28 Eylül 2011 Çarşamba

MERGUS'UN PENDİK-PAŞALİMANI SEFERİ

İLK SAHİCİ UZUN YOL


Tekne alma kararındaki en önemli etken, uzak bir yerlere gidip daha önce hiç görmediğimiz, ya da karadan ulaştığımız yerlere denizden varmak idi. Denizde bir yere yaklaşmanın farklı bir tadı olduğunu farketmiştim: yavaş yavaş zum yapan bir objektifin içindeymişim gibi bir duygu yaratıyordu bende; önce ana hatlarını algılamak, giderek daha fazla ayrıntıyı kavramak hoş bir şey doğrusu.

Daha önce en uzun yolculuğumuz iki gece kalıp döndüğümüz Trilye’ye olmuştu. Ancak hava ve deniz koşulları öylesine “uygundu” ki, yelken bile açamamıştık. Motorla gezecek olduktan sonra ne diye yelkenli tekne diye tutturmuştum ki?

Sahici bir uzun yol, yetmişine adım atarken bu işe kalkışan birileri için, Marmara Denizi’ni hiç değilse enlemesine kateden bir seyir olmalıydı. İnsan yetmişinde olur, ama bu işte pişmiştir, ne zaman nasıl davranacağını bilir, sorunları ve çözümlerini yüzlerce kez yaşamıştır. Biz onlardan değiliz. Ya da bizim gibi yeni heveslenen bir çift olur, ama gençtirler, güç ve kuvvetleri yerindedir; sorunlarla boğuşacak enerjileri vardır. Bu iki durum da olmayınca, uzun yolu, ya deneyimli bir denizciyi, ya da deneyimsiz de olsa gücü ve enerjisiyle katkı yapacak yeni hevesli bir genci yanımıza alarak yapmak gerektiğinden emindim. Ama tekne bir yaşını geçti, böyle bir katılımcı denk düşmedi. Sonunda kışa girmeden bu yolculuğu karı-koca yapmaya karar verdik.

Hedef olarak Paşalimanı’nı seçtik, en az bir gün kalıp dönmek üzere. Gidiş ve gelişler için de ikişer gün ayıracaktık; gece yolculuğu yapmamak için. Günlerce uygun hava kolladık; hiç değilse gidişte ve gelişte sorun yaşamayalım diye. Sonunda 14 Eylül Çarşamba sabahı yola çıkmak uygun göründü. O gece Güzelce Marina’da kalıp, ertesi gün Paşalimanı’na ulaşacaktık. Sonraki iki gün (Cumartesi, Pazar) için hava tahmin raporları, kuvvetli rüzgar ve yüksek dalga gösteriyordu. Pazartesi için hava yeniden “bize uygun” bir nitelik kazanacak gibi görünüyordu. Gidiş yolunda ilk gün 35 deniz mili, ikinci gün 52 deniz mili olmak üzere toplam 87 mil yol katedecektik. Güzelce’nin yanısıra, duruma göre gecelenebilecek seçeneklerin hepsinin koordinatlarını not edip haritada işaretledim. Marmara Adası’nın doğusundan ve batısından geçen iki alternatif rota belirledim.

Yola çıkmadan birkaç gün önce, Gezgin Korsan sitesindeki dostlara niyetimi belirtmiş, önerilerini sormuştum. Gelen yanıtlardan, böyle bir yolculuk için, kuzeyli havalar için daha çok kuzey rotasının önerildiği fikrini edindim; arada bir durak yapacaksam Güzelce Marina’da bağlanarak ya da Silivri’de alargada kalabileceğimi anladım. Ereğli limanı daha sorunlu göründü. Paşalimanı yerine, Marmara Adası’nı önerenler de oldu, ya da ek olarak Avşa’yı ziyaret etmemi tavsiye edenler. Deneyimsizliğim, bu kadar çok şeyi kafamda hal hamur edip, çok duraklı bir rota çizmemi olanaklı kılmıyordu. “Neden Paşalimanı?” sorusunun çok da açık bir yanıtı yoktu. Ama fazla bina ve şehirleşmiş insan görmeyeceğimiz bir kaç gün bizi dinlendirir diye düşünüyor olmalıydık. Bir de görevimiz vardı:

Yakın arkadaşımız Tarık, orada yeleşmelerin dışında bir konut inşa etmişti; ama bu ahşap konutun bir özelliği vardı: tüm parçaları özenle tasarlanıp İstanbul’da bir ahşap atölyesinde imal edilip, Paşalimanı’nda biraraya getirilmişti. Mimar olan bu arkadaşımız, bu yapıyı gerçekleştirmeyi yaşamının önemli bir hedefi haline getirmiş, ancak inşaat bittikten sonra rahatsızlandığı için o evde hiç yaşayamamış; sadece bir kez görmeye gitmişti. Tarık’ı birkaç yıl önce kaybettik; eşi Nadide, Paşalimanı’na gitme niyetimizden bahsttiğimizde evin bir fotoğrafını çekmemizi rica etti.


SON HAZIRLIKLAR

Salı gecesi Pendik Marina’da Mergus’ta kalıp ertesi gün erkenden yola çıkmak üzere hazırlandık. Yanımıza en az beş gün yetecek yiyecek, içecek, meyve, sebze, kuru yemiş vb aldık ve akşam üzeri marinaya vardık. Tekneye yerleştik, getirdiklerimizi yerleştirdik, eksik var mı diye her şeyi bir kez daha gözden geçirdik, çok hafif bir şeyler atıştırdık ve havuzlukta oturup gün batışının sükunetini dinlemeye koyulduk. O sırada pantona yanaşan Tarella’dan inen Gezgin Korsan İlhan, elindeki yüklere aldırış etmeden durup bize Marmara’daki durum hakkında bilgi verdi ve teknede bir eksiğimiz varsa kendisininkiler arasından tamamlayabileceğimizi söyledi. Daha önce de yardımlarını esirgemeyen İlhan’ın bu önerisinde ne denli içten olduğunun farkındaydık; sağ olsun. Bilebildiğimiz  kadar önemli bir eksiğimiz yoktu;. yedek mazot hariç!.

İkindi vakti tekneye geldiğimizde ilk iş yakıt istasyonuna gittik. Kimse yok. Oradaki güvenlik görevlisinden, o gün pompa görevlilerinin hiç gelmediğini öğrendik; “orada telefon numaraları yazılı, kendilerine telefon edin” diyerek “yardımcı” oldu. Aynı anda gelen başka bir mazot alıcısı, üşenmeyip telefon etti. On dakika kadar süren ve marinaya gelmeleri konusunda pompacıları ikna etmeye çalışan telefon görüşmesini izleyerek biraz daha oyalandık; sonuç olarak bize dönüp “gelip gelmeyeceklerini bildireceklermiş” dedi, böylece aydınlanmış olduk. Ancak bidonumuza mazot dolduramadık.

Bir eksiğim daha vardı: daha önce satın aldığım ve bir türlü şarj tutmayan projektöre güvenmediğim için, marinadaki son alışveriş olarak, çakmak prizine bağlanarak çalışan bir seyyar projektör almaya karar verdim. Deniz koşullarına uygun, tamamı lastik, üzerinde düğme falan olmayan güçlü bir projektör bulduk. “Denemeden almayalım” deyince satış görevlisi 12 voltluk aküye taktı, çıt yok. Çelen’in “bunun bir açma kapama düğmesi olması gerek” demesine kulak asmayıp, akünün sorunlu olduğuna karar verdi, başka bir aküyü daha devreye sokup çatırdılar da yaşadıktan sonra projektörün içini amaya çalıştı. Bu arada raftan bir başkasını alıp kurcalayarak, lastik dış kabın bir noktasının üzerindeki belli belirsiz çizgilerden oraya basınca çalışabileceğini farkettik; ve ışık yandı!!!.

Uykumuzun gelmesini beklerken, pantonun üzerinde birbirinin ardında gidip gelen kedileri, karşımızdaki tekneye bağlanmış İspanyol Cocker yavrusu köpeğin ağlaşmaktan  bıkıp yelken direğinin  dibine çişini yapışını, ayın doğuşunu, Sabiha Gökçen’e inmek üzere tam tepemizde alçaktan uçan uçakları izliyoruz. Bu arada tam karşımıza kıçtan kara yapmış tekneden, bir bütün mevsimlik tatil dönüşünün bavulları boşalıyor; bir yazlık ev eşyası taşınıyor sanki. Biraz ötedeki başka bir tekneden inen ailenin 7-8 yaşlarındaki oğlu gelip bir süre eşya boşaltan tekneyi izledikten sonra “aaa bu bizim teknenin aynısı, Bavaria 32 değil mi?” diye bağırıyor; bavul indirmekten yorgun düşen tekne sahibinden, “aman dikkat et tekneler karışmasın” yanıtını alıyor. Uykumuz iyice geldiğinde, uçak gürültülerini ninni yapıp uykuya dalıyoruz. Oysa marinada genellikle, direğe vuran halatların çıkardığı daha hoş bir müzik ile uyunur.


YOLCULUK GÜNÜ

14 Eylül Çarşamba; sabah ezanı ile uyandık, hava aydınlanıncaya kadar hazırlandık; yaprak ve deniz kıpırdamıyordu; her zamankinin tersine, palamar yardımı istemeden marinadan ayrıldık; saat 06.45. Adaların kuzeyinden geçerek Burgaz ile Kınalıada arasına dönecek olan rotamızın ilk aşamasına (287º) yöneldik. Başlangıçta 3-4 knot şiddetindeki rüzgar, Heybeliada’yı bordaladığımızda 9 knota ulaştı ve yelken açtık. Büyükada fenerinin kuzeyine ulaşınca, Mimarsinan’ın güneyindeki Baba Burnu’nu hedef aldık (280º). Yelken keyfi iki saat sürdü; cenovayı kapattık, ana yelken ve motor ile yola devam ettik.



İstanbul Boğazı çıkışından başlayarak seyir halinde ve demirdeki çok sayıdaki geminin arasından sıyrılıp Baba Burnu’na ulaştıktan sonra, Güzelce’ye yöneldik (331º). Yeşilköy’ü bordalarken tepemizden birkaç dakikada bir uçak geçmeye başladı. Denizi algılamaktan çok, kıyıdaki liman tesislerini, çevremizdeki gemileri, tepemizdeki uçakları gözleyerek, bir tür “kentsel yolculuk” yapıp Baba Burnu’na ulaştık. Bu kez de “tatil siteleri” adı verilen yapı yığınları ve daha gerilerde yükselen tatil dışı iç karartan bloklar bizi izlemeye başladı. Kuzeyimizde bu ilginç kargaşalık varken, dönüp güneye, deniz tarafına bakamıyor insan. Acı çekmekten zevk almasak bu ülkede nasıl yaşayabilirdik?


Güzelce marina girişi
GÜZELCE Mİ, ÇÖPLÜCE Mİ?

Saat 13.00 de Güzelce yat limanının girişini algılamaya başladık. Daha önceden telefon ile liman yönetiminden bilgi alıp, bir geceliğine bağlanabileceğimi öğrenmiştim. Usturmaçalarımı kıçtankara bağlanacağım düşüncesiyle hazırladım. Kanal 72’den telsizle çağrı yapıp palamar yardımı istedim; talebi onayladılar. Tam limana girecekken yeniden bağlantı kurup, iskele tarafından aborda olacağıma göre usturmaça düzenlememi söylediler. Dümeni Çelen’e bırakıp yeni usturmaça düzeni için koşturmaya başladım. Bir yandan da, dar liman girişinde iki yandaki kaya dolguları izlemeye çalışıyordum. Neyse, hemen girişe bot ile gelip yol gösterdiler ve bizi ana mendireğin yüksek beton rıhtımına yönlendirdiler. Bir motoryat ile guletimsi bir teknenin arasına yanaşıp, gulet kaptanı ve liman görevlisinin yardımıyla bağlandık; saat 13.30 olmuştu. Neden aborda olduğumuzu sorduğumda, kıçtankara yanaşma yerlerinin sınırlı olduğunu ve bunların da marinada sürekli bağlı teknelere ayrıldığını söyledi, görevli kişi. Bir başka liman görevlisi gelip, tekne ile ilgili gerekli bilgileri not ettiği bir kağıdı elimize verdi ve liman ofisinde giriş işlemi yapacağımızda göstermemizi söyledi. Elektrik alacaksak hemen o anda söylememiz gerektiğini, suyun ise bedava olduğunu ekledi ve gitti. Limanın öbür ucundaki ofiste kayıt olup 55 TL geceleme ücretini ödedim.

