29 Mart 2012 Perşembe

İZMİT’TE DENİZ BİTMEDEN

Çok şükür, İzmit’te denize henüz girilebilirken yüzme öğrenmeyi başardım. Çocukluğumun İzmit’i deniz kıyısında olduğu halde, bu pek de kolay olmadı. Oysa, özellikle annem, hafta sonlarını muhakkak kırlık bir yerde geçirmek isterdi. Tabii abimle benim canıma minnet. Babam ise, daha çok bizleri kırmamak için ufak direnmeden sonra bize katılırdı. Yaz aylarında genellikle Değirmendere’ye giderdik. Vapura ve trene ucu ucuna yetişmek ailede gelenekti; yetişmiş oluşumuza her seferinde hayret ederdim.

Vapur benim için özgürlük demekti: yerimde oturmaz, her tarafını dolaşır, her noktasını incelerdim. Kalkış sırasında muhakkak en arkada pervanenin köpürttüğü suya bakar denizler dolusu gazoz görürdüm; o zamanın tek soğuk içeceğini. Yol boyunca tüm vapuru dolaşır, çoğu zaman vapurun burnunda karar kılardım; teknenin denizi yarışını izlemek ve o sesi dinlemek doyulmaz bir haz verirdi. Makine dairesinin kapısı genellikle açık olduğu için buharlı makinenin çalışmasını uzun uzun izleme olanağı bulur, manevralar sırasında kaptan köşkünden gelen çın-çınlı komutları makinistin yerine getirmesini ilgi ile izlerdim. Vapurun bodrum katı olan en alt salon, deniz seviyesinin altında kaldığı ve minik yuvarlak pencereleri açılmadığı için biraz havasız, loş fakat serin olurdu. Çok kalabalık gün ve saatler dışında burası boş kalırdı. Özellikle günün yorgunluğu çökmüş olarak dönerken, oradaki kanepelere uzanıp uyuklamak da bir zevkti. Ama hava kararmışsa, vapurun burnundaki projektörün denizi tarayarak kaptana yol göstermesini izlemeyi yeğlerdim.

Aradan geçen yıllar, deniz yolculuğu heyecanımı hiç azaltmadı; bugün hala İstanbul’da her kent içi yolculukta vapurun her tarafını dolaşır, denizi ve manzarayı izlemekten çok vapuru incelerim. Uzun bir deniz yolculuğu olanağını ise hiç yakalayamadım. 3-4 yaşlarındayken yaptığımız bir karadeniz yolculuğunu saymıyorum; bana anlatıldığı kadarıyla o yolculuğun abimle benim için en eğlenceli yanı, ambardaki koyunlara saman atmamız imiş. Vapura yüklendiğini gördüğümüz koyunları beslemek için güvertede bulundurulan samanları, bulduğumuz bir havalandırma bacasından aşağı atarmışız. Ancak baca, geminin yemek salonlarından birine açılırmış ve doğal olarak yolcular bu menüden pek hoşlanmazmış.

İzmit’den kalkan vapur Kazıklı ve Gölcük’e uğrayarak Değirmendere’ye ulaşırdı; çok çok yarım saatlik bir yolculuktu. Kazıklı yerleşmesinin adı daha sonra Kavaklı olarak değiştirildi; bu küçük kasaba gelişmesini bu değişikliğe borçludur herhalde!! Vapurdan bir kere olsun inip de Kazıklı’da dolaştığımı anımsamıyorum. Zaten tamamı vapurdan algılanacak kadar küçük bir yer olduğu için merak uyandırmıyordu sanırım. Ancak Kazıklı bizim için çok önemliydi: dayım buranın belki de en güzel kızı ile evlenmişti. Biz çocuklar için ailede o güne kadar yaşanmış en önemli olaydı.

İkinci iskele olan Gölcük, askeri bir yerleşmeydi; bütün donanma orada demirlediği için, subay ailelerinin önemli bir bölümü bu yerleşmede otururdu. Denizcilik bayramında savaş gemilerine binmek,  biz çocuklar için yılın belki de en heyecan verici olayıydı. Lise çağlarında, buradaki tesislere, basketbol oynamaya gittiğimizi anımsıyorum. Gemilerin bakım onarımının yapıldığı, hatta küçük teknelerin üretildiği bir de tersanesi vardı. Gemilerin bakıma alındığı yüzer havuzlar, savaş gemilerinden ve denizaltılardan daha ilginç gelirdi bana; bunlar bakım yapılacak gemiyi üzerine almak için önce batırılır, gemi üzerine geldikten sonra onu da “sırtına alarak” su yüzüne çıkardı. Ama Yavuz zırhlısının yanından geçmenin verdiği heyecan herşeye değerdi. Yavuz’u sırtlayabilmek için bu yüzer havuzların iki tanesinin ucuca eklendiğini duymuştum ama bunu izleme şansını yakalayamadan ergenlik çağına geldim ve traş olurken onun çeliğini yüzümde hissetme onuruna eriştim!

