp araba kullanabileceğimiz bir durumda değiliz. Sallantı nedeniyle yerlere dökülen öteberiyi kenara itip, üzerimizi değiştikten sonra kafayı vurup uyumaya çalışıyoruz.

Ertesi sabah iş günü ruh haliyle erkenden ayaklanıyoruz. Tekneyi toparlayıp temizlemek, yıkamak için ikimizin de yedişer saat çalışması gerekiyor. Gereksiz eşyaları, kirlileri, çöpleri toparlayıp iskeleye ayak bastıktan sonra dönüp bembeyaz tekneye, Mergus’a bakıyorum: Bu iri yumurta kabuğuna, bizi o hırçın denizlerden geçirip buraya kazasız belasız ulaştırdığı için teşekkür ediyorum.














23 Şubat 2021 Salı

 

MİNİK BİR ÇAMLİMANI SEFASI

 Güven Birkan

Deniz kültürümüzün karadakinden hiç farkı yok, aynı saygısızlık denize de inmiş. Ama, amatör yelkencileri bunun dışında tutarım. Onlar denizlerdeki saygılı tutumu karaya da taşıyan farklı bir tür.

Biz yetmişine merdiven dayamış çiçeği burnunda yelken öğrencileri eşim ve ben, yeterince palazlandığımızı düşündüğümüz bir aşamada, yeni edindiğimiz teknemizle bir koyda demirleyip gecelemeye karar verdik. Nedense bir hafta sonunu seçme gafletinde bulunmuşuz. Pandemisiz bir Eylül’ün ilk günleri. İkindi vakti Pendik’teki marinadan ayrılıp, güzel bir yelken seyri ile, Büyükada’nın kuzeyinden geçerek Heybeliada’ya yöneliyoruz. Dört saat sonra ulaştığımız Çam Limanı, Heybeliada’nın güneyinde yaklaşık 500 metre çapında doğal bir liman, poyrazdan tamamen korunmuş, lodosa kısman kapalı.


Bunları anlatırken bazı denizcilik terimlerini açıklamalarını da vererek kullanırsam kusuruma bakmayın. Yavaş yavaş denizci bir millet olmaya yönelirken, bu sözcüklerin anlamlarını bilmenin de bir zararı olmaz diye düşündüm.

Koyun girişinde gözlerimle içerisini hızla tarıyorum, irili ufaklı 30 tekne demirlemiş durumda. Çok içerilere girmeye çekiniyoruz; koyun ağzına yakın bir konumda demirlemeye karar veriyorum. Yakın çevredeki iki teknenin kaptanlarının onayını da alsam iyi olur diye düşünüyorum, sonradan gereksiz tartışmalar yaşamaktansa. Ama güvertelerde güneşlenen genç kızlar, bu konuda “yetkili” bir havada görünmüyorlar, bizim varlığımızla da ilgilenmiyorlar. Denizde “park etmek” karadakinden biraz farklı, çünkü arabanızın el frenini de çekmişseniz, araba sabit kalır. Ancak rüzgârın, akıntıların yön değiştirmesi ile tekne sürekli hareket eder, daha doğrusu attığınız demir merkez olmak üzere, burnundan zincir bağlanmış ayı gibi bir o yana bir bu yana döner durur. Dolayısıyla hem kendi teknenizin hem de çevredeki teknelerin olası hareketlerini gözeterek demir atmak gerekir. Biz bu hareketli geometri tahminini kendi başımıza ilk kez yapacağız.

Bu işlerin eğitimini almadan önce demir dibe oturduğunda görevini yapmaya başlar sanıyordum. Meğer demiri tutan zincirin bir bölümünü zemine sermezsek, en hafif bir rüzgârda ya da akıntıda tekne demiri de alıp gidermiş. Bu yüzden demir dibe değdikten sonra teknenin tornistan yapıp bu serme işini tamamlaması gerekirmiş. Masal gibi anlatılan bu basit manevrayı tamamlamamız en az yarım saatimizi aldı. Birkaç kez demir atıp topladıktan sonra hem kendimiz için hem de yakın çevredeki tekneler için güvenli olduğuna karar verdiğimiz bir konumda operasyona son verdik. Artık oturup, güneşin son ışıklarının aydınlattığı koya bir göz atmaya sıra geldi.