Biraz kendimize geldiğimizde, çevreye şöyle bir göz attık. Tam karşımızdaki iskelede Gezgin Korsan bayraklı bir tekne bağlı: Araf; ama içinde kimse yok, uzun süredir burada bağlı gibi bir havası var. Liman girişinde yükselen kıyıda bir kaç apartman, onların batısında okul olduğu anlaşılan iki büyük bina, daha batıda ağaçlar arasında tek evler ve devamında büyük bir ağaçlık. Liman görevlilerine orasının mezarlık olup olmadığını sorduğumuzda, askeri arazi olduğunu öğrendik; büyük kentlerde ve kıyılarda hala yeşil kalabilmiş yerlerin hep ya mezarlık ya da askeri alanlar olması ne kadar acı verici.

Bu arada, bu yörenin eski (ama hala deniz haritalarında yazan adının) neden Çöplüce olduğunu öğrenemiyoruz.
Limanda 15-20 yelkenli, 30-35 motor-yat bağlı. Liman 250 yat kapasiteli imiş. Geniş bir çekek alanı var. Ancak beton iskelelerin betonları çakıl çakıl dökülüyor; adam gibi beton dökmeyi ne zaman öğreneceğiz? Yaklaşık 8 metre ara ile servis üniteleri konmuş, ama koca tekneler aborda olunca her teknenin yanına bir kaç ünite isabet ediyor. İskele araları karşılıklı kıçtankara bağlanma mesafesine sahip değil. Limanın nasıl bir tekne konfigürasyonuna göre tasarlandığını anlama olanağı yok. Ama bunu önceden bilmek olası mı acaba?

Liman girişine doğru bir yelkenli teknenin yanaştığını görüp, bize komşu geliyor diye seviniyoruz, ama birden girişteki kayaların arkasında kayboluyor ve sadece direği görünür hale geliyor ve öylece kalıyor. Bir süre sonra bir tekne daha aynı şeyi yapıyor. Diyorum ki, “marinaya boşuna para vermemek için liman girişinin dışındaki korunaklı konumda demirliyor, buraları bilen akıllı denizciler.” Sadece geç vakit bir motor-yat geliyor, başkaca da bir hareket olmuyor marinanın içinde.

Bir ara, komşu guletin kaptanı ile ayaküstü konuşuyoruz: teknenin ne amaçla kullanıldığını soruyorum; “zamparalık” diyor. Gerçekten gece olunca kırmızı ışıkla aydınlatılan havuzluğun dekorasyonu da bunu doğruluyor. Otobüs büyüklüğünde özel arazi arabalarıyla gelip giden insanlar dikkati çekiyor ama çevreye rahatsızlık verecek hiç bir davranışları yok. Belki kaptan benimle dalga geçti. Kaptan Çarşambaları Güzelce’nin pazarı olduğunu ve 10 dakika yürüyüş uzaklığında kurulduğunu söylüyorsa da öğlen güneşinin beton zeminde yarattığı mikroklima, böyle bir yürüyüşe izin vermiyor. Ayrıca da buz dolabımızda daha fazla taze meyva sebzeye yerimiz yok. Kaptan, uzun yıllar ticari gemilerde çalıştığını, son yıllarda “reislik”  yapmanın zorlaştığını, genç tayfaları Marmara’dan çıktıktan sonra çalıştırmanın olanaksız olduğunu söyledikten sonra düşük ücret ve fazla mesailerin ödenmeyişi nedeniyle tayfalara hak veriyor; kaptanla tayfa arasında kalmaktan usandığı için de artık ticari gemilerde çalışmaktan vaz geçtiğini ekliyor. İş yaşamında, ara kademedeki yöneticilerin genel sorunu.

Hava ancak akşam üzeri serinliyor ve yürüyüş yapmayı göze alıyoruz. Tekneyi terkedeceğimiz anda, hızlanan rüzgarın bizi rıhtıma daha fazla yapıştırdığını ve en çok ezilen usturmaçanın artık görevini yapamaz hale geldiğini farkediyorum. Baş ve kıçta birer tane bırakıp geri kalanların hepsini o noktaya yığıyorum ve çapraz halatlarla tekne hareketini biraz daha önlüyorum. Bir yandan da, usturmaçalarla beton rıhtım arasına yerleştirebileceğim bir ahşap pasarella edinmediğim için kendi kendime söyleniyorum.

Kapıdaki güvenlik görevlisine, marinanın genel bir görünümünü yakalamak için ne tarafa gidebileceğimizi soruyoruz. Bizi kıyıdan yukarıya doğru tırmanan yoldan uzak tutmaya çalışarak, limana yukarıdan bakan düzlükte köpekler olduğunu, limanı gören okul bahçesine giremiyeceğimizi söylüyor; batıya doğru kıyı boyunca yürüyüp gün batışını izlememizi telkin ediyor sanırım. Kulak asmayıp asfalt yoldan, terkedilmiş, bakımsız spor tesislerinin olduğu düzlüğe tırmanıyoruz; köpekleri görünce yön değiştirip, okulların baktığı yola yönelip camiyi geçiyoruz. Evlerin arasından limanın bir fotoğrafını almaya çalışıyoruz.


Liman girişini tanımlayan burun yükseltisini geçince binaların arasından, önümüzde bir balıkçı barınağı olduğunu farkediyoruz. “Bunu, limana yaklaşırken ve girerken nasıl farketmedik? Hadi o sırada giriş manevrasın yoğunlaşmıştık, ama daha önce Google Earth haritasında neden dikkat etmedim?” diye söyleniyorum. Hani oraya bağlanacağımızdan değil, ama gerektiğinde kullanılacak bir bilgi olabilirdi.

Marina bitişiğindeki barınak
Ara sokaklardan barınağa iniyoruz; marinaya girmeyip de alargada demirde kaldığını sandığımız teknelerin de orada bağlı olduğunu görüyoruz. Söylendiğine göre birileri barınağın işletmesini almış. Betonlanan rıhtım, inşa halindeki çevre duvarı ve çiti, geçici WC ve ofis barakaları da bu durumu doğruluyor. Bu arada mezarlığın bu barınağın arkasında olduğunu da farkediyoruz. Mendireği oluşturan kayaların bulunduğu tarafta tekneler ahşap platforma baştankara yapmışlar.

Barınağın arkasındaki parktaki kahvede bir çay içtikten sonra akşam karanlığında tekneye döndük;Güzelce pazarından arta kalan kamyondan üç Çanakkale kavununu da yüklenerek. Gece bastırınca, en ufak ses kocaman oluyor. Limana en son giren motor-yattakiler arada bir “çıs-tak” sesinden ibaret müziklerini sonuna kadar açıp, kendimizi Moda’daki apartman dairesinde hissetmemizi sağlıyorlar; tek fark, ses araba yerine tekneden geliyor. Derken marinanın arkasındaki caminin apartmanlar arasında sıkışmış minaresinin oparlörlerinden okunan yatsı ezanı, her binaya bir kere çarpıp yankılanarak limana doluyor; sanki bir değil beş cami var çevrede. Sonra önümüz ve ardımızdaki teknelerden hafif konuşma sesleri. Hepsi bitince, açık denizdeymişiz gibi esen poyrazın direkten, bumbadan ve halatlardan çıkardığı seslerden oluşan gerçek liman müziği başlıyor. Gece ikide birde havuzluğa çıkıp tekne ile betonun ilişkisini denetliyorum; rüzgar hiç dinmiyor. Ortada marina kedileri dışında canlı yok. Guletin kaptanı rıhtımdaki çöp bidonunun kapağını kapattığı için, kedilerin fare dışında bir oyalantıları yok. Fareler dalgakıranın deniz tarafındaki kayaların arasında yaşıyorlarmış.

15 Eylül Perşembe; yine sabah ezanı ile kalkıp, rüzgarın bizi yapıştırmakta olduğu rıhtımdan ayrılma hazırlığını yapıyorum. Bu benim için bir ilk. Niyetim önce baş tarafı rıhtıma dayayıp iskele alabanda ile teknenin kıçını açmak, sonra tornistan ile kıyıdan ayrılmak. Usturmaçaları baş tarafa kaydırıp, en başa bir balon usturmaça yerleştirdikten sonra kıç palamarları gevşetip, baş palamarın boşunu alarak, tekneyi bu duruma hazırlıyorum. Telsiz ile çağırdığım liman görevlisi botla geliyor. Çapraz hariç tüm halatları çözüyorum, görevliye, teknenin kıçını açtıktan sonra çaprazı çözüp tekneye atmasını söylüyorum. Teorik olarak her şey tamam. İleri yol veriyorum, ama görevli, hiç beklemeden o anda çaprazı çözünce tekne öndeki gulete doğru gitmeye başlıyor. Hemen tornistan yapıyorum, ama rıhtımdan açtığım kıç, dönen pervanenin etkisiyle yeniden rıhtıma yöneliyor, orada bıraktığım tek usturmaça işe yarıyor. Bu kez sancak alabanda yapıp ileri yol vererek öndeki guleti sıyırtıp rıhtımdan uzaklaşıyoruz.

Saat 06.00. Hava henüz aydınlanmadığı için limanın çıkışındaki kayalar tam seçilmiyor. Çıkıştaki fenerlerden biri de yanmadığı için kapıyı ortalamakta zorlanıyorum. İşte o zaman yeni projektörüm devreye giriyor, Çelen  kayalara ışık tutarak yolumuzu aydınlatıyor. O sırada liman görevlisi de botla arkamızdan yetişip bize yardımcı oluyor. Yeni rotamız 235º; gemi yolunu çapraz kesip doğru Paşalimanı boğazının girişine ulaşacağız. Hava bulutlu. Denizde hafif bir çırpıntı var. Ama, limanda bütün gece 15 knot esen rüzgardan eser kalmadı. Yelken açıyoruz ama göstermelik, rüzgar batıdan 2-3 knot, daha sonra kuzeyden 5 knot. Sadece yelkenle gitmekte ısrar eden gerçek bir denizciyi hızla gerimizde bırakıp motor-yelken yola devam ediyoruz. Başlangıçta dalgasız olan deniz, açıklarda bir metreye yaklaşan dalgalarla bizi sallamaya başlıyor. Dümen tutmak da zorlaşıyor. Öğlene doğru bulutlar dağılıyor. Saat 13.30’da rüzgar lodos, deniz sütliman.



Marmaranın ortasında bu ince uzun sineklerin ne işi var? Bir de iyice minik sinekler ve minyon arılar. Gemi yolunda  ne kadar az gemi var; yine de aşağı, Çanakkale’ye gidenlerin yolunu, yaya geçidinden geçer gibi hızla diklemesine kesip ortadaki trafik ayırım bölgesine giriyoruz. Ama İstanbul istikametinde hiç bir hareket görmeyince normal rotamızda çapraz devam ediyoruz. Her iki yönde toplam 10-12 gemi görüyoruz yol boyunca.


Paşalimanı'na kuzey girişi önümüzde
 
PAŞALİMANI’NDA DEMİRLEMEK

Paşalimanı ile Koyun adası arasındaki boğaza, kuzey geçidinden ve haritalarda gösterilen doğrultuda girmeye çalışıyoruz: küçük Hasır Adası ile ardındaki tepeyi birleştiren çizgiyi izleyerek; sığlıklardan ve döküntülerden korunmak üzere. Ancak iskelemizden vuran şiddetli poyraz, bizi sürekli Koyun Adası’na doğru itiyor. Dümende de bir gariplik hissediyorum; belli doğrultularda zorlanıyor. Acaba otopilot arızası mı? Yoksa bir şey mi sarıldı dümen palasına? Şu anda yapacak bir şey yok; sabah ola hayrola.


Neyse, kazasız belasız demirleyeceğimiz koya saat 16.00’da giriyoruz. Köyün önünde bir tur atıp, demirleyeceğimiz güvenli bir yer seçmeye çalışıyoruz. Caminin kuzeyindeki evlerin önüne 10 metre derine demir atmayı güvenli buluyoruz. Bu “güvenli” kavramı çok göreceli.. Rüzgar lodosa dönerse, tekne kıyıya doğru döneceği için, poyraz altında böyle açıkta kalmak bir anlam taşıyabilir. Ama lodosu ihmal eden bir anlayış için, 10 metreye demir atmak fazla tedbirli bir davranış olarak görülecektir. Hele poyraz ilerleyen saatlerde 30 knota kadar şiddetlenirse, bu tutumun ne denli güvenli olduğu artık tartışılabilir. Hava kararıp Paşalimanının tepelerinden inen poyraza bir de kuzey geçidinden sızan dalga ve akıntı eklenince “Osmanlı donanması nasıl olup da burada kendini güvende hissediyormuş?” diye düşünmeye başladık. Koya ulaştığımız sırada iskelenin güneyindeki kıyıda demirde yatan tek tenenin, akşam kararırken koyu terketmesiyle denizde bizden başka kimsenin kalmamış oluşu da bir ürküntü yaratmadı dersem yalan olacak.

