18 Ocak 2012 Çarşamba

NASIL “DENİZCİ” OLDUM?


Ani bir kararla yelken eğitimi almaya karar verdiğimde, yaşım 65 idi ve kayıkta kürek çekmişliğim dışında, insan taşıyan herhangi bir şey yüzdürmüş değildim. Sadece 35 yıl kadar önce, Marmaris tatil köyünde, Çelen ile birlikte, bir optimiste atlayıp, rüzgarı arkamıza alıp kıyı kıyı gitmiş, dönüşte rüzgara karşı ne yapacağımızı bilemeyip, eşeğiyle tarladan dönen çiftçi gibi, tekneyi ipinden tutup yedeğimizde tatil köyüne kadar çekerek getirip, herkesin eğlencesi olmuştuk; turistik tesislerde konukları eğlendirmekle görevli animatörlerin henüz icat olmadığı yıllardı.

Çevremde, bu eğitimin nereden, nasıl alınacağı konusunda bana yardımcı olacak, bu spora meraklı kimse yoktu. İnternet sağ olsun, yanlış doğru kimi bilgiler edindim. İlk kararım, grup eğitimi alma seçeneğini elemek oldu; eğitim saat hesabı ödeniyordu ve sınırlı ders saati süresince eğitmen sadece benimle ilgilenmeli idi. Sonra, klüplerin eğitim saatlerinin benim programlarıma uymadığını da farkettim. Sonuç olarak, ulaşım açısından bana uygun olan bir özel kuruluşta karar kıldım.

İlk “paket”, 6.20 m boyundaki Gorbon G620 tipi tekne ile dörder saatlik dört ders ile eğitim bitimindeki bir sınavdan oluşuyordu. İlk bir-iki saatlik teorik eğitim dışında hep deniz üzerinde olduk. Sırasıyla, eğitmenlerim Sefa, Deniz, Günkut ve Ulvi ile Kalamış koyunda seyirler yaptık. Bu sürenin sonunda, ana yelken ıskotasını ve dümen yekesini aynı anda tutarak, rüzgardan sürekli yararlanacak biçimde manevra yapmayı becermem gerekiyordu.

Temel bilgi ve becerileri edinmenin yanısıra, çokça tramola ve kavança alıştırmaları yaptık: tekne yön değiştirdiğinde, yelkenin rüzgarı aldığı taraf da değişiyor ve yelkenleri buna göre ayarlamak gerekiyordu,  ama zaten yelkenler teknenin bir yanından ötekine kendiliğinden geçmeye çalışıyor, bu arada yelken kullananın bu geçişe engel olmaması, tersine kolaylaştırması ve kontrol altında tutması, ama kendisinin de aynı anda yer değiştirmesi gerekiyordu. Yelken bir tarafa, yelkenci öbür tarafa; işte asıl spor buydu ve her seferinde dengemi kaybediyordum; çünkü, bu boydaki bir teknede ayakta durmak söz konusu değildi ve ayrıca oturacak bir yer de yoktu; teknenin kenarına ilişerek dengeyi korumak söz konusuydu. Üstelik de tekne hafif ve oynak olduğu için, bu manevralar çok hızlı cereyan ediyordu.

Çevrede olup biteni kavrama yeteneğinin giderek azaldığı bu yaşlarda, durumu kavradıktan sonra, bir de hızla karar verip, atiklik gereken bir hareket yapmanın ne kadar zor olduğunu farketmeye başlamıştım. Rüzgar arkadan eserken, bazan yelkenlerin rüzgarı aldıkları yön, ben farketmeden değişiyor, ana yelken bumbası yatay bir giyotin gibi kafamı koparmak istercesine bir yandan ötekine geçiyordu. Bunun adının “istenmeyen kavança” olduğunu öğrendim. Eğitmenlerim, bu tehlike ile ilgili olarak yeteri kadar uyarı yapmıştı ve bu konuda çok dikkatliydim; öyle ki son çıkışlarda, kafayı bumbadan korumak, tekneyi yönetmekten daha önemli olmaya başlamıştı.

