8 Eylül 2014 Pazartesi

SESSİZLİKTEKİ SESLER

Güven Birkan, 08.09.2014



Durgun bir gece, güvertede uzanmış gök yüzünü izliyorum; milyonlarca yıldız, arada bir de kayanlar var; ama hiç ses yok. Oysa görünen her şeyin bir de sesi olması gerektiği gibi bir düşüncem var; üstelik de böylesine kalabalık olunca. Gözümü kapıyorum, kalabalık yok oluyor. Ses yok, görüntü de yok, kafamda yarattığım çelişki ortadan kalkıyor.

Uzaktan küçük bir balıkçı teknesinin sesi geliyor: pata pata pata. Hiç rahatsız etmiyor; hoşuma bile gidiyor. Oysa, aynı motorun sesi bir kara aracından gelse, her halde müthiş sinirime dokunurdu.

Bir tıkırtı duyuyorum, sanki içeriden geliyor, inip dinliyorum; gerçekten de belli aralıklarla yinelenen tık tık tık diye bir ses; bir an için dehşete kapılıyorum, “yoksa fare mi?”. Bir fındık faresi her yere girer ve hiç bulamazsınız; o kocaman lağım farelerinden biri ise, hiç bulmasanız daha iyi; teknede insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri. Neden mi? Yakalayamazsanız huzursuz olursunuz, öldürmeye vicdanınız el vermiyorsa, yakalamanız bir işe yaramaz, özel bir kafese koyup sahile bırakmak gibi bir işlem için de uygun donanımınızın olması gerek.

Bir kaç yıl önceki bir anımı anımsıyorum: Arkadaşlarımızın bir kaç ay önce satın alıp, yeni yeni denizciliği  öğrenmeye başladıkları tekne ile Marmaris koylarından birinde demirdeyiz. Gece yarısı, benzer bir tık tık tık sesi ile arkadaşımızın eşi uyandı ve fare olmadığını kanıtlayıncaya kadar, teknenin kabinlerinde sökmediğimiz yer kalmadı; iş bittiğinde neredeyse sabah oluyordu.

Aslında tekne, kendi başına da ses yapabilen bir mahluk, en hafif bir harekette bir yerlerinden bir ses çıkıyor. Böyle küçük ve hafif teknelerde, denizin hareket etmesi de gerekmiyor, teknedekilerin hareketi yetiyor. Bu sesin ne olabileceği konusunda, bir süre önce izlediğim bir olay, konuya bir açıklama getiriyor  ve rahatlıyorum: limanda bağlı bir teknenin bordasının denizle birleştiği su kesimi çizgisi boyunca çepeçevre yerleşmiş olan deniz canlılarını, balıklar gelip yiyorlar; yerken de kafalarını belli bir ritm ile küt küt bordaya vuruyorlar; o ses içeriden tık tık diye duyuluyor olmalı.

Hafif  bir esinti çıkıyor; deniz de hemen karşılık veriyor, şıpır şıpır. Gece ilerlemiş durumda, ama yamaçlardaki keçiler sahura kalkmış olmalı, şıngır şıngır çıngırak seslerine arada bir melemeleri de karışıyor. Rüzgar artıyor, su da yanıt veriyor, artık kıyıdaki kayalarla oynaşan deniz, taşlardan sekerek akan ince bir dere sanki.

Rüzgar kuvvetlendi, keçiler kayboldu; şimdi artık direğe vuran halat sesleri tekneden tekneye atışıyor. Gözümü açarak dinliyorum, gözüm açık olursa sanki daha iyi duyacağım;  “acaba bizim halatlardan birini kasmak mı gerekiyor?” Hayır ses yakındaki tekneden geliyor.

Artık direkteki bayrak da pır pırıyla koroya katılıyor. Derken, gökyüzündeki ışıklı kalabalık bir anda örtülüyor; önce tek tük ama kocaman bir kaç damla, sonra da bardaktan boşalırcasına bir yağmur. Kabine giriyorum. Şimdi artık su damlalarının güvertede çaldığı trampetlerin sesi öteki seslerin hepsini örtmüş durumda. Müzik kâh hızlanıyor, kâh yavaşlıyor; sonra bir tekdüzelik kazanıyor; ninni gibi; uyumuşum.

Uzaktan gelen kuş cıvıltıları ile uyanıyorum; ne yağmur, ne yıldız, ne rüzgar; güneş doğmakta. Güverteye çıkıyorum; deniz ayna, gök yüzünden inen bir çift martı, aynayı çiziyor. Çevredeki yelkenlilerin birinden önce vızıltı gibi bir motor sesi, biraz sonra da ırgatın zinciri toplama şıkırtısı duyuluyor. Sessizce süzülüp koydan ayrılıyor; el sallıyorum, “güle güle”; yolu uzun olmalı.