Daha önce sadece bir kaç kez demir atma denemesi yaşamış ve kolay görünen bu işin bile zorlukları olduğunu görmüştük. Fare giremediği deliğe kuyruğuna kabak bağlayarak girermiş. Biz de bu kez demirimize bir demir şamandırası bağlamaya karar verdik; hem demirin nerede olduğunu görebilelim, hem de takılırsa, dipten kurtulmasında bir alternatif yaratsın diye. Ne tür bir zorluğu olabilirdi ki? 10 metreye demir atacağımıza göre, demire bağlı halatı 12-13 metreye ayarladım. Çelen tekneyi rüzgara çevirip, demir atacağımız noktaya kadar ilerletti, önce şamandırayı denize attım ama demiri atmaya başladığım sırada, şamandıranın halatı düğüm oldu. Rüzgar bizi geriye doğru atmaya başladığı için, ben çaparizi giderinceye kadar, demir atmaya niyetlendiğimiz yerden on onbeş metre uzaklaştık. O rüzgarda manevrayı yenilemek yerine işleme devam ettik. Sahilden bu kadar uzak kalmamızda bu beceriksizliğin de rolü olmuş oldu böylelikle.

Bizi sürekli olarak telefon ile izleyen kara desteğimiz  E. Birerdinç, o noktalarda bir zamanlar 36 knot rüzgarda demirli kaldıklarını anımsatıp, endişeye yer olmadığını ekliyor. Yakınımızdan geçen balıkçılara da danıştığımızda, bulunduğumuz noktada demirde kalabileceğimizi söylediler. Biz de kaldık. Ama öyle ortalık bir konumdayız  ki, demir fenerimizi yaktığımız halde, “gece bizi görmeyen bir tekne üzerimizden geçer mi” diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz. Sabaha kadar rüzgarın sesini dinleyerek havuzlukta uyur uyanık uzandım.

Dalga ve rüzgara kafamız takılı da olsa, Paşalimanı koyunun gün batımı saatindeki güzelliğinin tadını çıkarmayı da sürdürdük. Bir yanımızda, Avşa’nın üzerinde kırmızı bir top olarak batan güneş ve kızaran gök yüzü, öte yanımızda çepeçevre aydınlatılmış koy. Ama bu iki manzarayı görmek için kafamızı çevirmemiz gerekmiyordu; rüzgar tekneyi sürekli döndürdüğü için oturduğumuz yerde bir Avşa’yı, bir Paşalimanı köyünü görüyorduk.

Neyse, hava kararırken iki direkli bir yelkenli koya geldi, her akşam aynı yere demirliyormuşçasına hiç duraksamadan, kıyıya 100 metre kadar yaklaştı, 150 metre kadar sancağımıza, yaklaşık 5 metrelik suya demir attı. Artık kendimizi yalnız hissetmiyorduk.


Açık denizi, kuzey girişindeki küçük bir aralıktan Marmara Adası kıyıları olarak, ya da batı girişindeki aralıktan Karabiga kıyıları olarak görebiliyorduk; sanki bir gölün ortasındaydık. Ama bu rüzgar ve dalga, göl fikrini kafamızdan siliyordu. Rüzgar ertesi sabah da aynı şiddette esmeyi ve dalga bizi sallamayı sürdürünce, diz üstü bilgisayara sarılıp, Gezgin Korsan sitesine bir mesaj attım:

“Dün akşam Paşalimanına gelip N 40 29,435  E 027 36,138 de demirledim. Rüzgar bu gün arttı ve 30 knota yükseldi. Yarın ve öbürgün daha da artacakmış. Demirlediğim konum, iskelenin 500 metre kadar kuzeyinde ve 12 m derinlikte, 50 metre kaloma saldım. Ancak sahilden 350-400 m açıktayım; boğazdan gelen dalga karadan esen rüzgar demiri zorluyor.  
Soru: kalomayı artırıp bulunduğum yerde kalayım mı? yoksa daha da artmadan yer değiştireyim mi? yer değiştirirsem neresi daha uygun? Yer değiştirmeye kalkarsam 10 metrelik teknemin 29 beygirlik motor gücü yeterli olur mu?”

Gelen yanıtlar:

“Biz Paşalimanı'nda Mevlana Restoran'ın önlerinde benzer bir hava koşulunda demirlemiştik, tüm kalomayı salmştık, bir sıkıntı olmamıştı.  ama demir yerimiz sizinki gibi 500m değil karaya çok daha yakındı, yanlış hatırlamıyorsam 6-7m derinlik vardı.  bence daha yakınlaşırsanız dalga ve rüzgar da nispeten daha azalacağı için daha rahat edersiniz. Demir alırken de sabit 25knot rüzgar esiyordu, 9m tekne/18HP motor rahatlıkla üstesinden gelmişti.”

“Paşalimanı iskelesine  bağlan . Elektrik su hizmeti de alırsın. Muhtar bağış isterse de 20 tl den fazla verme. Ayrıca Harmanlı köyünün iskelesi de bitti. Oradaki Öznur market daha kapsamlı . telefonu 0537 4806526”

“Kıyıya çok uzak kalmışsın. Haliyle saçak altında değilsin. Bence batı tarafında kalan ve yarım saat mesafede olan Yiğitler (eski adı Araplar) limanına fazla zahmet çekmeden girebilir  ve tam karşı duvara aborda olabilirsin. Çok korunaklı bir limandır. Limandan 150 m mesafede suyu çok iyi olan bir çeşme var.”

“Paşalimanı iskelesine bağlanmak en kolayı, yer yoksa ve tekne üstüne aborda olmak istemiyorsanız, iskelenin hemen güneyine demirleyin. Bulunduğunuz yerde de tarayacağınızı sanmıyorum.”

“Arkadaşların tavsiyelerine bir nedenle uyamayacak olursanız! 
Demirden sonra 30'lu metrelerine, zincirinizi havada tutacak, Boş bir bidon bağlayınız. Kalomanızı da 70'li metrelerde tutmanız'da fayda sağlar.”

“Restoranın karşısına demirlediyseniz, rüzgar olsa bile selamettesiniz demektir. Konu başlığının tersine en azından demir taramazsınız.”

“Avşa'ya geçmeye niyetlenirseniz, sığlık şamandıralarını dikkate alın, ortadaki adanın güneyi oldukça sığlıktır.”


PAŞALİMANI’NDA ÜÇ BUÇUK GÜN

Gelişimizin ertesi günü (16 Eylül, Cuma) öğlen civarında hava biraz durulur gibi oldu ve bana en kolay gelen öneriyi uygulayıp, Mevlana Restoranın karşısına 5 metreye demir attım. Artık kıyıdan en çok 100 metre açıktaydık ve hem rüzgar, hem de dalga bizi çok daha az rahatsız ediyordu. Öteki önerileri neden eledim?

Gerek Paşalimanı’nda, gerekse Araplar’da yanaşma sırasında yardım eden birileri olmaz ise, bizim deneyim ve atiklik düzeyimizde, aborda olduğumuz bir iskeleye bağlanma konusunda, ciddi sıkıntılar yaşayabileceğimizi, Güzelce’ye yanaşırken farkettim. Demir atıp kıçtan kara olma olanağını bulsak bunu uygulayabilirdik; ama uzaktan değerlendirebildiğim kadarıyla, Paşalimanı iskelesi, ancak aborda olmak için uygun görünüyordu. Rüzgarın şiddetini dikkate aldığımızda da, batı geçidinden çıkıp Araplar’a gitmeyi göze alamıyorduk. Harmanlı köyü önündeki denizin daha sığ görünmesi ve rüzgara ve dalgaya aynı derecede açık oluşu da bu seçeneği elememize neden oldu.

Kısa süre durulan hava, henüz denize değmemiş olan şişme botumuzu denize indirmemize de olanak verdi. Ama önce, çapariz vermesin diye baş güverteye deli gibi bağladığım botun bağlama düzeninin krokisini çiziyorum, daha sonraki bağlamalarımda anımsayabilmek için. Sonra yedek mandarımı kullanarak, vinç yardımıyla botu havalandırıp denize atıyoruz. O kısa süreli sükunetten yararlanarak, kürekle sahile bile gidip, Mevlana Restoran’ın iskelesine bağlanıp, çöplerimizi atıp, tek satış yeri olan büfeden içecek birkaç şey alıyorum. Asıl derdimiz ekmek, ama sadece sabah ekmek çıkaran fırında bu saatte ekmek bulunmazmış, fırıncının kendisi de olmazmış.


Mevlana Restoran karşımızda
Rüzgar ve dalganın bu bir anlık gafletinden yararlanıp, denize bile giriyoruz. Deniz analarını iteleyip biraz yüzüyoruz. Yolda dümen dolabında farkettiğim zorlanmanın nedenini anlayabilmek için, dalıp dümen palasını gözden geçiriyorum; henüz dört ay önce karaya çekip karinasını temizleyip zehirli boya ile boyadığımdan bu deniz mahlukatının haberi olmadığını anlıyorum: dümen palasının tepesine yığılmış deniz kabukluluları, dümen tam ortadayken teknenin karinasına sürtünüyor ve dümenin hareketini engelliyor. Ancak sert bir metal ile temizleyebildiğim bu kabukluların, Marmara’nın verimli ortamında yeniden üreyip buralara yerleşeceği kesin.

İkindi vakti rüzgar yeniden kendini hissettirmeye başlıyor. Hava raporları önümüzdeki üç gün daha 4-6 kuvvetinde eseceğini gösteriyor. Bu arada E. Birerdinç ile Gezgin Korsanlar M. Erem, Z. Dedeoğlu telefon ile de arayıp hatırımızı soruyorlar. Çift direkli tekne demir alıp koyun dışına sessizce süzülüp bizi yalnız bırakıyor. Artık dalga ve rüzgara alıştık, tek sorunumuz enerji: telefonların, bilgisayarın şarjı, buzdolabı ve gece yanan demir feneri, sürekli olarak aküyü boşaltıyor. İkide birde motor çalıştırıyoruz, ama düşük devirdeki kısa süreli çalıştırmalar, aküyü doldurmaya yetmiyor. Ancak o zaman bir hesap yapıyorum, dönüş için gereken mazottan altı saat fazlasının kaldığı sonucuna varıyorum. Ancak Güzelce’deyken bidona yakıt doldurmayı neden akıl etmedik diye de kendimi suçluyorum. Görülüyor ki, dört gün boyunca birer saatlik çalıştırmalar, kalan yakıttan 2 saatlik daha eksiltebilecek. Deniz insanı tedbir konusunda eğitmekte iyi bir araç ama biz henüz eğitimin başındayız anlaşılan.


KARAYA ÇIKIYORUZ

Cumartesi (17 Eylül) sabahı aklıma yine mazot konusu takılıyor ve burada ev yapan arkadaşlarımız Tarık ile Nadide’nin tanıdıkları Saniye Hanım’a telefon ediyorum. Meğer hemen karşımızdaki beyaz evde oturuyorlarmış, el bile sallıyorlar. Bir süre sonra bir balıkçı teknesi gelip bizi alıyor ve karaya çıkıyoruz. Mevsim dışı Paşalimanı’nda sadece yerli halk kalmış, bir kaç da yazlıkçı olduğunu, arada bir kafamızı kesmek istercesine yakınımızda dolaşan jetski sayesinde öğreniyoruz. Erkekler iskelenin arkasındaki kahvede, kadınlar evlerin bahçelerinde biraraya gelerek sohbet ediyor. Rıhtım inşaatında çalışan iş makinesi tozu dumana katıyor.