Yirminci saat dolarken, tramola ve kavança sırasında, hem teknenin bir bordasından ötekine yerlere yuvarlanmadan geçmeyi, hem de yön değiştirmekte olan ana yelken bumbasından kafamı korumayı becerebiliyordum. Son derste, koya yerleştirilen basket topu büyüklüğündeki kırmızı şamandıralarla oluşturulan parkurda gerekli manevraları yapmayı bile becermiştim.

Böylece sınav günü geldi çattı; 7 Ağustos; doğum günüm. Eğitmenim Deniz, yaptıklarımı çaktırmadan ama dikkatle izliyor:

Baş ıstralyaya sarılı flokun kılıfını çıkarttım, floku açıp indirdim, dağılıp uçmaması için katlayıp, güverteye lastikli iple bağladım.  Ana yelken kılıfını çıkarttım; ana yelken mandarını ve ıskotasını bağladıktan sonra yelkeni direkteki yuvasına taktım. Pupa palangasını serbest bıraktım. Tüm halatları roda edip direk ile mandar arasına sıkıştırdım.



Her şey hazır olunca, tonoz halatını çözdüm, kıçtan takma motorun benzin depo kapağı üzerindeki hava klapesini açtım; her zamankinden farklı olarak, benzin musluğunu açmayı bile unutmadım. Vitesi boşa aldım, önce çalıştırma ipinin boşunu alana kadar yavaşça çektim, sonra ipi hızla çekerek motoru bir kerede çalıştırdım. Soğutma suyunu atıp atmadığını, abartılı bir hareketle kontrol ettim. Baş halatını çözdüm, vitese taktım, gaz verip kendimden emin görünerek seyre başladım. Doğal olarak gergindim; rüzgar ile de pek ilgilenmiyor, sadece marinadan doğru manevralarla çıkmaya özen gösteriyordum.

Marinanın dışına çıkıp, rüzgara dönerek yelkenleri açmaya kalkıştığımda dehşete kapıldım: daha önceki dört eğitim seyrinde esen poyraz, yerini lodosa bırakmıştı! ”Ne farkeder?” diye düşünenler olabilir; ama benim kafamdaki her şey bir anda ters yüz oldu. Her eğitim başlangıcında, yelken açmak için Kurbağalıdere’ye yönelttiğim tekneyi şimdi açık denize yönlendirmem gerekiyordu. İlk şamandıraya, rüzgarı kafadan alıp orsa seyirle ulaştıktan sonra tramola ederek çevresinden dönmeyi kafamda kurmuşken, şimdi rüzgarı arkamdan alıp apaz seyirle şamandıraya ulaşıp, kavança ile etrafını dolaşmak gerekiyordu. Yapacağım işlerin sırası tamamen karışmıştı; kafamda her şeyi yeniden kurmam gerekiyordu.

Ana yelkeni açtım, pupa palangasını uygun pozisyona getirip kilitledim. Floku açtım. Bir elimde yeke, ötekinde ana yelken iskotası, yola koyuldum. Şamandıraları görmeye çalışıyorum ama bir görünüp bir kayboluyorlar. O zaman farkettim ki, 20 saat boyunca biz adam gibi bir dalga yaşamamışız; poyraza kapalı olan koyun hafif çırpıntılı denizinin keyfini sürmüşüz. Lodosun getirdiği dalga bir yandan tekneyi sallayıp yelkenlerin düzenli rüzgar almasını engellerken, bir yandan da şamandıraları görünmez kılıyor.

Ama hepsinden önemlisi, lodosun benim psikolojim üzerindeki etkisi idi: çocukluğumun geçtiği İzmit’te, ne zaman lodos esse, bir yandan başım ağırır, bir yandan da kağıt fabrikasından kente yayılan selüloz kokusu ile midem bulanırdı; daha ileriki yıllarda bu kokuyu, Yarımca’daki petrol arıtma tesisinden gelen çürük yumurta kokusu bastırmış, lodos bulantımı daha da artırmıştı. Tramola mı kavança mı, orsa mı, apaz mı diye kafamdaki karışıklığı düzene sokmaya çalışırken ya şimdi bir de baş ağrısı saplanırsa korkusu sarmıştı beni. Deniz tutma olasılığını bile aklımdan geçirmiştim.