Kabinden Çelen’in neşeli sesi çınlıyor: “Günaydın”; akşamdan beri duyduğum ilk insan sesi, ama doğaya hiç de yabancı değil.

Ve denizde mutlu bir gün başlıyor.

KAÇAMAYAN KAÇAKLAR


Güven Birkan,
08.09.2014

Üç gündür süren fırtına kesilir gibi oldu; Ağustos ayında, adını bilemediğimiz “programlı” fırtınalardan biri. “Yarın artık denize çıkabiliriz” diye düşündük. Ama aynı anda aklımıza “kaçaklar” geldi; batılıların çomakları ile yaşanmaz duruma gelen ülkelerinden, batıya kaçmaya çalışanlar, insanca yaşam arayışı içinde. Bu hava Yunan adalarına kaçak taşımak için de çok uygun, ama onlar herhalde sabahı beklemeyecekler, gecenin karanlığından yararlanmaları gerek.

Biraz ötemizde bağlı Sahil Güvenlik teknelerinde Gece yarısına doğru, bir hareket başlıyor. Belli ki denetime çıkacaklar. Teknelerin birinin motoru çalışıyor. Rüzgar hafiflemiş olsa da egzoz kokusunu tam üzerimize üflemeye yetiyor. “Bir an önce gitse de daha fazla zehirlenmesek” diye söyleniyoruz. O arada uyuya kalmışız.

İnsan sesleri ile uyanıyorum. Gün ağarmış. Dışarı çıkıp bakıyorum; tahminimiz doğru çıkmış; sahil güvenlik botu yanaşmış, sivil giyimli insanlar birer birer güvertede beliriyor. İlk görünen kaçak, yaşını belki henüz doldurmuş bir bebek; iri yapılı Afrikalı bir annenin kucağında; nedense önce bebeği fark ediyorum, o kocaman siyah anneyi değil. Güvertede dengede durmakta zorlanıyor bebeği, turuncu tişörtlü sahil güvenlikçiye uzatıyor; güvenlikçi, bebeği bağrına basıp, yandaki tekneye zıplıyor, sonra rıhtıma çıkıyor; bekliyor, anne de karaya ayak basınca bebeği teslim ediyor.

30-35 kişi çıkıyor o küçücük teknenin içinden. Çoğunun üzerinde can yelekleri var. Sahil güvenlikçiler onlara hem yardım ediyor, hem de denetim altında tutmaya çalışıyor. Hepsi tekneden inince sayım için, düzgün bir biçimde yere oturtuluyorlar. Çeşitli renkte insanlar var, büyük olasılıkla farklı kıtaların insanları, Avrupa hariç. Hangi dilden iletişim kurulduğunu anlayamıyorum, büyük olasılıkla bir kaç dil konuşuluyor. Sahil güvenlikçilerle birlikte dolaşmasından anladığım kadarıyla, kaçak kadınlardan biri konuşulanları çeviriyor; neceden neceye?

Bir cankurtaranın sahilde hazır tutulduğunu fark ediyorum; anne ile bebeği alıp gidiyor. Ötekiler sayım sonrası yükselen güneşten korunmak üzere hazırlanmış bir tentenin altındaki banklara oturup beklemeye başlıyorlar kendi aralarında fısıltıyla konuşarak. Günün ilerleyen saatlerinde bir otobüs gelip hepsini alıp götürüyor. Sahil Güvenlik personelinin rutin bir gece nöbeti, öğlene doğru sona eriyor.

Bu seferki gruptakilerin giyimlerinin çok düzgün olduğunu, eşyalarını sırt çantalarında taşıdıklarını fark ediyorum; sanki bir turizm acentesi kanalıyla bir araya gelmiş bir gezgin grubu görünümündeler. Bu seferki diyorum, çünkü her bir kaç ayda bir benzer bir olay yaşanıyor. Bazılarını tekneleriyle birlikte getiriyorlar, tekneler de burada rıhtımda birikip duruyor. Bu kaçaklar ülkelerine geri mi gönderiliyor? Sığınma hakkı veriliyor mu? Geri gönderildiklerinde ülkelerinde neler yaşayacaklar? Güçlükle toparladıkları paraları da kaçak tüccarlarına kaptırdıktan sonra onları nasıl bir gelecek bekliyor? Hiç bir fikrim yok. Tanrı sonlarını hayır eylesin.