8 Haziran 2020 Pazartesi






MERGUS’UN İLK FIRTINASI; BİZİM DE


Güven Birkan


Çocukların 6-8 yaşlarında öğretilmeye başlanan yelkencilik ve denizciliği 68 yaşında öğrenmeye kalkışınca bazı güç durumlar yaşanması kaçınılmaz oluyor. Ama doğa birçok şeyi kestirme yoldan insana öğretmeyi başarıyor.

Teknemiz Mergus’u teslim alalı ancak bir buçuk ay olmuştu. Temel bazı kurslara katılmıştık ama henüz tekneyi, yelken kullanmayı ve denizciliği kendi kendimize öğrenmeye çalıştığımız günlerdi. Çelen ile birlikte Pendik’ten açılıp, 3-4 saatlik seyirler yapıyorduk. Haziran’ın 20’si, yıl 2010; az bulutlu güzel bir Pazar günü dokuzuncu kez denize açıldık.

Çok hafif bir rüzgâr var ama yine de yelkenimizi açıp Büyükada’ya yöneldik. Bir saat ancak olmuştu ki, güneydoğuda, Yalova üzerinde oluşan kara bulutların yaklaşmaya başladığını fark edip yelkeni kapattık ve yönümüzü Pendik’e çevirip motora yol verdik; kara bulut da tam yol üzerimize doğru geliyor; çatışmayı önlemenin olanaksızlığını far kettim.

Limana bir mil kala kara bulut gökyüzünü kapladı. Bir anda esinti tamamen kesildi; deniz yüzeyi dümdüz oldu. Bu sükûnet bir dakika bile sürmemişti ki, sanki bir balina, sancak (sağ) bordamıza vurdu ve tekne bir anda iskeleye (sola) doğru yattı, neredeyse direğin ucu suya değecekti; bir an “acaba yelkeni kapamamış mıydım?” diye düşündüm. Aynı anda gökyüzünden bir tufan boşaldı. Deniz de gökyüzüne doğru yükseldi; tekneye vuran balinanın sırtındaydık sanki. Çelen, serpinti körüğünün koruduğu köşeye sığındı, bulabildiği bir yerlere tutundu, ben dümene sarıldım; teknenin üzerinde kalmaya çalışıyoruz. Tabii ki kendimizi tekneye bağlamaya yarayan emniyet kemerimiz de var, ama kabinde; kutularının içinde, yepyeni duruyorlar.

O anda limana doğru seyretmenin olanaksızlığını fark ettim; rüzgâr ve dalga tam sancak bordadan vuruyordu. Üstelik de dalga ve rüzgâr bizi limanı koruyan kaya dolguya doğru atıyordu. Son bir yıl okuduğum denizcilikle ilgili anılar ve hikâyeler kafamdan hızla geçti ve karar verdim; tekneyi rüzgârın geldiği Yalova’ya doğru yönlendirdim; dalgayı çapraz alacak bir açı yakaladım. Motora biraz daha yol verdim; kayalıklara daha fazla yaklaşmaktan böylece korunacağımızı düşünüyordum. Ayrıca, sanki fırtınanın geldiği yöne gidersem, onu delip öte yana geçebileceğim ve hışmından daha kısa sürede kurtulabileceğim gibi geldi.

Böyle durumlarda insan dalgaların kaç metre olduğunu, rüzgârın hızını, geçen zamanı falan kestirmeye kalkışmıyor. Sadece kendi sorumluluğumu taşısam böyle paniklemeyeceğim; Çelen’i de bu badirenin içine sürüklemiş olmamın gerginliği var üzerimde.

Lunaparkta gider gibi altımızdan geçen dalgalara inip binmeyi bir tür rutin haline dönüştürünce, ikimiz de biraz sakinledik; ya da öyle olduğunu sanıyorum. Birbirimizle konuşamıyoruz; sadece arada bir göz göze geliyoruz. Bir gözüm de, aşağıda kabindeki tezgâh üzerinde duran can yeleklerinde; ama dümeni bırakamıyorum; Çelen ise yerinden kıpırdasa dengesini kaybedip yuvarlanacak. Böylece, can yelekleri ile karşılıklı bakışmayı sürdürürken, “hiç değilse can simidimiz var” deyip simidin takılı durduğu sancak kıç omuzluğa gözümü çeviriyorum; ilk dalgalar simidi çoktan alıp götürmüş. O günden sonra, uzun bir süre, “neredeyse evde bile can yeleği takarak dolaşmayı adet haline getirdik” dersem fazla abartmış olmam (belki depremde de işe yarar).