Neyse ilk şamandırayı gördüm, ona yöneldim, çevresinden başarı ile döndüm. İkinciyi görmek daha zor oldu, öyle ki eğitmenim Deniz bile bizimle ilgisi olmayan başka bir şamandırayı gösterdi yanlışlıkla, neyse ki ben gözümdeki uzak gözlüğü yardımıyla olsa gerek, doğru şamandırayı seçebildim. İkincinin çevresini de hayırlısıyla döndükten sonra, dalgalar mı yükselmişti bilmiyorum, üçüncü şamandıra dalgaların arasında görünmez oldu. Rüzgar arkamızdan esiyor, yani geniş apaz bir seyir yapmaktayız. Yönümün doğru olduğundan bile emin değilim artık, bir anda her şey önemini kaybetti, sağ elimdeki ıskotayı, sol elimdeki yekeyi falan tamamen unutmuşum, tek derdim o şamandıra. Göz seviyemi yükseltirsem şamandırayı görebilirim düşüncesiyle kafamı zürafa gibi uzattığım anda bumba son hızla gelip kafama olanca ağırlığıyla çarptı.

Eğitmenim Deniz, hemen tekneyi kontrol altına alıp, benim uzanmamı sağladı, başımı suyla ovalayıp kıyıya telsiz ile bilgi verdi ve motoru çalıştırıp tekneyi marinaya yönlendirdi. Kendimi kaybetmediğime ikna olduktan sonra “işte şimdi denizci oldun” dedi.

O gün bu gündür, kendimi denizci gibi hissediyorum; temkinli ve tedbirli.

7 Ocak 2012 Cumartesi

MERGUS’UN İLK FIRTINASI; BİZİM DE


Teknemiz Mergus’u teslim alalı ancak birbuçuk ay olmuştu.

Tekneyi, yelken kullanmayı ve denizciliği kendi kendimize öğrenmeye çalıştığımız günlerdi; Çelen ile birlikte Pendik’ten açılıp, 3-4 saatlik seyirler yaparak. Haziran’ın 20’si, yıl 2010; az bulutlu güzel bir Pazar günü, bu henüz dokuzuncu seyrimiz.

Çok hafif bir rüzgar var ama yine de yelkenimizi açıp Büyükada’ya yöneldik. Bir saat ancak olmuştu ki, güneydoğuda, Yalova üzerinde oluşan kara bulutların yaklaşmaya başladığını farkedip yelkeni kapattık ve yönümüzü Pendik’e çevirip motora yol verdik; kara bulut da tam yol üzerimize doğru geliyor; çatışmayı önlemenin olanaksızlığını farkettim.

Limana bir mil kala kara bulut gök yüzünü kapladı. Bir anda esinti tamamen kesildi; deniz yüzeyi dümdüz oldu. Bu sükunet bir dakika bile sürmemişti ki, sanki bir balina, sancak bordamıza vurdu ve tekne bir anda iskeleye doğru yattı, neredeyse direğin ucu suya değecekti; bir an “acaba yelkeni kapamamış mıydım?” diye düşündüm. Aynı anda gök yüzünden bir tufan boşaldı. Deniz de gök yüzüne doğru yükseldi; tekneye vuran balinanın sırtındaydık sanki. Çelen, serpinti körüğünün koruduğu köşeye sığındı, bulabildiği bir yerlere tutundu, ben dümene sarıldım; teknenin üzerinde kalmaya çalışıyoruz. Tabii ki emniyet kemerimiz de var, ama kabinde; kutularının içinde, yepyeni duruyorlar.