Kahvenin güneyinde minik hoş bir cami var; oparlöründen okunan beş vakit ezan, iki gündür duyduğumuz tek insan sesi, biraz mekanik de olsa. (Bir kilometre kadar güneydeki Harmanlı köyünde daha görkemli bir cami görünüyor ama oradan kulağımıza bir ezan sesi ulaşmadı.). Caminin bitişiğindeki tarihi mezarlık biraz bakım istiyor; köy için gerçekten önemli bir yer. Düzlükte yerleşmiş ve ağaçlar arasında gizlenmiş köyün içinde dolaşırken, kaç evlik ve kaç nüfuslu bir yer olduğunu algılayamıyor insan. Denizden bakınca zaten daha çok dışardan gelenlerin inşa ettiği yazlıklar görünüyor. Paşalimanı’nın kara ile bağlantısı, Adanın kuzey kıyısındaki Poyrazlı üzerinden olduğu için, burası doğallığını korumuş. En azından bu mevsim, yeni yapılan iskeleye günlük ulaşım için gelen giden bir deniz aracı yok; oysa iskele küçük araba vapurlarının yanaşacağı bir nitelikte. Arada bir motorlu araçlar da dolaşıyor ortalıkta; bunlar Paşalimanı’na uğrayıp Harmanlı’ya uzanan minibüsler. Bir ara Tarık’ın evine fotoğraf çekmek için bu minibüslerden biriyle gidebilirmiyiz diye bakıyoruz, bizi sahile getiren balıkçıyı yeniden ayarlamak zor olduğu için bundan vaz geçiyoruz; zaten Harmanlı’dan da birkaç kilometre uzaktaki eve ulaşan bir yol olduğundan da emin değiliz. Deniz ise oralarda çok sığ.

Paşalimanı'nı seçme nedenimiz olan o ev
Hava raporlarından ümidi kesip Pazartesiye kadar aynı noktada demirde kalmaya karar verince, Tarık’ın evinin fotoğrafını bir mil uzaktan da olsa çekmeye karar veriyoruz. İstanbul’da iken Tarık’ın eşi Nadide ile görüşerek Google’da kabaca işaretlediğim konumuna doğru dürbünle bakarak yerini belirledikten sonra, tam bir mil uzaktan, teleobjektif ile bir-iki poz çekiyorum; biraz “expresyonist” bir sonuç elde ediyorum.

MAZOT VE EKMEK

Balıkçı bizi karaya çıkardığında iş bölümü yapıyoruz, ben mazota gidiyorum, Çelen ekmeğe. Fırın için yine geç ama Çelen şansını deniyor; fırıncı evinden seslenip sadece bir bayat ekmek olduğunu söylüyorsa da, aşağı inince bir de taze ekmek bulup veriyor.

Mazot için ise, caminin arkalarındaki bir bahçenin ortasındaki evin kapısı çalınıyor; çıkan genç ile birlikte bitişik bir depoya giriliyor. Depoda gaz tüpleri, mazot ve benzin dolu plastik bidonlar, çeşitli inşaat malzemeleri, bir hurdacı dağınıklığıyla yığılmış. Kibrit çaksan ev ve bahçe ile birlikte cami bile havaya uçabilir. “İmar gelmediği” için benzin istasyonu izni verilmiyormuş; oysa bu adada balıkçı motorları ve traktörler mazot kullanmak zorunda. Onlar da sorunlarını böyle çözüyorlar.

On litrelik pet su şişesi ile iki  ölçek boşaltarak benim 20 litrelik bidonumun dörtte üçünü dolduruyor. “Abi damacanan amma büyükmüş, 30 litre bile alırdı” diyor, bozmuyorum. 20 litre bedeli 84 lirayı, ihmalkarlığımın cezası olarak ödüyorum. Ama bu karaya çıkş bir iki işe de yarıyor: Bize yardımcı olan Saniye Hanım’ı ziyaret edip Nadide’nin selamlarını iletme olanağı buluyoruz. İskeleyi inceleyip neresine nasıl bağlanılabileceğini aklımıza yerleştiriyoruz. Bir de Mergus’u Paşalimanı koyunda fotoğraflıyoruz, arkada Koyun Adası ile.


Koyun yalnızı: Mergus
Bu denli uzun süre alargada kalınca, enerji ve yiyecek dışında hangi sorun olabilir? Tabii ki atıklar. Katı atıkları iki aşamada karaya taşımıştık; taşımasak da depolamak kolay. Ama sıvı atıkları ne yapmalı? Depoyu, Paşalimanı’na demirlemeden önce Perşembe günü açık denizde boşaltmıştık. Sonraki üç günde acaba dolmuş olabilir mi? Teknenin pis su deposu 85 litre; kaba bir hesapla, klozeti temizleme suyu ile birlikte  günde en çok 15 litre atık sıvı pompalıyor olmamız gerek bu depoya; dolayısıyla henüz yarısı dolmuş olmalı. Ama ya tahminim yanlışsa. Bir yandan da iyi ki bir iki arkadaşımızı daha yanımıza katmamışız diye düşünüyorum. Boşaltmak için açık denize çıkmak gerek ve çıkabilsek zaten dönüşe geçeceğiz. Hani ev köpekleri günde iki kez gezdirilmek ister, ihtiyaçlarını gidermek için; teknelerin durumu da aynı. Aslında, çoluk çocuk evlenip gidince, emeklilik yaşamaya başlayan yaşlı çiftler hem can yoldaşı hem zorunlu yürüyüş aracı olarak bir köpek edinirler ya, biz de tekne edindik işte.

Tekne edinmekle kalmadık, bir de küçük lastik botumuz oldu. Teknenin kıçında bağlı iken, durduğumuz yerde bile, dalga ve akıntıya karşı suyla devamlı oynaşarak, kemik geveleyen köpek yavruları gibi sesler çıkaran bu nesne bize sanki canlıymış gibi geliyor. Çevrede oyalanacak başka şey bulamaz isek onu izleyerek uzun süre zaman geçirebiliyoruz; okumaktan yorulup başımızı kaldırdığımızda.

Bir ara tropikal çiçek görünümündeki mor-eflatun deniz analarından bir kaçı da teknenin çevresinde dolaşıyor; onları izliyoruz. Kıyıda da hareket olmayınca, insan denize ve uzaklara bakarak oyalanıyor. Suyun, gökteki bulutların, güneşin hareketi ile sudaki ışıklar her an değişiyor. Hava kararırken bu tablodaki değişim de hızlanıyor, renkler canlanıyor. Her akşam gün batımının ardından, renkler tamamen kaybolduktan sonra, saat 20.20 civarında, batı geçidinde, Erdek’ten Avşa’ya ya da Marmara Adası’na süzülen feribotun ışıkları donanma şenliği gibi ağır ağır Paşalimanı adasının ardından beliriyor, Koyun Adası’nın arkasında kayboluyor. Derken, kaynağı Marmara Adası olduğu anlaşılan bir tür lazer ışığı, periyodik olarak gök yüzünü tarıyor. Haritalarda bu tür bir deniz fenerine rastlıyamıyorum. Sonunda bunun düğün etkinliklerinin bir parçası olabileceğine karar veriyoruz. Pazar akşamı yinelenmeyince, fener olasılığını tamamen siliyoruz.

Sonra yıldızları seyrederek ayın çıkmasını bekliyoruz. Ayın turuncu yarısı, geç vakit, Ada’nın ardından beliriyor (öteki yarı nerede bilmiyorum) ve yükseldikçe küçülüp parlaklaşıyor. Sabaha kadar da tüm koyu aydınlatıyor. Havuzlukta sırt üstü uyurken, rüzgar sağanaklarının şiddetle vurmasıyla gözümü açtığımda,  direk ucundaki rüzgar ölçerlerin tepemdeki biminiye düşen hareketli gölgesi, ay ışığının yarattığı beklenmedik bir karagöz oyunu gibi. Ay ışığında deniz üzerindeki her şey açıkça görülse de, direğin tepesindeki demir fenerimizi yakıyoruz; bulut mulut gelir de ortalık kararırsa diye. Deniz biraz durulunca çevremizden geçen balıkçı teknelerinin çok azında ışık oluyor; karanlığın içinden aniden belirip birer karaltı halinde yakınımızdan geçiyorlar. Sabahları güneş ada sırtlarının arkasından oldukça gecikmiş olarak kendini gösteriyor. İnsan denizde üç gün değil de üç ay kaldığında herhalde ya felsefeci, ya da yazar olur. Motor gücü olmayan dönemlerde denizler, düşünürlerin ortaya çıkmasına ne kadar katkı yapmıştır acaba? Radyo yok, TV yok.  

Radyo dedim de ilk akşam haber dinlemek için radyoyu açtığımızda, oldukça net bir TRT 3 yayınına denk gelip bir süre çok hoş müzikler dinleme fırsatı bulduk; oysa İstanbul’da, bu radyoyu parazitsiz dinlemek olanaksız. Cep telefonları ve bilgisayarı internete bağlayan “vınn” türü cihazların da nerede çalışacağı belli değil, Allahtan bu konuda Paşalimanı’nda bir sorunumuz olmadı.
Cumartesi (17 Eylül) akşam üzeri koca bir motor-yat gelip iskeleye bağlandı; iskele yatın yanında küçücük kaldı. Sadece iskele değil kıyıdaki evler de. Adada her şey küçük; bir kaç istisnayı unutursak diyebiliriz ki, henüz apartman dönemine geçmemişler, ama eli kulağında; “imar gelmesini” bekliyorlar. İmar denen şey bir tür kabus. Kıyıdaki yazlık evler de ağaçlar arasında kaybolan en çok iki katlı yapılar. Bunlardan biri, Kalamışlı eski bir deniz dostunun imiş; E. Birerdinç, bu zatın, evin önünde bir midye tarlası düzenlediğini, ancak ölümünden sonra bu tarlanın da sahipsiz kaldığını, ama hala tarladan çok leziz midyeler toplama olanağı olduğunu anlattı. Yazlık evlerin çoğunlukta olduğu kıyı bandının ardında yükselen tepeler genelde çıplak ve bu mevsim kup kuru. Sadece aradaki ekili tarlalar ve zeytinlikler bu tek düzeliği bozuyor; bir de, çok dikkatli bakınca farkedilebilen arı kovanları.

Koyda insan sesi olmadığı gibi, hayvan sesi de çok seyrek duyuluyor. Balıklar bağırmasa da deniz kuşlarının çığlıklarını bekliyor insan. Onun yerine arada bir karga sürülerinin sesini duyuyoruz, sabah akşam horoz ötmesine ve yazlıkların birindeki tek köpeğin havlamasına ilaveten. Arada bir yavru karabataklar geçiyor, tek tük martı da dolaşıyor ama hepsi o kadar.

İlk ve ikinci demir yerimiz. (beyaz çizgiler, koya giriş ve çıkış izlerimiz.)

DÖNÜŞ HAZIRLIĞI

Günde iki kez hava raporunu gözden geçiriyoruz. Pazar akşamı aldığımız son raporda, 19 Eylül Pazartesi’nin, rüzgar ve dalgası bize uygun görünüyor. Ancak, akşam saatlerinde, İstanbul yakınlarında rüzgar ve dalga biraz artacak gibi. Salı günü biraz daha iyi bir hava tahmin ediliyorsa da, o gün geldiğinde koşulların değişmeyeceğini kimse bilemez. Daha fazla gecikmemek için Pazartesi sabahında karar kılıyoruz. Gökyüzüne, güneşe ve aya bakarak hava tahmini yapanlara gıpta ediyorum; bu konuda bilgim ve yeteneklerim sıfır diyebilirim; herhalde kuramsal bilginin yanısıra deneyim gerektiren bir konu. Şimdilik fırtınanın geldiğini, beş on dakika öncesinden kestirebiliyorum ancak!! O vakitten sonra ne yapabileceksem!.

Ambarı yeniden düzenleyip, yedek demiri ve halatını daha kolay kullanabileceğim bir konuma yerleştiriyorum. Uzun zamandır yapmak istediğim bir fihristi nihayet hazırlayıp, neyin nerede olduğunu görebilir hale geliyorum. Rüzgarın kopardığı, kıçtaki açılır kapanır oturma yerinin hidrolik kolu yerine  asma bir düzenek oluşturuyorum.

Botu yedek mandara asarak vinçle güverteye alma denememiz, önce direk dipi makarasının yerinden kopması nedeniyle, sonra da şiddetlenen rüzgarın botu zaptedemeyeceğimiz kadar kuvvetle sağa sola savurması sonucu, başarısızlığa uğruyor; iyi de oluyor. Çünkü kuvvetli rüzgar ve dalgada, cenova ıskotasının bota dolanması sonucu ortaya çıkan çaparizi çözmek için ikide birde baş tarafa gitmek pek kolay olmuyordu. Aslında kıçtan takma motoru olmadan bu botu taşımanın sadece sakin sularda bir yarar sağlayacağını bu yolculukta öğrenmiş olduk ama 15 kiloluk motoru botun arkasına takmanın öyle kolay bir iş olmadığını, daha önce arkadaşların teknelerinde yaşamıştık. Özetle bot almak yetmiyor, bota motor, motora vinçli bir asma mekanizması (metafora?) gerek. Acaba başında hiç bot almamak mı daha doğru? Neyse botu, 5 metrelik bir yüzer halatla kıçımıza bağlıyoruz. İkinci bir halatı da botun baş tarafındaki aneleden geçirip iki ucunu iki yandaki koç boynuzuna bağlıyorum; güvenlik amacıyla.