Koyun üç tarafında 100 metreye kadar yükselen yamaçlar çam ormanı ile kaplı. İki uçta kayalıklarla denize inen bu yamaçlarda zaman zaman yangın çıkıp, sonradan ormanların yenilendiği anlaşılıyor. Kayalıklar denizde de bir süre devam ediyor. Ormanın içinden heyula gibi yükselen iki büyük ve doğal olarak çok çirkin kamu binası olmasa, burası kusursuz bir cennet.  Kıyıda da daha küçük birkaç kamu yapısı göze çarpıyor. Nedense kıyıdaki yapıların yanında iki büyük Kızılay çadırı kurulmuş; çadırların doğusundaki düzlükte de bir futbol sahası seçiliyor. Kıyıdaki bu yapı grubunun yerleştiği arazinin iki yanında birer plaj “tesisi” var; doğudaki daha albenili bir havada ve bitişiğinde bir de küçük iskele var. Çamların arasından inen bir yol bütün bu tesisleri adanın merkezine bağlıyor; arada bir bu yoldan bir faytonun geçtiği görülüyor.

Henüz denizciliği öğrenme aşamasında olduğumuz için, telaşımız bittiğinde, fahri eğitmenimiz ve yakın dostumuz Ekrem Birerdinç’i telefonla aradım; birkaç tavsiyede bulundu: 

·       Yatmadan önce, demir tarama sinyalini ayarla,

·       Saati kur ve iki saatte bir kalkıp çevreni denetle,

·       Rüzgâr gece çok kuvvetlenirse, cenovayı (baş taraftaki yelken) biraz aç ve iki ıskotasının da boşunu al (yelken halatlarını ger); dümeni de teknenin kaymasını istemediğin yönün aksine alabanda et (sonuna kadar çevir) ve kilitle,

·       Rüzgâr 35 knotu (knot=bir saatte gidilen deniz mili) aşarsa biminiyi (tente) kaldır,

·       Şimdi artık demirlediğine göre, içkini içip gecenin keyfini çıkar.

Güneş batmak üzere; günübirlikçiler teker teker limandan ayrılırken, geceyi geçirmek üzere yeni tekneler geliyor. Her tekneden birkaç olta sarkmış, insanlar balık tutma “taklidi” yapıyor; iki gün boyunca denizde balık sürüleri gördük ama herhangi bir oltanın ucunda balık sallandığına tanık olmadık; balıklar av mevsiminin açıldığından haberdar değil anlaşılan! Henüz ortalık sakin. Lastik botu ile dolaşarak “ama Leman Hanım ben size daha önce de....” diye bütün koyun duyacağı biçimde telefonla konuşan adam, tek istisna. Bir motor yattan alevler yükseliyor; yangın çıktı sandığımız anda burnumuza gelen gaz kokusundan, mangal yaktıklarını anlıyoruz, sonraki saatlerde de ızgara et kokusu ile huzuru delmeyi sürdürüyorlar. Gün battıktan sonra limanın ağzına demirleyen ve Fenerbahçe bayrağı Türk bayrağı ile yarışan, bordası sarı lacivert boyalı, donanma şenliği gibi her yanında ampuller yanan 20 metrelik şık tekneden de benzer alevler yükseliyor.

Gecelemeye gelen motorlu tekneler, genellikle dalgalarıyla ortalığı sarsarak ve gürültülü konuşmaları ile de geldiklerinden herkesi haberdar ederek, limanı şöyle bir turlayıp, uygun buldukları bir yere bağıra çağıra demirliyorlar. Ama bu arada Keyfim adlı bir tekne limana giriyor, hiç duraksamadan önceden ayrılmış bir yere gider gibi sessizce süzülüp biraz ilerimizde demirliyor, usta ve saygılı bir denizci. Hava kararınca demir fenerini yakıyoruz, sırayla koydaki 5-6 yelkenli teknenin hepsi demir fenerlerini yakıyor; iskelemizdeki (kıçtan bakıldığında sol taraf) 18 metrelik gulet hariç. 

Yelkene benim gibi son zamanlarda merak salan arkadaşım Alihan söz etmişti, yanılmıyorsam Almanca “hafen kino” diye bir deyim varmış; “liman sineması” anlamında. Alihan, mühendislik eğitimini Almanya’da yaptığı halde, yelken ile ilgileninceye kadar bu tabirin limandaki bir sinemayı ifade ettiğini düşünürmüş. Meğer, denizcilerin, demirleme, bağlanma vb. manevralar sırasında birbirlerinin yaptıklarını (daha çok da hatalarını) izlemesi anlamına gelirmiş. Biz de gece boyunca Çam Limanı sinemasında birçok mini film izledik.