Yapacak bir şey kalmadığını anlayınca, kaderimize razı olup iyice rahatladık; artık, kafamızı kaldırıp çevremize bakabiliyorduk. Bakmasına bakıyorduk ama görüş mesafesi ancak 20-30 metre kadardı; gökten inen tufan ile denizden fışkıran serpintilerin oluşturduğu bir su bulutu içindeydik. İlk bir kaç saniye içinde, denize düşmüşçesine iliklerime kadar ıslandım ve üşümeye başladım; suya batırılıp buzhaneye bırakılmışlık duygusuna kapıldım, Haziran ortasında. Aslında iki adım atsam rüzgârlığıma ulaşabileceğim ama dümeni bırakamıyorum; teknenin üzerindeyken bile insanın her şeyini, dağcılar gibi sırtında taşımasında yarar var sanırım.

Ama o anda elimin altında olması en gerekli şeyin telsiz olduğunu düşündüm; böyle bir durumda, kullanmaya kalkışsak, kabindeki telsize ulaşmamızın olanaksızlığını far kettim. hemen oracıkta, bu fırtınayı atlatır atlatmaz bir el telsizi edinmeye karar verdim. Ama bir yandan da, “elimizde telsiz olsa ne yapacaktık?” sorusuna yanıt bulamıyorum; daha doğrusu telsiz ile yardım istemeye kalksak kim ne yapabilirdi? Olsa olsa, bulunduğumuz yeri bildirmiş olmanın huzurunu duyardık; hani alabora olsak bizi nerede bulacaklarından emin olmak gibi bir duygu.

Pusulanın gittiğimiz yönü gösteriyor olması ilk anda yeterli gibi görünüyordu; kayalara doğru gitmediğimizden emindik ama Pendik limanın çevresinde demirde duran ve bir kısmı simsiyah hurda görünümlü gemilerin yerlerini kestirme olanağımız yoktu. tersane için sıra beklediklerini sandığımız bu karaltılardan birini karşımızda görebilirdik. Böyle bir kaç gemi siluetini sıyırarak geçtik. Sonunda bir tanesi kara bir duvar gibi hemen önümüzde belirdi ve o anda bir şey fark ettim: uygun bir konum yakalayabilirsem, demirde yatan o koca gemi beni dalgadan ve rüzgârdan biraz olsun koruyabiliyordu. Motorun hızını kesip biraz soluklandım, ama havada ve suda oluşan anaforlarla, Mergus’un gemiye yaklaşmakta olduğunu fark edip, bu molayı fazla uzatamadım. Bu arada gemiye doğru seslenmeyi denedim (kornamız falan da var ama tabii onlar da kabinde). Bu, umutsuzca yapılmış bir girişimdi, o havada top patlasa kimse duymazdı. Kaldı ki orada bazen aylarca yatan bu terkedilmiş görünümlü gemilerde birileri bulunsa bile, bu havada güvertede ne işleri olabilirdi? Diyelim ki duydular, bize ne hayırları dokunabilirdi?
 
Geminin “gölgesinden” çıkıp yeniden rüzgâr ve dalgaya kendimizi bıraktıktan sonra da “epeyce” bir süre geçti. Derken rüzgâr ve dalgada oldukça ani bir azalma oldu; rüzgâr 30-35 knota (60-650 km/saat) düşmüştü. Gökten ve denizden üzerimize püsküren suyun etkisinin hafiflemesiyle birlikte çevremizi biraz daha algılamaya başladık ve kara göründü!!! İskelemizde (solumuzda) beliren kıyı siluetinin nereye ait olduğunu kavramam biraz zaman aldı; çünkü ne gittiğimiz hızı biliyorduk, ne de geçen süreyi;  o anda sorulsa, Yalova’ya yaklaştığımızı söyleyebilirdim. Biraz sonra, hayal meyal büyük vinç gölgelerini fark edince, Pendik açıklarında, Tuz Burnu’na yakın bir konumda bulunduğumuzu anladım. Bütün bu süre zarfında ancak 2-3 mil gidebilmiştik.