Haritayı önüme açıp rota seçeneklerini gözden geçiriyorum:

Kuzey rotaları:
Rüzgar başlangıçta tam karşıdan, kuzey kıyısına ulaşınca orsa seyir olanağı; kıyıya yaklaştıktan sonra akıntı desteği.
·         Güzelce-Pendik (geldiğimiz rota): 87 mil/6 knt hız=15 saat teorik süre (biz 17 saatte geldik),
·         Silivri-Güzelce- Pendik: 94 mil/6 knt hız=16 saat teorik süre, iki ayrı noktada geceleme olanağı.
·         Kuzey geçidi yerine batı geçidinden geçmek zorunda kalırsak, Marmara Adası batısından geçip en kısa yoldan kuzey kıyılara ulaşmak ve kuzeydoğuya yönelip kıyıyı izleyerek seyretmek.

Gemi yolu:
Gemi yoluna girdikten sonra rüzgardan yararlanma olanağı, arada geceleme söz konusu değil.
83 mil/ 6 knt hız=14 saat teorik süre.

Güney rotası:
Arada Çayağzı ve Esenköy’de sığınma ve rüzgardan sürekli yararlanma olanağı.
Dalgalar daha rahatsız edici olabilir.
85 mil/6 knt hız= 15 saat teorik süre.

Sonuç olarak, akşam üzeri biraz fazlaca dalga yeme olasılığını göze alıp, değişik bir güzergah olarak güney rotasını denemeye karar verdik. Bunun bilinçli bir seçim olup olmadığını öğrenme şansımız bulunmadığını biliyordum; çünkü aynı anda öteki seçeneklerden birini deneme olanağımız olamazdı.


PAŞALİMANI-PENDİK: GÜNEYDEN

19 Eylül Pazartesi; saat 06.45’de demir aldık ve yine kuzey girişine yönelip Paşalimanı koyunu arkamızda bıraktık. Rüzgar 15 knt KD. Önümüzde bir balıkçı motoru; bize yol gösteriyor desem değil, çünkü, bir o yana, bir bu yana kayarak boğazı geçmekte. Ben ise haritada gösterilen doğrultuyu izlemeye çalışıyorum. Boğazdan çıkınca 1.5 metrelik dalgalar bizi karşılıyor. Niyetimiz önce 082º ile İmralı’nın kuzeyindeki yasak saha sınırından geçip Esenköy açığını tutmak, sonra 048º ye yönelip Pendik’e ulaşmak.


Kapıdağ’ın tepesine bulutlar yığılmış; hava genelde puslu. Kıyıyı daha iyi görebilmek için, rotadan çıkıp sahile yakın seyrediyoruz. Ana yelkeni açıp, yelken-motor gidiyoruz. Oldukça dokunulmamış bir kıyı. Yer yer minik koylarla bölünen, kayalık dik yamaçlardan oluşuyor. Koylarda köyler, yazlık evler var, zararsız. Denize doğru uzanan kayalık burunlardan uzak durmak gerek.  Ballıpınar hizasını geçince (saat 10.00) normal rotamıza dönüyoruz. Saat 11.00 civarında da Kapıdağ’ın doğu ucundaki Kapsül Burnu’nu gerimizde bırakıyoruz.

Kapıdağ boyunca 1.5-2 metre arasında oynayan dalgalar, birden küçülüyor, rüzgar da 5 knota düşüyor ve kararsız biçimde durmadan yön değiştiriyor. Hızımız da 6 knottan 5 knota düşüyor; sanırım ters akıntının da bunda etkisi var. Kafamızı dalgaya sokmamak için dalgalara binip inerek gitmek, 4 saattir beni epeyce yorduğundan, dümeni otopilota bağlıyorum. Motorun teklemeyen sesi ve otopilotun çalışıyor olması insana güven veriyor. Dalga ve rüzgardan değil, motor ve dümen arızasından korkuyorum. Bunların kötü hava koşullarında bile tıkır tıkır çalışması bana bir mucize gibi geliyor.

Kapıdağ yarımadası boyunca bir kaç balıkçı teknesi dışında hiç bir nesne görünmüyor denizin üzerinde. Bir süre sonra, herhangi bir kıyıyı da göremiyoruz. Puslu havada, boşlukta gibiyiz. Gözlerimiz, peşimiz sıra gelen lastik botun hareketlerini izleyerek oyalanmak zorunda.

13.30’da çevrede kimse olmadığından emin olduktan sonra, tekneye alındığından beri ilk kez bayrak asmaya karar veriyoruz. ABD bayrağının sopasını, gizlice kıç taraftaki yuvasına takıyoruz. Bu olayı kola içip leblebi yiyerek kutluyoruz!!! Aslına bakılırsa, başka bir şey yiyip içecek bir durumumuz da yok. O kadar sallandıktan sonra, insanın canı başka şey istemiyor zaten. Gerçi bir ara da kraker ve çaydan oluşan öğle yemeği yiyoruz.

biraz kestirmeseydim günü zor tamamlardım

13.50, Artık İmralı’nın silueti görünmeye başladı. İmralı çevresindeki yasak bölgenin kuzey sınırına yönelen rotamız, 070º; bu doğrultunun ucunda ise Pendik var. Bu noktada bir karar vermek gerekiyor: ya dümdüz devam edip, 6 knot hızla gidersek, teorik olarak 7 saat sonra Pendik’te olacağız, ya da 4.5 saat sonra Esenköy’e bağlanıp ertesi gün yola devam edeceğiz. Esenköy barınağına da karanlıkta gireceğimizi göz önünde bulundurunca, doğru Pendik’e, karanlıkta hiç değilse bildiğimiz bir limana girmeyi yeğliyoruz. Aslında Çelen, karanlıkta hiç bir yere gitmemekten yana, ama o zaman Kapıdağ yarımadasındaki Çayağzı barınağında kalmak anlamına gelirdi ki, ertesi gün yeniden uzun bir yola çıkmayı ikimiz de göze alamıyorduk. Ben, son dört gecedir saat başı uyanıp demirin tarayıp taramadığını, ya da başka bir yaramazlık olup olmadığını denetlediğim için, bu gün otopilota bağlandığımızdan beri Çelen’i gözcü bırakıp uyukluyordum.

Bu kararı aldığımız sırada kara ekibimiz E. Birerdinç telefon edip durumu soruyor ve kararımızı onaylıyor ama akşam üzeri dalga ve rüzgarın artacağını anımsatıyor. Bakalım Marmara Denizi de kararı onaylayacak mı?

14.45’de rüzgar kuzeyden esmeye karar veriyor; hızı 12-15 knot. Cenovayı açacak gücüm olmadığından ana yelkenden yararlanmayı sürdürüyoruz. Hızımız da 6.5 knota çıkıyor. Dalgalar da yeniden büyüyüp bizi zorlamaya başlıyor. Haydi hayırlısı.

Artık gemi yoluna 9 mil uzaktayız ve gemiler hayal meyal seçiliyor. Bu boşlukta ufuktaki minik bir nokta bile insanı oyalıyor; ne kadar uzakta, balıkçı motoru mu, yoksa koca bir gemi mi? Hangi yöne gidiyor? Havuzluktaki en rahat oturma pozu sırtımızı dayayıp ayaklarımızı uzatarak pupa yönüne baktığımız durumdur ki, gitiğimiz yönü görmek için iki yanda birer dikiz aynasını gerektirir; bu olanağımız olmadığı için sırayla pruvayı gözlüyoruz.

16.00’da iri dalgalar yok oluyor; yarım saat sonra rüzgar aniden şiddetleniyor. İmralı’yı arkamızda bıraktık; artık Armutlu açıklarında olmamız gerek ama hava hala puslu, kara görünmüyor. Güney kıyılarından uzaklaştıkça dalgalar büyümeye başlıyor. Saat 18.00’de otopilotu azat edip, artık iki metreye ulaşan dalgalarla ilgilenmek zorunda kalıyorum. Hava kararmak üzereyken yeni bir karar gerekiyor: iki saat sonra Heybeliada Çam limanına demirlemek mi? Yoksa 3.5 saat sonra Pendik’e bağlanmak mı? Yorgunluk artıp, dalgalar büyüdükçe bir saatin bile önemi oluyor. Çam limanına yöneldiğimiz anda, dalgayı tam kafadan almaya başlıyoruz ve 15 dakika denemeden sonra o fikirden vazgeçip, zorunlu olarak dalgaları iskele baş omuzluktan alacağımız bir rotaya giriyoruz. Artık hava kararmak üzere; rüzgarın artmakta olduğunu da dikkate alarak; henüz göz gözü görürken, ana yelkeni de kapatıyoruz. Hızımız da aniden düşüyor; “yelkenin ahı tuttu” diyorum içimden. Dalga nedeniyle motorun devrini daha fazla arttıramadığım için Pendik’e varış saatimizin artık en erken 22.30 dolayında olacağını öngörüyorum. Can yeleklerimiz yolda sürekli olarak üzerimizde; ek olarak güvenlik kemerleriyle kendimizi tekneye bağlıyoruz. Kafa lambalarımızı takıyoruz. Seyir fenerlerimizi yakıyoruz. El projektörünü güverteye alıyoruz. Bir eksiğimiz yok gibi. Sadık botumuz hala arkamızda, dalgaların üzerinde bir o yana bir bu yana zıplayarak bizi izliyor.


pembeler olası rotalar, beyazlar izlediğimiz yol
 Gece bastırıncaya kadar, tekneyi çapraz olarak dalgalara bindirerek serpintilerden korunuyorum. Ama gece olunca dalgayı seçme olanağı kalmıyor. Dalgayı çapraz alacak bir yön belirledikten sonra dümeni otopilota bağlıyorum. Ancak rüzgar kuzey ile kuzeydoğu arasında gidip geldiği için, arada bir teknenin başı dalgaya dalıyor; ama hemen çıkıp suyu yarmayı sürdürüyor. Düşünüyorum; bu tekne bir yıl önce fırtınaya yakalandığımızda, 50 Knotu aşan rüzgarda, belki 3 metrelik dalgaların üstesinden gelmişti. Onun yanında bu deniz oldukça sakin sayılırdı; 20 knot civarında rüzgar ve 2 metrelik dalgalar. Ürküntü veren aslında gecenin karanlığı idi; kendi teknemizle ilk kez gece seyri yapıyordum; Çelen ise daha önce hiç gece seyri yapmamıştı.

Pendik’e henüz 12-13 deniz mili var. İzmit Körfezi’nden Marmara’ya uzanan gemi trafik yolunu geçiyoruz. Işıl ışıl aydınlatılmış gemilerin demir attığı bir bölgeye giriyoruz. Bu gemiler burada ne bekliyor? Yük boşaltma sırası mı? Boğazı geçme sırası mı? Ayrıca buralarda derinlik bin metre civarında, derinliğin 3-4 katı zincir salmaları gerek. Her metre zincir yaklaşık 200 kg olsa 700-800 ton zincir taşıyor olmalılar; bir de yedeği varsa.... Bu gemiler sadece kendi zincirlerini mi taşıyorlar, başka yük alacak halleri kalıyor mu?!! İşte bu tür saçmalıkları kafayı takarak zamanı hızlı geçirmeye çalışıyoruz. Ama dalga periyotu zamanı unutmamızı engelliyor.

Artık kentin ışıkları çok net; moral veren bir manzara; çok yolumuz kalmadı. Adalar ise kapkaranlık, denize sırtını dönmüş yerleşmeler bunlar; iyi ki Çam Limanı’na gitmemişiz, gece vakti. Arkamıza baktığımızda Yalova-Armutlu sahilinin de aynı netlikte ışıldadığını görünce moralimiz yeniden eski konumuna dönüyor; hala Pendik’e çok yolumuz var demek ki.

Bu civarda daha önceleri dolaştığımız için, adaların hizasını geçmeden dalganın azalmayacağını biliyoruz. Hedefimiz Büyükada açığındaki Balıkçı Adası (Tavşan Adası). Tepesindeki ölü gözü fener, arkadaki kentin ışıkları arasında kayboluyor; kıyıdaki araba farları bile, bize yöneldiklerinde daha güçlü.