Biz akşam yemeği yerine geçecek olan kahve, elmalı çörek ve meyveden oluşan azığımızı atıştırırken, yakınımızda demirli gulette, büyük bir sofranın çevresinde sıcak bir sohbet sürüyor. Tekne ışıl ışıl ama bunu sağlayan jeneratörün sesi bütün koyu dolduruyor; belki sadece kendileri duymuyor bu sesi. Bir ara eşim, bu tank gibi teknenin demir taramaya başladığını ve kıç tarafının hızla, 12 metrelik Kanada bayraklı bir yelkenliye yaklaşmakta olduğunu fark ediyor.

Önce yabancı tekneden İngilizce ve Almanca feryatlar yükseliyor. Ancak o anda durumu fark eden gulet ahalisi yemek masasından fırlayıp hep birlikte bağrışmaya başlıyor. Teknelerin çatışması hafif hasarla atlatılıyor, ancak bu kez de zincirleri birbirine dolanıyor ve tekneler birbirlerinden bağımsız hareket edemez durumda kala kalıyorlar. Birbirine garip bir pozda aborda olmuş (yan yana gelmiş) iki tekne efradı değişik dillerden tartışmaya başlıyor. Tartışmaya guletin köpeği de kendi dilinden katılıyor. Gulet sakinleri bir süre sonra tüm koya hitaben “İngilizce bilen var mı?” diye seslenmeye başlıyor, “var” diye yanıtlayanların seslerini kendi gürültülerinden duyamıyorlar. Birden, nasıl olduysa bir lastik bot beliriyor ve iki kişi yardıma koşup, uzun bir uğraştan sonra zincirleri ayırıyor. 

Gulet yabancı tekneden uzaklaşıyor ama bu kez bizim kıç tarafımızda, iyice yakınımızda demirliyor. Bu arada karanlığın içinden beliren 20 metrelik son moda bir motor yat da gelip burnumuzun dibine yerleşiyor; öyle ki, rüzgâr döndüğünde, neredeyse kıçıyla bizi dürtecek. Kaptanına seslendiğimde, “gerekirse değiştiririz yerimizi” diyor ise de ona göre gerek kalmamış olacak ki ben sabaha kadar bu iki koca tekneyi kollamak zorunda kalıyorum. Ayrıca her iki teknede de gece saat 2.00’lere kadar sohbet ve jeneratör gürültüsü sürüyor; denizin affetmez yansıtıcılığı sayesinde ailelerin sırlarını öğrenme olanağını buluyoruz; iyice samimi konumdaki “son moda” teknenin televizyonundan film bile izleyebiliyoruz, sanki biz onların oturma odasındayız.

Gece yarısına doğru ortalık sakinliyor, jeneratör seslerine, sohbetlere ve uzaktan uzağa gelen pop müziğine kulaklarımız ve beynimiz alışıyor. Gözlerimizi motor yatların bazılarının pırıl pırıl aydınlatılmış güvertelerinden kurtarıp doğayı algılamaya çalışıyoruz. Ay bir hilal, üstelik mehtabı da var. Adadaki tepeye tırmanan yolun üzerindeki birkaç sokak lambası ışığının sudaki yansıması, bu mehtaba eşlik ediyor. Rüzgâr kuzey ile doğu arasında kararsız sürekli döndüğü için bizim görüş açımız da sürekli değişiyor; kafamızı döndürmeye gerek kalmadan, tüm çevreyi izleyebiliyoruz. Adanın ardına doğru kayan hilali gözlerken, bir bakıyoruz tekne dönmüş açık denizi görüyoruz. Çevredeki seslerin volümünün azaldığı kısa sürelerde nereden geldiğini anlayamadığımız kuş sesleri bile duyabiliyoruz, belki de kulaklarımız hayal ediyor. 

Teknelerin limana giriş-çıkışı seyrekleşerek sürüyor. Bunların bir bölümü kuvvetli spotlarıyla çevreyi tarayarak gözümüzü oyuyorlar; bir bölümü de önlerini görmeyip tam üzerimize geliyor; bu kez ben onların gözlerine “burada tekne var” anlamında ışık tutuyorum. Göz oymakta geç kaldığım birkaçının bize bindirmesini önlemek için ayrıca sesli uyarı yapmamız gerekiyor. Aslında bu iş için Güney Afrika’daki dünya şampiyonasının tezahürat aracı olan ve sonradan İsviçre futbol federasyonunca yasaklanan vuvuzela türünden bir düdüğümüz de var ama o saatte tüm Heybeliada’yı uyandırmaktan çekiniyoruz. Bu geliş gidiş neredeyse saat 2.00’ye kadar sürüyor. İlk kez alargada (açıkta) gecelemenin verdiği tedirginlikle, çalar saati kurup güvertede uzanıyorum; eşim kabinde yatmayı yeğliyor. Çalar saat iki saat arayla çalıyor ve baştan kuruyorum.