O anda limana doğru seyretmenin olanaksızlığını farkettim; rüzgar ve dalga tam sancak bordadan vuruyordu. Üstelik de dalga ve rüzgar bizi limanı koruyan kaya dolguya doğru atıyordu. Son bir yıl okuduğum denizcilikle ilgili anılar ve hikayeler kafamdan hızla geçti ve karar verdim; tekneyi rüzgarın geldiği Yalova’ya doğru yönlendirdim; dalgayı çapraz alacak bir açı yakaladım. Motora biraz daha yol verdim; kayalıklara daha fazla yaklaşmaktan böylece korunacağımızı düşünüyordum. Ayrıca, sanki fırtınanın geldiği yöne gidersem, onu delip öte yana geçebileceğim ve hışmından daha kısa sürede kurtulabileceğim gibi geldi.

Böyle durumlarda insan dalgaların kaç metre olduğunu, rüzgarın hızını, geçen zamanı falan kestirmeye kalkışmıyor; burada sözünü ettiğim insan, denizcilik deneyimi olmayan ve yelkeni kapatıp açık denize yönelme dışında hiç bir önlem alamamış panik halindeki biri. Sadece kendi sorumluluğumu taşısam böyle paniklemiyeceğim; Çelen’i de bu badirenin içine sürüklemiş olmamın gerginliği var üzerimde.

Lunaparkta gider gibi altımızdan geçen dalgalara inip binmeyi bir tür rutin haline dönüştürünce, ikimiz de biraz sakinledik; ya da öyle olduğunu sanıyorum. Birbirimizle konuşamıyoruz; sadece arada bir gözgöze geliyoruz. Bir gözüm de, aşağıda kabindeki tezgah üzerinde duran can yeleklerinde; ama dümeni bırakamıyorum; Çelen ise yerinden kıpırdasa dengesini kaybedip yuvarlanacak. Böylece, can yelekleri ile karşılıklı bakışmayı sürdürürken, “hiç değilse nal can simidimiz var” deyip simidin takılı durduğu sancak kıç omuzluğa gözümü çeviriyorum; ilk dalgalar simidi çoktan alıp götürmüş. O günden sonra, uzun bir süre, “neredeyse evde bile can yeleği takarak dolaşmayı adet haline getirdik” dersem fazla abartmış olmam (belki depremde de işe yarar).

Yapacak bir şey kalmadığını anlayınca, kaderimize razı olup iyice rahatladık; artık, kafamızı kaldırıp çevremize bakabiliyorduk. Bakmasına bakıyorduk ama görüş mesafesi ancak 20-30 metre kadardı; gökten inen tufan ile denizden fışkıran sepintilerin oluşturduğu bir su bulutu içindeydik. İlk bir kaç saniye içinde, denize düşmüşçesine iliklerime kadar ıslandım ve üşümeye başladım; suya batırılıp buzhaneye bırakılmışlık duygusuna kapıldım, Haziran ortasında. Aslında iki adım atsam rüzgarlığıma ulaşabileceğim ama dümeni bırakamıyorum; teknenin üzerindeyken bile insanın her şeyini, dağcılar gibi sırtında taşımasında yarar var sanırım.

Ama o anda elimin altında olması en gerekli şeyin telsiz olduğunu düşündüm; böyle bir durumda, kullanmaya kalkışsak, kabindeki telsize ulaşmamızın olanaksızlığını farkettim. O gün bu gündür, bir el telsizi edinmeyi planlıyorum. Ama bir yandan da, “elimizde telsiz olsa ne yapacaktık?” sorusuna yanıt bulamıyorum; daha doğrusu telsiz ile yardım istemeye kalksak kim ne yapabilirdi? Olsa olsa, bulunduğumuz yeri bildirmiş olmanın huzurunu duyardık; hani alabora olsak bizi nerede bulacaklarından emin olmak gibi bir duygu.