Nihayet Büyükada’nın ışıklı kuzey yüzünü algılamaya başlıyoruz ve dalga normale dönüyor; yani bizim Pendik’ten çıkıp günübirlik yaptığımız seyirlerdeki en yüksek düzeyine. Şimdiki konumuz, alargada onarım için tersane sırası bekleyen gemiler ki bunlar genellikle demirde olduklarını gösteren zorunlu fenerleri dışında bir ışık yakmazlar. Bu gemileri ışıklarından değil, gölgelerinden farkedebiliyor insan; arkadaki kent ışıklarının önünde beliren silüetleriyle. Kıyıya yaklaştıkça liman girişi ile aramızda demirlemiş gemi bulunmadığını farkediyoruz. Rüzgar 10-12 knota düşüyor; dalga 70-80 cm.

Usturmaçaları yerlerine asıyorum, palamarları hazırlıyorum; bir yandan da ardımızdaki lastik bot ile, iki teknenin arasına kıçtankara yanaşmanın yöntemini bulmaya çalışıyorum. Limanın girişini uzaktan seçmek olanaksız; bildiğimiz anlamda fenerler yok, gündüz sarı bir şamandırayı iskelemizde bırakarak giriyorduk ama gece o şamandırayı seçmek olanaksız. Önümüzden bir feribot limana giriyor ve bize iyi kötü yön veriyor. O sarı şamandıranın olması gereken yerde bir cılız kırmızı ışık seçiyorum. Marinanın en dış pantonuna bağlı büyük tekneleri de algılıyoruz; hatta onların bağlandığı bir dizi sarı şamandırayı da. Fakat bir anda önümüzden küçük bir balıkçı teknesi geçiyor ve ondan sıyrılırken kendimizi o bir dizi şamandıranın arasında buluyoruz. Kıvrak bir manevrayla onları da atlatıyoruz ve böylece marinanın içine, kapıdan değil pencereden ulaşıyoruz.

Marina görevlileri botları ile bizi karşılayıp çevremizde bir tur atıyorlar; ben ardımızdaki botu görmüşlerdir varsayımında bulunuyorum. Bağlanacağımız yere kıçtankara yaparken bir bakıyorum orada zaten bir lastik bot var, yandaki teknenin olsa gerek diyorum. Marina görevlisi ancak o anda bizim botu farkediyor ve “neden girişte bottan bahsetmediniz” diyor. Karşılık verecek gücüm kalmadığından, botumuzu kıç usturmaça yerine kullanıp yanaşmayı sürdürüyoruz, pantona bağlı öteki lastik bot da yandaki tekneye sürtünmemizi önlüyor. Böylece yumuşak iniş yapmış oluyoruz. Palamarlar bağlandıktan sonra görevliler gidiyor. Ben botu yan tarafa alıp tekneden kolaylıkla inebilmemizi sağlayacak biçimde yanaşmak için epeyce uğraşıyorum. Ertesi gün birileri yandaki botu alıp götürdüğünde, onun komşu tekneye ait olmadığını anlıyoruz.

Artık saat 23.00; 17 saattir teknenin içindeyiz. Ama çıkmaya da niyetimiz yok; tekneyi toparlamak gerek; ama daha önemlisi kara yolculuğuna uyum sağlayıp araba kullanabileceğimi sanmıyorum. Merak edenlere gelişimizi haber verip, sallantı nedeniyle yerlere dökülen öteberiyi kenara itip, üzerimizi değiştikten sonra kafayı vurup uyumaya çalışıyoruz. Ama sanki teknede değiliz; ne rüzgarın sesi, ne denizin kıpırtısı. Yolculuğumuz bitince deniz de duruldu mu? Oysa her zaman marinanın içinde bile 8-10 knot rüzgar eser. Çaresiz, bu gece sallanmadan uyuyacağız.

Ertesi sabah iş günü ruh haliyle erkenden ayaklanıyoruz. Kimin daha çok çürüğü olduğuna karar verdikten sonra, önce bir kahvaltı ediyoruz; hala yolluğumuz var. Tekneyi toparlayıp temizlemek için ikimizin de yedişer saat çalışması gerekiyor. Direk dibi makara ve oturma yerinin hidrolik kolu dışında teknede bir arıza oluşmamış durumda; bu sorunları da iki gün sonra firmanın teknisyenleri gideriyor. Botu sudan çıkarıp,yıkayıp kuruttuktan sonra havasını boşaltmak ve çantasına yerleştirip ambara tıkıştırmak, iki saatime ve bir litre tere mal oluyor. Deli bağlar gibi bağladığım burun usturmaçasının yerinden çıkıp sancak bordasına yaslanmış olduğunu görünce dalgaların gücü konusunda bir kez daha fikir ediniyorum.

Gereksiz eşyaları, kirlileri, çöpleri toparlayıp pantona ayak bastıktan sonra dönüp bembeyaz tekneye, Mergus’a bakıyorum: Bu iri yumurta kabuğunun bizi o hırçın denizlerden geçirip buraya kazasız belasız ulaştırdığına inanmak ne kadar zor.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

MERGUS “TEMİZLENİYOR”

Mergus’u alalı bir yıl oldu. Devamlı suyun içinde duran bir nesnenin kirlenemeyeceği gibi bir önyargıdan yavaş yavaş vazgeçmeye başladım. Aslında, suyun altında tekne ile birlikte yaşayan canlıların temiz mi kirli mi olduğunu bilmiyoruz, ama bunların temizlenmesi gerektiğini, deneyimli-deneyimsiz tüm denizciler söylüyor; yani, istemediğimiz şeylerin “kir” olduğunu kabul ediyoruz. Pratikte benim için önemli olan ise, bir yıl önce 7,5 knt hızla giden teknenin artık 6 knt’a takılıp kalmış olması. Tekne, benim su üstünde taşıdığım canlıların çok daha fazlasını, sürekli olarak suyun altında gezdiriyor. İşte bu durum Yalova’ya gidişimin asıl nedeni; bu canlıları orada “karaya çıkaracağız”; sadece onları değil, tekneyi de karaya çıkaracağız ki altı “temizlenebilsin”. Böylece, en azından bir süre, sadece benim izin verdiğim “yolcular” bulunabilecek teknede.

Ama aynı zamanda, bu temizlik işi bir bahane; Mergus, ilk kez bir başka limanda geceleyecek, tabii ben de; eşim Çelen ise, akşama deniz otobüsü ile İstanbul’a dönüp, birkaç gün sonra dönüş yolculuğuna katılmak üzere geri gelecek. Bu yolculuk olmasa, biz “Pendik’ten Pendik”e kısır döngüsünü hiç bir zaman kıramayacağız. Bir yıl kendi kendimize yaptığımız eğitim çalışmalarının ne işe yaradığını da böylece tartmış olacağız.

“Gezgin Korsan” grubunun girişimi sonucu, Yalova’daki Setur Marina çekme-atma-geceleme için çok iyi bir fiyat verince, teknenin alt bakımını Pendik’te yapmaktan vazgeçme olanağını buldum. Bu “etkinliği” örgütleyenlere ve özellikle Mehmet Erem’e sonsuz teşekkür; katılımı özendirdi, katılacakları belirledi, fiyatlar aldı, yerinde görüşme ve inceleme yaptı, bireysel soruları yanıtladı. Sonunda otuz kadar tekne Yalova’ya gitme kararı aldı, ancak aynı anda gitmeleri söz konusu değildi, etkinlik mayıs ayına yayıldı, bu durum marina yönetiminin de işine geldi. Benden önce, çok sayıda tekne aynı günlerde Yalova’da karaya çekilmiş ve bir şenlik havasında topluca bakım yapılmıştı. Benim gideceğim günlerde ise, Gezgin Korsan grubundan kimse orada olmayacaktı, çünkü çoğunluk hafta sonlarını tercih ediyor, ben ise hafta içini kolluyordum.

Yalova’da Mergus’a yaptırmam gereken işlemler özetle şunlardı: teknenin karaya çekilip desteklenmesi, basınçlı su ile karinaya (su altı kesim) yapışık yaşayan canlı ve cansızların temizlenmesi, karinadaki boya yüzeyinin ıslak zımpara ile temizlenmesi ve önce astar, sonra da iki kat zehirli boya sürülmesi, bordaya pasta cila yapılması, tutya değişimi. Bu işlemler için, M. Erem’in verdiği bilgiye dayanarak, Yalova Marina çekek yerindeki tek dükkanın sahibi Nurettin Bey ile telefonlaşıp (533 7339416), 12 TL/m2 fiyat üzerinden anlaştık. Boya ve öteki malzemelerde de indirim sözü aldım.

Yola çıkmadan, Setur Marina ile görüşüp yaklaşık varış saatimi bildirdim. Bu arada, teknelerin çekek yerinde hasar görmesi durumunda sorumluluğun kimde olacağını sordum. Tekne sigortamızın bu durumları kapsayıp kapsamadığını kontrol etmemiz gerektiğini söylediler; poliçedeki minik yazılardan pek bir şey anlayamayınca acentayı arayıp, kapsadığını doğrulattım.


SEYİR

İzleyeceğim güzergahı iyi kötü kestiriyordum, çünkü ne zaman Pendik’ten seyre çıksak, marinanın bitişiğindeki iskeleye gelen ya da oradan hareket eden bir feribot ile burun buruna geliyor, onların yoluna girmemeye özen gösteriyorduk; feribotlar ağır ağır limandan çıkıyor ve aniden hızlanıp ok gibi dümdüz Yalova istikametinde gözden kayboluyorlardı. Yine de haritada rotayı çizdik; 172º ile gittiğimizde tam Yalova Setur Marina’nın girişine varacaktık:
Girişteki yeşil fenerin [G Fl (2) 4.0sn (0,5 on+1,0 off+0.5 on+2,0 off)] konumu:
40 º 39,707’ K, 29 º 16,440’ D

Beklenmedik bir durum olursa diye, yola çıkmadan önce, Çınarcık ve Esenköy limanlarının da koordinatlarını not ettim.

Çeşitli hava raporları, aynı saatler için, K ve KD’dan 4-8 knt arasında bir rüzgar öngörüyordu.
Mayısın dokuzu, Pazartesi saat 08.25’de palamarları çözüp Pendik’ten ayrıldık. Karadan uzaklaştıkça ilk yarım saatin esintisinin yerini, çok sakin bir hava aldı. Deniz seviyesindeki sis, karşı sahili tamamen örtmüş durumdaydı. Pusula ve elektronik harita ile yönümüzü belirleyip, motoru çalıştırdık; ama ana yelkeni de kapatmadık. Motor 2500 devirde çalışırken, hızımız 5 knota sabitlendi.

İzmit Körfezi’nin Marmara’ya açıldığı ağızı boydan boya katederken, neredeyse hiç bir deniz aracı göremedik. Bu nedenle, yarı yola ulaşırken Yalova ve Pendik'ten hareket eden feribotların 300-350 metre açığımızda karşılaşmaları, önemli bir olay oldu diyebiliriz. Bu teknelerden biriyle tam Yalova Marina’ya gireceğimiz sırada ikinci kez karşılaştık. Uzaktan bir iki küçük ticari gemi de görmedik değil. Yalova sahili seçilmeye başladığında da, batıdan iki yelkenlinin Yalova yönüne gitmekte olduğunu farkettik. Daha sonra onları izleyen bir yelkenli daha belirdi. Yalova’ya ulaştığımızda, bunların da aynı amaçla Setur Marina’ya gitmekte olduklarını öğrendik.

ARTIK YALOVA’DAYIZ

Daha önce Marina’ya telefon edip, saat 13.00 civarında limana girebileceğimizi söylediğimiz halde, yelken seyri yapmayınca, 14 millik yolu 3 saatte katedip, saat 11.30’da çekek yeri rıhtımına sancaktan aborda olduk. İstanbul’daki marinalardan sonra, burası henüz kullanıma açılmamış gibi, son derece sakin bir görünüm sunuyor. Marinada sadece 20-30 tekne bağlanmış durumda; bunların da çoğu motoryat. Bir uçta da, fabrikadan getirilip denize yeni indirilmiş, kısmen donatılmış Azuree teknelerinin bağlı olduğunu görüyoruz. Ertesi gün, tır ile getirilen yeni bir Azuree’nin, tırı izleyen koca bir vinç ile denize indirilişini izlemek oldukça ilginç bir deneyim oldu. İkinci bir tır ile de teknenin direği geldi ve yarım günlük bir uğraşma ile aynı vinç kullanılarak yerine oturtuldu. Direkten sarkan, ıstralya, balançina ve mandarların oluşturduğu rengarek halat kargaşalığını bir düzene sokup tekne gövdesine bağlayarak direği kendi başına ayakta durur hale getirmeleri, bayağı seyirlik bir olaydı.