Hava ağardığında önce uzaktan bir horoz sesi duyuluyor, saat 6.00 civarında güneşin ilk ışıkları çam kaplı yamaçlara vuruyor; ama bu ışıkların koyu doldurması saat 7.00’yi buluyor. En saygısızlar en geç yattığı için bu saatlerde çıt yok. Yabancı tekne sakinleri denize girip çıktıktan sonra sessizce demir alıp koydan ayrılıyorlar, uzun yol için günün ağarmasını bile beklememek gerektiği bize söylenmişti. Sonra birkaç tekne daha koyu terk ediyor. İlerleyen saatlerde plajlara yolcu taşıyan dolmuş motorları gelip gitmeye başlıyor. Artık koyun uyanma zamanı.

Denizdeki hareket guletteki köpeğin de dikkatini çekiyor ve havlamalarıyla kaç teknenin gelip gittiğini bize bildiriyor. Gulet ahalisi uyandıktan sonra, köpeğin ihtiyaç giderme saati geliyor; gençler teknenin botu ile kendisini karaya götürüyor. Epey sonra, botu yüzerek çeken bir genç ve onun denizde olmasından kaygı duyduğu için sürekli havlayan köpek geri dönüyor; kıçtan takma motor arıza yapmış. Böylece, saatler sürecek bir onarım işi teknedeki beyleri oyalamaya başlıyor. Köpek bütün koyu uyandırdığı için artık herkes denizde.

Erkenden kahvaltımızı yapıp, bulaşıkları yıkadıktan sonra biraz bir şeyler okuyoruz; bir yandan da denize girmek ile girmemek arasında kararsız bir sohbet sürdürüyoruz. En son 70’li yıllarda Marmara’da denize girmiştik. Marmara’nın bizim yaşamımız boyunca temizlenemeyeceğini bilimsel bir gerçek olarak bilincimize yerleştirdiğimiz için, Adalarda denize girenler için yıllardır endişeleniyorduk. Ama burada deniz o kadar güzel ve temiz görünüyordu ki, “biz de herkesle birlikte ölelim” diyerek serin suya atlıyoruz; hiç değilse 10-15 dakika yüzmek için. Şuna benzedi: beklenen İstanbul depremi söz konusu olduğunda da depremde ölsek mi, kurtulsak mı daha iyi olduğuna da bir türlü karar veremiyorduk; deprem sonrası rezaleti yaşamak, başka tür bir ölüm olsa gerek. “Denize biz girdikten sonra teknenin de deniz suyu ile yıkanmasında zarar olmaz” deyip, kova kova deniz suyu boca ediyoruz güverteye. Mayo ve havlularımızı vardavelalara (korkuluk telleri) mandallarla asıp kurutmaya bırakıyoruz, teknemiz yelkenci dostumuz Selim Işık’ın deyişiyle “çarşı hamamı” görüntüsüne bürünüyor.

Burnumuzun dibindeki “son moda” yattakiler en son yattıkları için sabahleyin de en son kalkıyorlar ve çevreyi rahatsız etme görevlerini bu kez jet-ski’leriyle sürdürüyorlar. İnsan hiç değilse koydan çıkıncaya kadar yavaş gider değil mi? Hayır üzerine bindikleri anda sanki denetim kendilerinde değilmiş gibi alet birden şahlanıp büyük bir gürültüyle fırlıyor; böylece üzerindekinin fark edilmesini sağlıyor.

Öğleyin bir şeyler atıştırıp çamaşırları topladıktan sonra hala yola çıkmayı geciktirmek için bahaneler yaratmaya çalışıyuz. Burada olmaktan fazlasıyla hoşnut olduğumuz için değil, demir alma sırasında yaşayacağımız sorunlardan bir süre daha uzak kalmak için. İlk kez böylesine teknelerle sıkıştırılmış bir konumda demir almaya kalkışıyoruz. Eşime yapacaklarımızı bir bir özetliyorum; o da ilk kez böyle bir demir alma manevrasında dümende olacak. Endişem şu: “gulet” ve “son moda” tekne çok yakınımıza demirlediler, bizim demir büyük olasılıkla onlardan birinin altında kaldı, ya da en azından bizim demir zincirimizin üzerine kendilerininkini serdiler. Sabaha kadar rüzgar tekneleri bir o yana bir bu yana gezdirirken zincirler deniz tabanında kim bilir neler yaşadılar.