Son durak Değirmendere’de elimizde yiyecek-içecek torbaları ve yaygılar ile indikten sonra, beş-on dakikalık bir yürüyüşle ulu çınarların olduğu bir düzlüğe gelir, yaygıları yayar, denize girmek için sabırsızlanırdık. Ancak deniz, hemen derinleştiği için öyle kolayca yürüyüp suya başımızı sokamazdık; büyüklerin de gönlünün olmasını beklemek zorunda idik. Babamın yüzme öğretme çabaları boğulma korkum nedeniyle başarıya ulaşamadığı için uzun yıllar deniz sefasını, sığ alanlarda yürüyüş ve hoplayıp zıplama yaparak sürdürürdüm.

“Deniz içi yürüyüş” için daha uygun bir alan ise körfezin dip tarafıydı. Halkevinin önündeki rıhtımdan kiraladığımız sandal ile ailece körfezin doğusundaki dibi kumlu sığ kesimlere gider, karadan birkaç yüz metre içerde demirlerdik. Ben de herkesle birlikte sandaldan denize iner, belime kadar gelen suda güvenle oynardım.

İlkokulu bitirdiğimde henüz yüzmeyi beceremiyordum ama denizciliğe olan ilgim giderek artıyordu. Deniz subayları ve erleri, karacılardan çok farklı gelirdi bana. Eşinin bir deniz subayı oluşu, ilkokul öğretmeninim Mesude Ülgen’in benim nazarımdaki önemini bir kat daha artırıyordu. O yıllarda İzmit’deki eski tersane, askeri tesis olarak korunmakla birlikte asıl işlevini yitirmişti. Deniz komutanlığı ise kent merkezinde “Üssübahri” adıyla andığımız bir binaya yerleşmişti. Bu binanın sinema olarak da kullanılan bölümü, bir kiliseyi andırırdı. Film gösterileri yaz geceleri Üssübahri’nin bahçesinde sürerdi; ancak buraya subayların yanısıra sadece kentteki memurlar girebilirdi sanıyorum. Alt yazılı yabancı filmler oynadığı için belki de herkesin ilgisini çekmezdi.

Denize olan ilgim mi, denizcilerin kıyafetleri mi bilmiyorum, denizci olma isteğimi güçlendirmiş, sınıf ve mahalle arkadaşım Engin Elbeyoğlu ile birlikte deniz kolejine başvuru formlarını elde edip doldurmuştuk. 50’li yıllar, ülkedeki yönetimin, subaylara sağlanan olanakları kıstıkları bir dönemdi; mühendislik ve doktorluk ise, daha çok prim yapan mesleklerdi. Nasıl oldu bilmiyorum, ailem benim bu hevesimi bir yolunu bulup kırdı. Engin yoluna devam edip deniz subayı oldu, ben sivil liseye devam ettim. Denizle ilgim, Halkevinin rıhtımından kayık kiralayıp kürek çekmekle sınırlı kaldı.

Halkevi binası denizin hemen kıyısında, önünde yazın oturup çay kahve ya da gazoz içtiğimiz terasları olan ilginç bir binaydı. Kütüphanesi, dershaneleri ve tiyatro salonu da vardı. Babam ile dayımın burada o dönem popüler olan İngilizce derslerine katıldığını anımsıyorum. Okul müsamereleri dışında, gerçek tiyatroyu da ilk kez burada izlemiştim; Paydos oyunundan anımsadığım bir bakkal dükkanı dekoru, yaşamımdaki tüm tiyatro oyunlarının bir simgesi gibi belleğimin bir köşesinde durur hala. Halkevinin terasından bir kademeyle rıhtıma inilirdi. Küçük rıhtıma bağlı sıra sıra kayıklardan birine binip açılmak ve kente denizden bakmak bize heyecan verirdi. Yakıcı güneşe karşı beyaz tenteleri olan bu tekneleri, kayıkçısı olmadan da saat hesabı kiralayıp körfezde dolaşmak olanağı vardı. Rıhtım, yaz aylarında gençlerin piyasa yaptığı 3-5 metre eninde ve birkaç yüz metre boyunda bir gezi alanıydı. Batıya tersaneye doğru gidildiğinde, içinde bir açık hava sineması olan bir çay bahçesine varılır, bu kısa gezi vapur iskelesinde son bulurdu. Oradan denize arkamızı verip çıktığımızda, postane ve  Emniyet Müdürlüğü binalarının önünden geçerek demiryoluna ulaşırdık.