Marina görevlileri bağlanmamıza yardım ettikten sonra, beni yönetim binasına yönlendirdiler. Marinadaki yapılar, tek katlı, gözü rahatsız etmeyen son derece yalın bir mimariye sahip. Servis ve yönetim birimleri ve bir kafe ile, birkaç gün sonra çalışmaya başlayacak bir restoran dışında, işletmeye açılmış bir tesis yok.

Belgelerimi görevliye veriyorum; gerekli bilgileri kendi kayıtlarına aktardıktan ve sigorta poliçemin kopyasını aldıktan sonra geri veriyorlar. Bir de sözleşme imzalatıyorlar. Sözleşmeyi okursanız hemen geri dönersiniz; tekneniz bir yana, neredeyse yönetim binası yansa, size tazmin ettirecekler. Görevlilerin elinden gelen bir şey yok; sanırım bütün marinalar aynı tutum içindeler


Alt temizleme ve boya işlerini üstlenen Nurettin Bey’i arıyorum; ustaların ne zaman gelebileceğini soruyorum; bir saat içinde ulaşabileceklerini söylüyor; ben de fazla gecikmemelerini rica ediyorum. Bizden önce sırada iki tekne var karaya çekilmeyi bekleyen. Önce onların sudan alınıp, altlarının basınçlı su ile yıkanmalarını, sonra da yerlerine taşınıp desteklenmelerini izliyoruz; bu operasyon her bir tekne için yaklaşık bir saat sürüyor. Bu arada, teknisyenler, çekek kanalının bitişiğindeki minik servis binasından istediğimiz kadar çay içebileceğimizi söylüyorlar; makbule geçiyor.


Lift'in salıncakları hazırlanıyor

  Saat 14.00’te sıra bize geliyor; “lift”in bizi havalandıracağı çekek kanalına giriyorum. Bu arada boya ustaları (Sinan ve Mert) gelip beklemeye başlıyorlar. Boş durmaktansa teknenin manevrasına yardımcı oluyorlar; liftten sarkıtılan bantların tekneyi alttan kavrayabilmesi için teknenin kanalı ortalaması gerek, bu nedenle iki yandan halatlar ile yardımcı olunuyor, ayrıca önden üçüncü bir halatla çekiliyor (kısaca üç palamar halatını hazır etmek gerek). Tekne bordasında, bu bantların tekneyi hangi noktadan kavrayacaklarını belirleyen işaretlerden biraz sapma farketmekle birlikte, ses çıkarmıyorum; marinanın teknisyenleri işlerini bilen insanlar gibi görünüyor, elbet bir bildikleri vardır.



Mergus havada
 
 



















Tekne yavaş yavaş sudan çıktığında, karinanın ve özellikle dümen palası ve salmanın midye tarlasını andırdığını görüyoruz. Öteki tekneler basınçlı su ile 10 dakikada temizlendiği halde, Mergus’un alt yıkaması yarım saati buluyor ve beton zemine hiç değilse 50 kg deniz mahluku dökülüyor; midye tavacılara satsak, masrafımız çıkabilirdi (bunlar aslında midye değil belki ama bir tür sert kabuklu deniz canlısı). Söylenti o ki, tekneye Fransa’da denize inmeden atılan boya ve astara pek özen gösterilmez imiş; bu yüzden de koruyuculuğu fazla olmazmış. Bu arada, pervane erimesin diye takılan kurşun tutyanın tamamen yok olduğunu görüyoruz.

midye tarlası


















Lift tekneyi, daha önce karaya çekilen iki teknenin yanına taşıyor; kıçı denize bakmak üzere yavaş yavaş indiriyor; salma yere değmeden önce altına ahşap destekler konuyor. Ancak teknenin yatay durması için, salmanın önündeki ve arkasındaki desteklerin yükseklikleri farklı olmak zorunda. Bu yüzden 5 cm kalınlıkta tahtalar üstüste konarak bir ayar yapılıyor ve tekne her iki doğrultuda da yatay olacak bir biçimde takozlara oturuyor; ama hala lifte asılı duruyor. Bu pozdayken iki yana konacak ahşap destekler için ölçü alınıyor. Marina teknisyenleri yarım saat kadar ortadan kayboluyorlar.


Midyelere dönme dolap




Basınçlı su ile temizlik

 
 


















Yemek molası sanıyorsak da yanılıyoruz, çekek yerinin öteki ucundaki kereste yığını arasında uygun dikmeler (15x15) bulup, kesip biçerek istenen ölçüye  getirmeleri gerekiyormuş. Geri geldiklerinde, hızla iki yana dörder dikme yerleştirip, alt ve üstten ahşap kamalarla sıkıştırıyorlar. Son olarak da öndeki iki dikmeyi ve arkadaki iki dikmeyi çaprazlarla birbirine bağlıyorlar. Lift artık tekneyi serbest bırakabilir.

Uçtu uçtu Mergus uçtu
















Ustaların uyarısı ile yönetim binasına gidip, su ve elektrik bağlantısını sağlamak üzere, “transponder” adı verilen bir kart alıp, servis kutusuna takıyorum. Ustalar da Nurettin Bey’in dükkanından (Ova Marine), gerekli sarf malzemesini benim hesabıma alıp, Ahmet Bey’e yazdırıyorlar;  %20 indirimle ödeyeceğim. (Ahmet Bey, benim adıma hesaplı davranıp ustalar istese de her şeyin en pahalısını vermediğini söylüyor). Çalışma başladığında, artık ikindi olmuş durumda; saat 16.00’ya gelmek üzere.


Destekler yerleştirildi: kırkayak mı ne?
 
















Sinan ve Mert, üstlerini değişip, iş eldiven giydikten sonra,  liftin kaldırma bandının altına rastlayan yerlerdeki deniz ürünlerini temizliyorlar ve ilk iş olarak, su hattına bir yapışkan bant çekiyorlar; bordaya boya bulaşmasın diye. Sonra teknenin altına giriyor, karinaya bir yandan su püskürtüp, bir yandan da zımpara yapmaya başlıyorlar. Tekneden akan koyu mavi boya, bir süre sonra ikisini de yukardan aşağı masmavi yapıyor. Ne maske, ne de başlık var. Akan boyaya “zehirli boya” dendiğini anımsadıkça huzursuz oluyorum.

Beton zemine akan boyalı su giderek yayılıyor, ayakkabıların altında her yere taşınıyor. Tekneye çıkmaya korkuyorum, bastığım her yer koyu bir mavi.
Çelen ile marinanın hemen arkasındaki çarşının içine dalıp, Yıldızlar’da peynirli pide yiyip ayran içiyoruz. Daha sonra Çelen’i deniz otobüsüne uğurluyorum.

Bizden önce karaya toplam üç tekne çekilmiş durumda. Bunlar, Yalova’ya yaklaşırken uzaktan izlediğimiz tekneler; Ataköy’den yola çıkmış üç arkadaş; yaşlarını başlarını almış, beyefendi görünümlü. İkisi eşleriyle, biri yalnız. Anlaşılan, bu iş için bağlantı yaptıkları kişilerle aralarında anlaşmazlık çıkmış, kendi aralarında ne yapacaklarını konuşuyorlar. Derken bizim ustalara yanaşıp, bir anlaşma yapmaya çalışıyorlar. Her ne kadar, Yalova’daki Ova Marine’in sahibi ile anlaşma yaptıysam da ustalar karşıdan geliyor ve Pendik Marina’daki BodrumYat’ın elemanları. Özetle, BodrumYat ile telefon aracılığıyla anlaşıyorlar ve acilen birkaç usta daha gönderilmesini talep ediyorlar. İşte o andan başlayarak işin düzeni kalmıyor, beklenen ustalar ancak hava kararırken feribot ile Yalova’ya ulaşıyorlar; ancak o arada benim ustalardan birini, bana danışmadan, kendi teknelerinde çalışmaya zorluyorlar ve izleyen iki gün boyunca ustalar bir o tekneye bir bu tekneye çekiştirilmekten bizar oluyor. İşin sırası şaşmaya başlıyor.....

Yelkencilerin birbirlerine karşı daha saygılı olmasını beklerdim.

Hava kararırken kuvvetli bir poyraz denizi yalayıp, ustaların terini soğutmaya başlıyor. Yeterli ışık yok, çekek yerinin ortasındaki yüksek direğe takılı kuvvetli aydınlatıcılar arızalı. Normalde, hava karardığında benim ustalar gideceklerdi, ama aynı anda dört teknede birden çalışılmaya başlanınca, iş saat 22.00’ye kadar sürdü. Zımparalama tamamlandı ve karanlıkta el yordamıyla zehirli boya sürüldü.
Ustalar ellerini yüzlerini temizlemeye çalışırken bazılarının aseton kullandıklarını gördüm; vücuda zararlı olabileceği konusunda uyardım, ama aldırmadılar. Acaba ben mi yanılıyorum? Tırnaktaki ojelerin çıkarılmasında kullanılan minik aseton şişelerini anımsıyorum, ama deriye doğrudan uygulandığını hiç görmemiştim. Asetonu, istenmeyen yerlerdeki boyaları temizlemek için kullanmak üzere, dükkandan koca bir gaz tenekesi ile aldılar; kullandıkları kadarının parasını ödeyecekmişim; ilginç bir uygulama.

Boya fiyatlarını anlamak olanaksız. Kullanacağım International/micro-extra boyanın 2.5 litrelik kutusu (satarken bu miktar nedense bir galon olarak anılıyor) piyasada standart olarak 360 TL (teklif aldığım bakım firmaları da, tekliflerini bu fiyat üzerinden oluşturuyorlar) , bana iki kutu fazlasıyla yetiyor. Nurettin Bey’in dükkanında bu kutu indirimli satılıyor: 306 TL. Ancak çekek yeri komşularımdan biri, bu boyayı 250 TL’ye aldığını söyledi; satıcısıyla telefon bağlantısı kurduk, ancak İstanbul’dan kargo ile yollanması gerekecekti ve bir gün kaybedecektim. Ustam Sinan, BodrumYat’taki patronu ile görüştü ve boyayı 280 TL’ye almamı sağladı. Astar olarak kullanacağım aynı markanın Primakon’unda da bir indirim sağlandı.

Ustalar feribota gider gitmez, ben de tekneye tırmanıp, bir şeyler yedim ve yattım. Rüzgar bir süre daha esti ve ısı 5 dereceye kadar düştü. Kardeşimin eşi Yusuf’tan ödünç aldığım uyku tulumu durumu kurtarıyor. Gece yarısı, ortalık süt liman. Gün doğarken uyanıp kendime çay yapıp ısınıyorum. Sonra da marinanın öbür ucundaki WC’lerin yolunu tutuyorum. Temiz, düzgün ve her şeyden önemlisi sıcak oluşları hoşuma gidiyor. Gerçi çekek yerindeki WC’lerde de sıcak su var ama orası hem serin hem de biraz hor kullanılıyor.


NİHAYET ZEHİRLİ VURULUYOR

10 mayıs Salı; ustalar sabah 09.00’da çalışmaya başladı. Hava durgun. Önce karanlıkta gözden kaçmış yerlerin astarı vuruldu. Sonra astarı kurumuş bölgelerden başlayarak zehirli boya sürülmeye başlandı. Boya olarak “denizci mavisi” (laciverte yakın bir mavi) seçtim; ilk boyası da aynı renkti.

Bu arada komşu teknenin pervanesi ile ilgili bir sorunu çözmek üzere çağrılan Zafer Evkuran (5323817791) ile tanışıyorum. Mergus’un şaftında da bir boşluk var, hazır karaya çekilmişken şaft yatağını da değiştirmeye karar verdim; biraz dolduruşa da gelerek. Özgün yatak tamamen  lastik görünümünde 10 cm boyunda bir boru; pervaneyi sökünce, ucundan tutup çıkarılabiliyor. Zafer’in önerdiği yatak ise, dışı pirinç içi lastik/neopren (?); Bavaria’larda Volvo motor ile kullanılanlar da bundanmış. Ancak takılma işlemi sırasında farkediyorum ki, bu parça şaft kovanına bütünüyle giriyor ve değiştirmek gerektiğinde bütün kovanı sökmek gerekiyor. Artık yapacak bir şey yoktu. Ne çok şey bilmek gerekiyor.

Zafer, makine sınıfından deniz astsubay emeklisi. Adını Pendik marinada komşum Murat Cem vermişti. Hatta kendisinden zehirli boya işi için teklif de almıştım, önce 1800TL diyip, 1500’e inmişti, ama bana yüksek gelmişti.