“Korkunun ecele faydası yok” diyerek operasyona başlıyoruz. Manevra sırasında elle vereceğim işaretlerin anlamları üzerinde eşim ile görüş birliği sağlıyorum. Çünkü ben teknenin başında o ise 10 metre geride kıç tarafta iken ortam sesi birbirimizi duymamızı güçleştiriyor. Önce tekneye yol vermeden ırgatı (demir çekme mekanizması) çalıştırarak zincirin su altındaki yönünü belirlemeye çalışıyorum; sonra tahmin ettiğim yöne doğru biraz yol veriyoruz, böylece ilk aşamada 10-12 metre kadar zincir çekince tekne gulete doğru yöneliyor. Hemen tornistan yapıyoruz, bu kez de kıçımız “son moda” yata iyice yaklaşıyor ama bu arada 10-12 metre daha zincir topluyoruz sonunda demirin dipten kurtulduğunu fark edip rahat bir nefes alıyoruz.

Bir günlüğüne bile olsa bu kadar dip dibe yaşadıktan sonra kimseye “allahaısmarladık” demeden ayrılmak garip bir duygu yaratıyor insanda. Koydan çıkıp sadece denizin sesini dinleyerek birkaç saat yelken seyri yapmak, bizi dinlendiriyor. Çam Limanı’na sanki zorlu bir görevi yerine getirmek için gitmişiz de artık o gerilimden kurtulmuşuz gibi bir duygu var içimizde. Kartal açıklarımda demirlemiş olan Savarona’nın hemen yanından geçmek ayrı bir mutluluk nedeni oluyor. Çocukluğumda onu ilk gördüğüm günün heyecanını bir daha yaşıyorum. Geleceğe umutla baktığımız güzel günlerin simgesi gibi.



6 Şubat 2021 Cumartesi

 

ŞİFA SOKAK’TAN DENİZE BAKMAK

Güven Birkan, 03.02.2021

Yaşam denizlerden başladığı için mi nedir, insan denen yaratık milyonlarca yıl sonra hala denize ulaşmaya çalışıyor. Biz de toplum olarak en azından görmek için, olanak bulanlar yakınında mangal yapmak için, hatta bazılarımız ayaklarımızı olsun suya sokmak için denize yaklaşmaya çalışıyoruz; birbirinin üzerinden denizi gören binalar inşa ederek, asfalttan pek uzaklaşmadan piknik yaparak, paçalarımızı sıvayıp sahil boyunca yürüyerek. Denizin daha içerilerine gitmek istediğimizde de denizi doldurup üzerinde binalar bile yapabiliyoruz.

 Ne olduysa yine Moda Koyu’nda bir deniz doldurma etkinliği başladı. Geçen gün coronavirüs yasaklısı olduğumuz saatlerin birinde Şifa sokağın ucuna dek yürüyüp ufka doğru bakarak deniz havası almaya çalışırken fark ettim. Lodoslu bir gündü, rüzgâr egzoz kokusunu burnuma getirince aşağıya bakma gereğini duydum. Deniz taşıtlarından geldiğini sandığım motor sesinin, dolgu malzemesini denize yaymakta olan buldozerden kaynaklandığını ancak o zaman kavradım. Kurbağalıdere’yi ıslah projesi hızla sona yaklaşırken, iş makinaları da hızlarını alamayıp denize çıkmış olmalıydılar.

 İlk dolgu 1990’larda yapıldığında, Şifa sokağın bitiminden denize oldukça dik inen sahil yapısı ortadan kalkmış, doğanın buradaki masumiyeti de ihlal edilmişti. Oysa üzerindeki binalar bir yana, sokağın kendisi bile yok iken bu yamaçların hafta sonu piknik alanı olarak kullanıldığı söylenir. Zaten ilk adının da, sarayın esvapçıbaşısı İlyas Bey’in köşkü ile bağlantılı olarak, İlyas Bey Çıkmazı olduğuna ilişkin kayıtlardan da söz eder yazar Müfid Ekdal. Şu anda sokağın en ucundaki kişiliksiz apartmanın yerinde kurulu olan bu ahşap köşkte,  Türkiye'de sürgün olarak konuk edilen Troçki’nin kısa bir süre kiracı olarak kaldığı da söylenir.

Daha sonraki yıllarda sokağa, başka bir köşke atfen Şifa adı verilir. İlyas Bey’in köşkünün hemen karşısına inşa edilen bu bina Jinekolog Doktor Mahmut Ata Bey’e aittir ve aynı zamanda minik bir hastane olarak da hizmet vermektedir. Kagir olması nedeniyle bina günümüze kadar gelir, tabii sokağın ismi de. Ancak, önündeki özgün kayıkhane yapısı, belki de deniz doldurulurken yıllar önce yok edilmiş, köşk yeni sahiplerince özel okul olarak kullanılmıştır. Daha sonra yıllarca boş kalan bina 2016’da ciddi bir restorasyon ile yine okul olarak yaşama döndürüldüyse de şimdilerde, bir virüsün eğitimi engellemesi sonucu yeniden satışa çıkarılmış durumdadır.