Kağıt fabrikasının kurduğu spor klübünün deniz sporları kolu da vardı. Yaz aylarında, kürek ve yelken sporu yapan gençleri izler, daha ileri yaşlarda bu olanağı elde etmenin düşünü kurardım. O günlerden tüm formu ile aklımda kalan bir tek tekne vardı: Safa Abi’nin dragonu. Uzaktan bir hısımımız olan bu denizcinin, İzmit gibi bir yerde böyle bir tekneyi edinmiş olmasının sırrını hiç bir zaman öğrenemedim.

Fırsat buldukça vapur iskelesine gider, hem buraya yanaşan büyük ahşap teknelerin basit vinçleriyle yük indirip bindirmelerini, hem de balık tutanları izlerdim. Körfez henüz ölmemişti ve üstelik denize açılmaya gerek olmadan, bu iskeleden olta atanlar kırmızı renkli kırlangıç balıkları  tutabiliyorlardı. Balık tutmak benim harcım değildi; yakaladığım balıkları oltadan çıkarırken ne kadar acı çektiklerini düşünür, havasızlıktan zıplaya zıplaya ölmelerine dayanamzdım. O nedenle yük motorlarını inceler, birbirlerine göre üstünlüklerini bulmaya çalışırdım. Bunların en büyük fakat en gösterişsiz olanları Tekel İdaresi’nin gri tekneleri idi; kaptan köşkleri bile vardı. Ötekiler ise, çekici renklerde boyanmış, dümeni el ile kontrol edilen daha bakımsız ama sevimli teknelerdi.

İskeleden sonra, yüksek duvarlarla ayrılmış, askeri bölge olan tersane arazisi başlardı. Tersanenin görkemli bir kapısı vardı ama bu kapıdan içeri girebildiğimi anımsamıyorum. Daha ilerideki tren istasyonunun sahili ise yük vagonları ile maskelenmişti. Buradaki sahile yük motorlarının yanaşıp yanaşmadığını hiç anımsamıyorum. Daha sonra da kağıt fabrikasının sahili başlardı; buradaki iskelelere yurt dışından tomruk getiren büyük gemiler yanaşırdı. Kent kağıt fabrikasında biterdi. Ondan sonraki sahil, zaten denize girmeye uygun değildi.

Artık anne-baba ile gezme fikrinin itici gelmeye başladığı çağlarda, Değirmendere dönemi  kapanmış, Tütünçiftlik yılları başlamıştı. Körfezin kuzey sahilinde, tren ile kolayca ulaşılan, çok az sayıda binanın bulunduğu bu yerleşme, o yıllarda, İzmit’in sayfiyesi olma potansiyeli taşıyordu. Buraya, bazan arkadaşlarımla, bazan da abimle günü birlik gider, akşama kadar top oynayıp denize girer, eve kıpkırmızı dönerdik. Orta okul yıllarında bile ancak su üzerinde kalmayı başabiliyordum. Sınıf arkadaşım Acar Tokcan ise, tüm yaz mevsimini, Tütünçiftlik’de kiraladıkları evde geçirdiği için yüzmeyi çok ilerletmişti. Ona imrendiğim için mi, yoksa ondan utandığım için mi bilmiyorum, bir yaz başı, bu sorunu çözmeye karar verdim. Uzun mesafede Türkiye şampiyonu olan Nedret Er, o yıllarda antrenmanlarını burada yapardı. Suya girer birkaç kilometre yüzdükten sonra çıkar, bir koca ekmekten yapılmış sandviçini yer, yeniden suya girer, gün boyu bunu yinelerdi. Onun  stilini inceleyip, kendi kendime uygulamaya çalıştım. Önce bir kaç hafta boyunca, küçük kayık iskelesini ellerimle tutup yüzü koyun uzanıp, bacaklarımı doğru dürüst kullanmayı çalıştım; daha sonra iskeleyi bırakıp, yüzükoyun sahile paralel yüzmeye başladım, ama hala yüzerken nefes almayı beceremiyordum. Daha sonraki haftalar, yine iskeleye tutunup ayaklarımı çırparak kafam suyun içinde sol taraftan nefes alma antrenmanı yaptım. Yaz sonunda artık adam gibi yüzüyordum. Büyük bir mutluluktu benim için bu.