Zafer, emekli oluncaya kadar hep akdeniz-ege üslerinde görev yapmış, bu taraflara da gelme niyeti yokmuş. Yalova’ya taşınma nedeni, kızının üniversite eğitimi. Resme ve tasarıma eğilimi ve yeteneği nedeniyle ısrarlı davranıp, önce güzel sanatlar lisesine gidip sonra da üniversitede iç mimarlık okuyan kızının kararlılığından övgü ile söz ediyor.

Zafer işini çok iyi bilen bir tavır ile pervaneyi söküyor; o kadar sert çekiç darbeleri uyguluyor ki, pervane kırılacak diye korkuyorum. Yerinden fırladığında dümen palasına vurmasın diye de önlem alıyor. Telefon ile parça siparişini veriyor, ertesi gün elinde olurmuş. Pervaneyi bana teslim edip gidiyor. Tutya için de bir ölçü veriyor, Ova Marine’den gidip alıyorum.



İkinci kat zehirlinin vurulması, komşu teknelerin benim adamları kullanmasının yarattığı program aksaması nedeniyle cilanın arkasına kaldı, ama akşama kadar tamamlandı.

Bu işler yapılırken ben de Pendik denizinin sularıyla bir yıl boyunca iyice kirlenmiş usturmaçaları temizledim. Bunu tekne denizdeyken yapamıyorum, çünkü doğaya zarar vermeyen malzemeler bu kiri temizleyemiyor. Sıvı cif ve benzeri malzemeler kullanmak gerekiyormuş. Günlerden bir gün Pendik marinada cif ile usturmaça temizleyip suyunu denize akıtan yelkencileri görünce çok şaşırmıştım. “Bu işi çekek yerinde yaptığımızda fark ne?” denebilir. Çekek yerinde ızgaralı kanallar yardımıyla bütün kimyasallar bir arıtma/atık noktasına akıtılıyor; sonra ne mi oluyor? Gerçekten bilmiyorum, burası Türkiye. Neyse, usturmaçaları cifleyip duruladıktan sonra, boşta duran bir inşaat iskelesinin demirine asıp kuruttum; artık bir yıl idare etsinler.

Geceyi yine teknenin içinde uyku tulumunu “giyerek” geçirdim; Mayıs ayında böyle soğuk!!

SON İŞLER DE TAMAM

11 Mayıs Çarşamba; gün doğarken uyandım, “WC yürüyüşümü” yaparken, bir gün önce pırıl pırıl yapılıp denize indirilmiş bir teknenin, limana giren soluganlar nedeniyle debelenmekte olduğunu, ama bir yandan da bordasının beton rıhtıma sürekli sürtündüğünü gördüm. Usturmaçalardan bir çözülüp denize düşmüş. Gece bekçileri farkında olsalar belki önlem alırlardı. O anda da çevrede kimse yok. Asılı usturmaçaları kaydırarak sürtünmeyi önledim. WC dönüşü, suda yüzmekte olan usturmaçanın sahile vurduğunu farkettim; yere yatarak uzandım, parmağımın ucuyla yakaladım ve olması gereken yere bağladım.

Bu gün şaft kovan yatağının ve dolayısıyla pervanenin yerine takılması dışında bir işim yok. Ama bir de küçük sorunumuz var: teknenin altında çıkıntı yapan parakete pervanesi ve derinlik ölçme sensörü de bir kat astar, iki kat boya ile boyanmış durumda. Hemen anımsadım; teknenin el kitabında, bu işlem sırasında onların yerinden çıkarılması gerektiği yazıyordu. Ama bunu boya ustalarının da bilmesi gerekirdi. Neyse, aseton elleri yıkamanın dışında bir işe de yaradı; boyaları temizleyip paraketeyi çalışır duruma getirdiler.

Zafer’i beklerken kentte yürüyüş yapıyorum, limanın hemen gerisindeki pazardan taze meyva, sebze ve peynir alıyorum. Bu açıdan Marinanın konumu olağanüstü; giriş kapısından çıktığın anda, yakın çevreye ve hatta Bursa’ya giden bütün otobüs ve minibüslerin kalktığı bir mini terminal ile karşılaşıyorsunuz. Yolun karşısına geçince de üstü kapalı bir pazar yeri var. Ayrıca, feribot iskelesi de hemen marinanın bitişiğinde; ustalar feribottan indikten iki dakika sonra çekek yerindeler. Kentin bütün hareketini, marinadan izlemek olanağı da var; örneğin seçim kampanyası nedeniyle bu gün Kılıçtaroğlu, yarın ise T. Erdoğan Yalova’ya geleceği için kentte kıyametler kopuyor.

Zafer öğleyin geliyor, yatağı yerine takıyor; bir gün önce aldırdığı tutyanın büyük geldiğini farkediyor ve dükkana gidip değiştiriyor. Artık her şey tamam, ama Çelen, dönüş yolunda bana katılmak üzere Perşembe sabahı geleceği için bir geceyi daha uyku tulumunda geçiriyorum; marketten hazır çorba ve fırından taze ekmek alıp, kendime teknede ziyafet çekiyorum.


DÖNÜŞ

12 Mayıs Cuma, dönüş günü. Marina bürosuna gidip tekneyi denize indirmek ve limanı terketmek için gereken işlemleri ve ödemeleri yapıyorum. Lift geliyor, tekneyi kaldıracak bantlar teknenin altından geçirilip konumları ayarlanıyor; o anda farkediyorum ki, bordada teknenin bu bantlara oturacağı yeri belirten işaretler, tam parakete hizasında. Allahtan, marina teknisyenleri o işarete bakmayıp, bantları, gözleri ile görerek paraketeye zarar vermeyeck biçimde yerleştiriyorlar ve bu işaretlerin tam salma hizasına  konduğu durumlarla bile karşılaştıklarını söylüyorlar.

Destekler alınıp, tekne yerden 60-70 cm yükseltildiğinde, ustalar, hem salmanın altını, hem de ahşap desteklerin dayandığı yerleri hızla boyuyorlar. Her şey tamamlandığında lift yavaş yavaş tekneyi denize atacağı kanala taşıyor.


Tam o sırada Çelen marina kapısında beliriyor. T. Erdoğan mitingi nedeniyle deniz otobüsü her zamanki iskelesine yanaştırılmamış, Çelen de her zamanki iskeleye çıktığını var sayarak başlangıçta ters istikamete yönelmiş.

Mergus’un dışı pırıl pırıl ama, güverte rezalet: boya yapıldığı sürece güverteyi yıkayamadım, alta akacak sular, hem çalışanları rahatsız edeceği için, hem de boyanın kuruyup kurumadığını kestiremediğim için; ayrıca tekneye inip çıkarken yerdeki çamurla ortalığı yeniden kirleteceğim için.

Denize indirdikten sonra ise, geçici olarak bağlandığım rıhtımda su bağlantısının bulunmadığını farkettim. Teknenin kendi duş hortumunun kafasını çıkartarak  havuzluğu yıkadım. Temizlik bittikten sonra havuzluk zemininde bir lastik conta buldum, ama yola çıkma telaşı ile nereye ait olabileceğini kestiremedim ve sakladım. Günler sonra bu duşu kullanmaya kalktığımda, hortum ile duş kafası arasından sular fışkırınca, bulduğum contayı anımsadım.

Marinanın çok düzenli bir yakıt istasyonu ve çok düzgün bir pompa görevlisi var. Aslında bu görevli sanırım OPET’in elemanı. Bir kaç gün boyunca kendisiyle zaman zaman sohbet ettik: Nereli olduğunu sorduğumda, “İstanbullu’yum” dedi.  Son 20 yıl içinde ilk kez bu soruyu “İstanbul’luyum” diye yanıtlayan biri ile karşılaşıyordum. İkinci hatta üçüncü kuşak olarak İstanbul’da yaşayanlar bile “Rizeliyim”, ya da “Sivaslıyım” gibi yanıtlar verip, “memleketini” hiç görmediklerini itiraf ederlerdi.  Oysa bizim pompa görevlisi sahiden İstanbullu imiş, Üsküdar’da doğup büyümüş. Şimdi ise ailesi ile birlikte, Maltepe’de Süreyyapaşa Sanatoryumu civarında oturuyor ve her gün oradan geliyormuş. Bu sabah da, bir gün önce arızalanan pompayı onarmak için erkenden gelecek teknisyenleri karşılamak üzere saat 06.30’da marinada bulunmak zorunda kalmış. Beklenenler ancak saat 10.00 civarında  gelip, parça almak üzere ortadan kayboluyorlar. Bizim de, limandan ayrılmadan önce yakıt alma planlarımız suya düşüyor. Oysa İstanbul’daki hiç bir marinada,  böyle güzel bir yakıt iskelesi yok. Arada bir Pendik’ten buraya yakıt almaya gelip, bir koşu pazardan alışveri yapıp (böylece bağlanma parası vermeyip) geri dönmek akıllıca olur mu acaba?

Teknenin yakıt göstergesi deponun yarıya yakınını dolu olduğunu belirttiği için endişelenmeden yola çıkıyorum. Pendik’te yakıt almaya kalktığımda 130 litrelik deponun yarısına yakını hala dolu göründüğü için “65 litre ekle, işallah taşmaz” diyorum; “yok abi, otomatik atar” diyor pompacı ve doldurmaya başlıyor; pompadaki rakam 70 oluyor, 80 oluyor, 100 oluyor; nihayet “tamam” diyorum, parayı ödüyorum ama içime bir kurt düşüyor; “adamın sayacı arızalı mı?”, “kazıklanıyor muyum?” gibi sorular geçiyor kafamdan. O akşam Gezgin Korsan Forum’da bilenlere danıştığımda anlıyorum ki, tekneye o göstergeyi şaka diye koymuşlar, afedersiniz, ne şakası olduğu ortada. Herkesin kendi işaretlerini koyarak kendi sıkalasını oluşturması gerektiğini o zaman öğreniyorum ve allahtan kötü bir deneyim yaşamadan ve pompacıyı da suçlamaya kalkışmadan.

11.20’de yola çıkıyoruz. Rüzgar tam kafadan. Biraz da dalga var, o da kafadan. Önce bir kaç tramola denemesi yapıyoruz. Görenler Pendik’e değil de Ataköy’e gittiğimizi sanacaklar diye vaz geçip motoru çalıştırıyoruz. Pendik’i hedef alıp dümdüz gidiyoruz. Sanki geldiğimiz tekne ile değil de başka bir tekne ile gitmekteyiz; ağırlıklarından kurtulan Mergus, uçar gibi gidiyor, ama kafadan gelen dalgalarla fazla zıplamasın diye “gemliyoruz”; üç saat sonra yeniden Pendik’teyiz. Marina dışına yatılı ilk seferimiz kazasız belasız sona eriyor.

Bu işin bana Türk Lirası olarak maliyetine gelince:
İşçilik:
440
Astar ve zehirli boya:            
780
Cila:                                       
50
Sarf malzemesi:                     
80
BOYA TOPLAMI:
1350
Konaklama, çekme-atma,yıkama:
500
Şaft kovan yatağı ve değişimi:
175
TOPLAM GİDER:
2025


Ayrıca yolda 50-60 TL’lik yakıt tükettim.

Boya işi ile ilgili olarak başka firmalardan aldığım aldığım üç teklifi karşılaştırmam gerekirse:

Teklif 1: 1500 TL
Teklif 2: 1680 TL Bu rakamın 750 TL kadarı işçilik.
Teklif 3: 1570 TL ( %18 KDV dahil ) Bu rakamın 700TL  (KDV hariç 600TL) kadarı işçilik.

Bu durumda benim kazancım ne oldu?

Diğer tekliflerin sahipleri de bu işi Yalova’da yapmaya razı idiler; çekme-atma ve gecelemenin daha hesaplı olduğunu kabul ederek; bu durumda yakıt gideri her teklif için söz konusu olacak idi.

Sonuç olarak, bu işi, en düşük tekliften 150 TL daha ucuza maletmiş oldum. Bir dahaki sefere, boyaları yine kendim alsam daha iyi olur diye düşünüyorum. Geriye de işçilik kalıyor ki, kim daha düşük fiyat verirse ona yaptırırım.

Bu işi Pendik’te yaptırsaydım marinaya ödeyeceğim bedel TL olarak:

Çekme-atma:
760
Alt yıkama:
70
Karada konaklama (3x75):
225
Elektrik-su (yaklaşık):
  15
TOPLAM
1070
Görüldüğü üzere, Yalova’dakinin iki katını aşacaktı.