Aşağıda gibi Chris Craft bir sürat teknesi olunca böyle bir kayıkhane inşa etmek kaçınılmaz olmuştur. Hem de iskelesiyle ve tekne çekmeye yarayan bir vinç düzeneği ile. Ayrıca eski haritalarda kayıkhanenin batısında minik bir mendirek de yapılmış olduğu görülüyor.




Üstte köşkün ilk yıllarında giriş tarafından görünüşü, alt günümüzde okul olarak restore edilen binanın deniz tarafındaki cephesi. Araştırmacı mimar Levent Civelekoğlu, köşkün çatı katında küçük bir gözlemevi bulunduğundan söz eder. Doktor fırsat buldukça gökyüzünü incelermiş. Cihannümada da rüzgar gülü kurulduğunu Müfid Ekdal aktarır.


Doktor Mahmut Ata Bey köşkünün bitişiğindeki Avukat Ethem Arda köşkünün kayıkhanesi de dolgu sonucu ortadan kalkmış, ama köşkün yaşamı, aile dostları Mimar Şaban Ormanlar’ın titiz restorasyonu ile en az bir-iki kuşak daha uzatılabilmiş.

Deniz dolgusunun yapılma nedeni olan sahil yolu gerçekleşseydi, sokaktan denize inen merdivenlerle kıyıya ulaşmak zorlaşacaktı. Mimarlar Odası’nın da desteklediği semt sakinlerinin tepkisi sonucu yasal yollar da kullanılarak bu girişim en azından şimdilik durduruldu ve dolgu bir yeşil alana dönüştü.

Son on yıldır kentin her yanından gelen gençler, özellikle hafta sonları ve akşam üzerleri, kollarının altında portatif sandalyeleri, yaygıları ve kumanya torbaları ile Şifa sokaktan akın akın geçip, bu sahil parkına ulaşıyor.  Bu yaya trafiğinin bir yan ürünü olsa gerek, sokağın üzerinde, minik bir otelin zemin katında, masalarının boş kalmadığı bir de kafe oluşmuş durumda. Belki de müşterilerinin çoğunu bitişikteki Kadıköy Anadolu Lisesi’nin öğrencileri oluşturuyordur, ya da daha yukarıdaki Sen Jozef Fransız okulunun gençleri.


Karlı günlerde Safa Sokak daha huzurlu bir görünüme bürünüyor, yeter ki kar yağabilsin. Ancak bahçelerdeki ulu çam ağaçlarının yüzeye yakın kökleri bu bir damlacık karın bile ağırlığını taşıyamıyor. Yola devrildiğinde sadece bir arabaya zarar verdi, biz birkaç dakika ile kurtulduk. Orman ağaçlarını getirip küçücük ön bahçelere dikmek, yeşil özleminin bir göstergesi olsa gerek.

Sokağın uzun yıllardır izleyici çeken belki de tek nesnesi, yaz geceleri pıtrak gibi çiçek açan dallı budaklı koca bir kaktüs bitkisidir. Kaktüs çok dikkati çekse de yoldan geri çekilmiş apartmanların önlerindeki bahçelerde, gelip geçenin fark etmediği birçok nadir bitki yaşamaktadır. Bunlardan biri, ön bahçe zeminini kaplayan “yabani” menekşe, (herba violae tricoloris) bahar geldiğinde yeşil yapraklarının altında gizlenen mor çiçekleri ile sokaktan geçenleri mest edecek yoğun bir koku yayar. Bir başka bahçenin iki ucundaki kısmet ağaçları (clerodendron trichotomum) yaz ortasında sokağı yoğun bir limon çiçeği kokusu ile doldurur. Sokağın ucundaki uzun merdiven boyunca sahile kadar uzanan akşam sefası (mirabilis jalapa) kolonisi tüm yaz boyunca gün batarken hoş kokusu ile inip çıkanları mutlandırır, üstelik bakım da istemez ve yere düşen tohumlarıyla her yıl kendini yeniler. Apartmanlardan birinin bahçe kapısını şenlendiren Akdeniz yasemininin (jasminum officinale) yaz kış çiçek açması ise kuzeye kapalı olan ve sürekli güneş gören bu sokağın özel ikliminin bir hediyesi olsa gerek. Başka bir apartmanın cephesine tırmanan Ada Begonvili olarak bilinen çalı türü sarmaşık ise rengi ile yoldan geçenleri büyüler.