Üniversite yıllarında, Tütünçiftlik’te son kez nişanlım Çelen ile birlikte denize girdik ve girmemizle çıkmamız bir oldu; sarmısak ile çürük yumurta karışımı bir koku sadece havayı değil suyu da kaplamıştı. Nefes almak zorlaşmıştı. Tütünçiftliğin batısında, oya gibi girintili çıkıntılı ve minik gölcükleri barındıran özenle oluşmuş kumsala yerleşen petrol rafinerisi, körfezi yok etmede üzerine düşen görevi yerine getiriyordu. Gerçi İzmitliler hava ve su kirlenmesine kağıt fabrikası sayesinde pek de yabancı değillerdi; lodos esen günlerde, fabrikanın bacalarından çıkan gazın keskin kokusu, kentin nefes almasını zorlaştırırdı. Üstelik çok fazla su kullanan bu tesis, atık sularını arıtmadan denize bırakırdı. Bu da yetmez miş gibi, kömürle çalışan enerji santralının kızgın curufları dekovillerle sahile taşınıp boşaltılarak deniz doldurulurdu.

Lisedeki arkadaşlarımın bir bölümü yakın köy ve kasabalardan ya trenle ya da vapurla okula gelirlerdi; onlara çok özenirdim. Mart ayının birinci günü, bir  Cumartesi; okul öğleyin tatil olmuş biz evimizin yolunu tutarken, karşı kıyıda oturan arkadaşlarımız da evlerine ulaşmak üzere iskeleye yönelmişlerdi. Daha ikindi olmamıştı; biz yemeğimizi yemiş arkadaşlarla tatil gününü değerlendirmek için yeniden buluşmuştuk ki, körfezde çalışan Üsküdar adlı vapurun battığı haberi tüm kentte bomba gibi patladı.

Körfez vapurları, o yıllarda Üsküdar-Beşiktaş seferi yapan  minik vapurların eşleriydi; birkaç yüz yolculuk kapasiteleri vardı. Ancak özellikle Cumartesi günleri, taşıyabileceğinin iki katı kadar yolcu alırdı. İzmitlilerin daha büyük vapur tahsis edilmesi istemleri yıllardır bir sonuç vermemişti. Sahilden 500 metre uzakta yüzlerce yolcu öldü, resmi rakamın gerçeğin yarısında tutulmaya çalışıldığı yıllarca söylendi, satılan bilet sayısı da kurtulan insan sayısı da belliydi. En alt salondakilerin kendilerini dışarı atma şansları hiç olmamıştı. Üst katlarda yolculuk etmekte olup da vapurla birlikte batmaktan kurtulanlar, bir süre dalgalarla mücadele ettikten sonra soğuğa yenik düşmüşlerdi. Bir kilometre ötede, Gölcükte demirli Türkiye Cumhuriyeti Donanması, biraz da koca dalgaların engellemesiyle, kurtarma konusunda yeterince seri davranamamıştı, onlar olay yerine geldiklerinde her şey olup bitmişti.

Bizim sınıftan Işık adlı arkadaşımız da ölenler arasında idi. Ama kurtulan bir arkadaşımızın oluşu bizi teselli ediyordu; “kelebek kurbağalama” dalında lisanslı yüzücü olmanın verdiği avantajın yanısıra bu dalda yüzenlerin vücutlarındaki biraz kalınca yağ tabakasının yardımıyla donmaktan kurtulmuştu. Ama yanmaktan kurtulamamıştı, çünkü karaya ulaştığı yer, kağıt fabrikasının kızgın cüruflarının döküldüğü sahildi.

Aradan 50 yıl kadar geçtikten sonra edindiğim yelkenli ile çok deneyimsiz bir amatör olarak Pendik açıklarında yakalandığım ani patlayan fırtına, bana o faciayı anımsattı; oysa çoğu insan sanır ki, böyle ölümcül fırtınalara sadece açık denizlerde yakalanılır.

Üç hafta kadar önceydi, sabah 9.00 suları, Kadıköy rıhtımından geçiyorum; birden vapurlar hep bir ağızdan düdük çalmaya başladı. Herkes birbirine sormaya başladı, “neden çalıyorlar düdüklerini böyle uzun uzun?” diye. Meraklarını, acı bir haber verircesine giderirken, içimden “uzun uzun değil, acı acı” diye geçirdim.