Yönümüzü hemen limana çevirdim; artık rüzgâr arkamızdaydı. Böyle beş-on dakika seyretmiştik ki, rüzgâr tamamen durdu, biraz bekledi ve bu kez 15-20 knot hızla tam karşıdan esmeye başladı. Olağan koşullarda çekindiğimiz ve yelken küçülttüğümüz bu hız o anda bize meltem gibi geliyordu.

Tam marinaya gireceğimiz sırada, fırtınanın kesilmesini fırsat bilen Yalova feribotu, hemen bitişikteki iskelesinden aniden hareket etti ve burun buruna geldik. Bu karşılaşma bu kez bizde bir endişe yaratmadı; oysa daha önceki günlerde feribotla yaşadığımız bu “samimiyet” bizi hep ürkütürdü.

Marinaya girdiğimizde, bağlı teknelerin güvertelerinde serbest duran her şeyin suda yüzmekte olduğunu gördük. Marina görevlilerinin ve komşu teknelerdeki yelkenci dostların sıcak karşılaması içimizi ısıttıysa da, bir an önce sıcak bir duş yapıp sıcak bir şeyler içmeye ihtiyacımız vardı ama kendi çay suyumuzu ısıtacak kadar bile gücümüz kalmadığını fark ettik. Marinadaki tesislere yöneldik. Ancak onların durumu daha da umutsuzdu. Cereyan kesilmiş, camekânlar parçalanmış, tenteler dağılmış, masalar uçmuştu.

Her zamanki gibi kendi çayımızı yaptık ve fırtınadan çıkıp gelen öteki teknelerin hikâyelerini dinlemeye başladık. Bir anda bizimki de o hikâyelerden biri gibi gelmeye başladı bana; sanki son bir saati yaşayan biz değildik; o olay bizim dışımızda cereyan etmişti. Sıcak duş ve sıcak çay tüm gerilimi üzerimizden attı. Hele iskele komşumuz emekli bir uzak yol kaptanının, önceden kestirilemeyen bu denli ani fırtınayı insanın yaşam boyu sadece bir kere yaşayabileceğini söylemesiyle iyice huzura erdik. . Sıramızı savmıştık, bundan sonraki seyirlerimizde böyle kötü sürprizler yaşamayacaktık; başka türlerini de sırayla atlatırsak artık karada (pardon denizde) ölüm yok demekti. Kaptan yaptığı yorumlardan sonra "şimdi denizci oldunuz" diyerek de bizi onurlandırdı. 

Denizcilerden daha önce dinlediğim "batı kaçağı" hikayeleri aklıma geldi. İstanbul'da Bu tür bir havanın hep batıdan gelmesi beklenirmiş. Bu belki de güneyden gelen ilk "kaçaktı". Bu kaçakların bir özelliği de çok sınırlı bir alanı etkisi altına almasıymış. gerçekten de bizimi yaşadığımız hava Kadıköy'ü bile etkilememişti. Denizcilerin görüş birliğinde olduğu bir başka konu da Marmara'da yelken deneyimi yaşayanların, Akdeniz'in her yerinde çekinmeden seyir yapabilecekleri idi.

Geriye dönüp düşündüğümde, bütün o süre boyunca, tek korktuğum şeyin motor arızası olduğunu anımsıyorum; böyle bir durumda ne yapardık bilmem ve hala da bilmiyorum. Çelen ise  bana olan güveni nedeniyle başlangıçta hiç korku yaşamadığını ama gölgesine sığındığımız gemiye seslenip yardım istemeye kalkıştığımda umutsuzluğa kapıldığını söyledi.

İkinci bir korku da teknenin her an alabora olması ya da bir şekilde dağılmasıydı (!). Teknemizin A sınıfı niteliği, yani 40 knot (70-75 km/saat) rüzgara ve 4 metreyi aşan dalgalara dayanabileceği teknik belgelerinde yazıyor olmakla birlikte bunun geçerliliğini denemeden bilemezdik ve işte o fırsatı yakalamıştık:

Sonuç olarak bu fırtınanın en önemli yararı, teknemize güvenimizin artması idi; tabii kendimize olan güvene de biraz katkısı olduğunu söylemeliyim. Şimdi artık, her an böyle bir hava ile karşılaşabileceğimizi ve bununla baş edebileceğimizi biliyoruz, ama karşılaşmamak için de daha dikkatli davranıyoruz. Tabii önlemlerimiz konusunda da daha bilinçliyiz. Böyle bir deneyimi, işin başında yaşamış olmamız büyük bir şans.