Büyük olasılıkla “cereus jamacaru” ailesinden olan bu kaktüse yabancı dilde "gece kraliçesi” adı takılmış.  Gündüzleri ise sıradan bir kaktüs.

Kış ortasında beton parke yol kaplamasının bir kıyısından kafasını çıkarıp  açmış
 minicik bir kır çiçeği.
Kocaman görünmesi teknolojinin katkısı.

Sokaktaki en son inşaat sanırım 15-20 yıl önce yapıldı. Ama bu günlerde yeniden yık-yaplar başladı, ama henüz dört kat sınırı korunmakta. Yaklaşık 30 apartmanı ve 200 kadar konutu barındıran sokak yaya trafiği artmadan yıllar önce, bir araba parkına dönüşmüştü. Ama burada yaşayan ailelerin arabaları sokağı tam olarak dolduramadığında yakın çevrede ikamet edenler de arabalarını buraya park etmeye başladılar. Fenerbahçe stadyumunun kapasitesinin 50.000’in üzerine çıkarılmasıyla maç günlerinde sokak, “futbolizlemeseverlerin” saldırısına uğramaya başladı. Hem park yeri hem de kestirme yol bulma ümidiyle sokağa giren arabalar, amaçlarına ulaşamayıp geri dönmek zorunda kalınca gün boyunca tam bir kargaşa yaşanır oldu.

Dizi izleyicileri artıp araya alınan reklamlar tüm TV kanallarını kapladığından beri, dizi çekimleri için günübirlik kiralanan evlerden birinin çevresi, çekimi destekleyen10-15 taşıtla tıka basa doldurulur oldu. Bu karavan tipi taşıtların kiminde oyuncular giyinip soyunuyor, kiminde ütü yapılıyor, kimi yemek servisi yapıyor, kimi elektrik üretiyor…. Bir yandan da çekime katkı yapan 50-60 kişi, görev dışı saatlerde sokak boyunca volta atıyor. Yemek saati geldiğinde, ayarlanan bir boşluğa kurulan portatif masalarla oluşturulan açık yemekhanede karınlar doyuruluyor.

Aslında Şifa sokağa giren ilk araba Doktor Mahmut Ata Bey’in 1930’larda kullandığı Ford idi. Bu araba bir olasılıkla, o yıllarda Ford’un Tophane’deki fabrikasında üretilen T modeli arabalardan biri olsa gerekti.  Ama bu araba doğaldır ki “yerli ve milli” değildi. Levent Civelekoğlu şöyle anlatır: Köşkün kapısındaki küçücük iki kapılı sandık gibi kırmızı otomobil o civarda hangi kapının önünde görülse, o evde bir doğum olduğu anlaşılırdı.

Şifa sokağın girişindeki köşede, dükkânın önünde sipariş üzerine kişiye özel bisiklet imal eden mini atölye, sokaktaki tüm bu motorlu taşıt hareketliliği ile tam karşıtlık oluşturuyor. Bir yandan da sokağın yerini bilmeyenlere ana yoldan sapılacak noktayı belirleyen bir işaret görevi üsleniyor. Son zamanlarda kısa mesafeler için kiralanıp, herhangi bir yerde terkedilebilen ve tek kişinin ayakta yolculuk yaptığı elektrikli “scooterler” de sokağın orasına burasına bırakılıyor.

Arabaları bir kenara bırakırsak Şifa sokağın en sürekli sakinleri her yıl çoğalan sokak kedileridir. Bunlara zaman zaman bir punduna getirip hapishanelerinden kaçan, obez ev kedileri de katılır. Sokağın kedileri, insanlardan çok arabalarla ilişki içindedirler. Açık çöp konteynerlerinde yiyecek aradıkları ya da kuş avlamak için ağaçlara tırmandıkları istisnai etkinlikleri dışında yazın gölgelenmek için arabaların altında, kışın da güneşlenmek üzere motor kaputlarının üzerinde günlerini geçirirler.  En son hangi arabanın park ettiğini, kedilerin yeğlediği arabalara bakarak anlayabilirsiniz, motorları henüz soğumamıştır. Kediler elinde poşetlerle sokağa girenlerden, kumanyaları ile sahildeki parka gidenleri seçip yol boyunca eşlik ederler, bir ümitle. Kendilerine düzenli olarak kuru mama veren hayır-hayvan severleri ise belli saatlerde ve belli noktalarda toplanıp beklerler. 


Sokağın kabadayısı


Sokağın alameti farikası simetrik suratlı kedi..

Arabaları kullananlar sadece kediler değil elbet. Artık deniz yaşamından bıkıp karaya çıkan martılar da yaya olduklarında araba tepelerini yeğliyorlar, sokakta periyodik olarak dağıtılan katı mamalardan paylarını düşeni kapıyorlar. Kargalar zaten her an ağaçlardan inip beslenmekteler. Kedi-martı-karga üçlüsü tümüne aynı anda hitap eden bir yiyecek türü çöp bidonlarının yanına döküldüğünde, sofranın etrafında buluşup, kavga etmeden sırayla karınlarını doyuruyorlar. Önce kediler, sonra martılar, en son kargalar. Bir de transit geçen kanatlılar var, İstanbul’un uzun süreli konuğu yeşil papağanlar. Tam gün batımı anında, Şifa Sokağı ucunda durup başınızı gök yüzüne kaldırmanıza bile gerek olmadan geçtiklerini anlarsınız. 20-30 lu gruplar halinde büyük ciyaklamalarla aralarında sohbet ederek, Sarayburnu tarafından Kalamış’a doğru uçarlar.



Geçmişle ilgili bilgilerimiz konusunda aklımızı karıştırmak amacıyla olsa gerek yakın zamanda sokağın resmi adının Şifa Çıkmazı Sokak olmasına karar verildi ve tabelası değiştirildi. Bu sokağa bağlı üç mini çıkmazdan, uzun yıllardır Şifa Çıkmazı adını taşıyan en uçtakine de Yenikapı Çıkmazı tabelası asıldı, ne akla hizmetse! Bu çıkmazların ucundaki küçük apartmanların Kalamış Koyu’na bakan bahçeleri, sahil doldurulmadan önce denize kadar uzanmaktaydı. Bahçe duvarlarından denize uzanan çeşitli bitkilerden biri İstanbul’da artık çok seyrek görülen ulu bir mürver bitkisi idi. Adoxaceae ailesinden bu bitkinin çiçeklerinden yapılan çayın çeşitli rahatsızlıklara iyi geldiği bilinir.

İkibinlere gelinceye dek, Şifa Sokak boyunca mahallenin çocuklarının yaya ve araç gidiş gelişinden korunmuş olarak, kızlı erkekli oyunlar kurduklarını görürdünüz. O çocuklar zamanla büyüdüler ve birer birer ortadan kayboldular. Yaşamlarını başka yerlerde sürdürdüler, çocuklarını da oralarda dünyaya getirdiler. Şimdi artık Şifa Sokak, dışarıdan gelip ev kiralayan ya da satın alanlar dışında, çocuklarının ve torunlarının ziyaretini bekleyen küçülmüş yerli ailelerin yaşadığı bir çıkmazlar topluluğu.

Şifa Sokağın ucundan Yassı ve Sivri adaları, hatta iyi havalarda Armutlu Yarımadası’nın ve İmralı’nın siluetini fark edersiniz. Yenikapı adını alan en güneydeki mini çıkmazın ucundan ise Kalamış Koyu’nu izleme olanağı bulunur. Ben aynı noktadan baktığımda, Kurbağalıdere’den sandal kiralayıp koyda denize girdiğimiz gençlik günlerini görüyorum. 


Çıkmazın ucundan Kurbağalıdere tarafına indiğim bir gün karşılaştığım manzara,
 sanki bu çağa ait değildi.

Kuzey güney doğrultusunda konumlanan Şifa sokağa yaz aylarında ana yoldan girip denize doğru yürümeye başladığınızda ağaç dallarının oluşturduğu tünelin ucundaki ışığın içinden kocaman yelkenli teknelerin geçtiğini görürsünüz. Her nedense denize yaklaştıkça deniz manzarası genişler, tekneler küçülür ve bu göz aldanması biter. Ama bu kez deniz üzerinde onlarca minik teknede küçücük çocukların botlardaki eğitimcilerin gözetiminde yelken eğitimi aldığı bir engin dershane ortaya çıkar, beyaz kelebekler tüm ufku kaplar.


İşte bu görüntü günün birinde kafamda bir şimşek çakmasına neden oldu ve 70’lerime girerken yelken eğitimi almaya karar verdim, vapurla karşıya geçmekten başka denizcilik deneyimim olmadığı halde. Eşim de bu etkinliğe katıldı ve bir yelkenli tekne edinip daha uzak denizlere gitmeye başladık. Bir çıkmaz sokağın insanı bu denli uzaklara ulaştırabileceği akla gelir mi? 


1939 yılında Topoğraf J. Pervitiç tarafından hazırlanmış sigorta haritaları dizisinden. Küçük Moda paftasının bir bölümü Şifa Sokağı ve bağlantılarını gösteriyor.

Altta bölgenin bugünkü durumu