Pusulanın gittiğimiz yönü gösteriyor olması ilk anda yeterli gibi görünüyordu; kayalara doğru gitmediğimizden emindik ama Pendik limanın çevresinde demirde duran ve bir kısmı hurda görünümlü gemilerin yerlerini kestirme olanağımız yoktu, her an bunlardan birini karşımızda görebilirdik. Böyle bir kaç gemi silüetini sıyırarak geçtik. Sonunda bir tanesi kara bir duvar gibi hemen önümüzde belirdi ve o anda bir şey farkettim: uygun bir konum yakalayabilirsem, demirde yatan o koca gemi beni dalgadan ve rüzgardan biraz olsun koruyabiliyordu. Motorun hızını kesip biraz soluklandım, ama havada ve suda oluşan anaforlarla, Mergus’un gemiye yaklaşmakta olduğunu farkedip, bu molayı fazla uzatmadım. Bu arada gemiye doğru seslenmeyi denedim (kornamız falan da var ama onlar da kabinde). Tabii bu, umutsuzca yapılmış bir girişimdi, o havada top patlasa kimse duymazdı. Kaldı ki orada bazan aylarca yatarak, büyük olasılıkla tersanedeki onarım için sıra bekleyen bu terkedilmiş görünümlü gemilerde birileri bulunsa bile, bu havada güvertede ne işleri olabilirdi.

Geminin “gölgesinden” çıkıp yeniden rüzgar ve dalgaya kendimizi bıraktıktan sonra da “epeyce” bir süre geçti. Derken rüzgar ve dalgada oldukça ani bir azalma oldu; rüzgar 30-35 knota düşmüştü. Gökten ve denizden üzerimize püsküren suyun etkisinin hafiflemesiyle birlikte çevremizi biraz daha algılamaya başladık ve kara göründü!!! İskelemizde beliren kıyı silüetinin nereye ait olduğunu kavramam biraz zaman aldı; çünkü ne gittiğimiz hızı biliyorduk, ne de geçen süreyi;  o anda sorulsa, Yalova’ya yaklaştığımızı söyleyebilirdim. Biraz sonra, hayal meyal büyük vinç gölgelerini farkedince, Pendik açıklarında, Tuz Burnu’na yakın bir konumda bulunduğumuzu anladım. Bütün bu süre zarfında ancak 2-3 mil gidebilmiştik.

Yönümüzü hemen limana çevirdim; artık rüzgar arkamızdaydı. Böyle beş-on dakika seyretmiştik ki, rüzgar tamamen durdu, biraz bekledi ve bu kez 15-20 knot hızla tam karşıdan esmeye başladı. Olağan koşullarda çekinip yelken küçülttüğümüz bu hız bize artık meltem gibi geliyordu. Tam marinaya gireceğimiz sırada, fırtınanın kesilmesini fırsat bilen Yalova feribotu ile burun buruna gelmemiz bile bizi heyecanlandırmadı; oysa daha önceki günlerde bu feribotla yaşadığımız bu “samimiyet” bizi hep ürkütürdü.

Marinaya girdiğimizde, bağlı teknelerde derbest duran her şeyin suda yüzmekte olduğunu gördük. Marina görevlilerinin ve komşu teknelerdeki yelkenci dostların sıcak karşılaması içimizi ısıttıysa da, bir an önce sıcak bir duş yapıp sıcak bir şeyler içmeye ihtiyacımız vardı ama kendi suyumuzu ısıtacak kadar bile gücümüz kalmadığını farkettik. Çelen marina tesislerine yöneldiyse de oradaki durumun daha umutsuz olduğunu gördü: cereyan kesilmiş, camekanlar parçalanmış, tenteler dağılmış, herkes ortalığı toplamaya çalışıyor, hiç bir hizmet vermeleri söz konusu değil.

Her zamanki gibi kendi çayımızı yaptık ve fırtınadan çıkıp gelen öteki teknelerin hikayelerini dinlemeye başladık. Bir anda bizimki de o hikayelerden biri gibi gelmeye başladı bana; sanki son bir saati yaşayan biz değildik; o olay bizim dışımızda cereyan etmişti. Sıcak duş ve sıcak çay tüm gerilimi üzerimizden attı. Hele panton komşumuz emekli bir uzak yol kaptanının, önceden kestirilemeyen bu denli ani fırtınayı insanın yaşam boyu sadece bir kere  yaşayabileceğini söylemesiyle iyice huzura erdik; sıramızı savmıştık, bundan sonraki seyirlerimizde böyle kötü sürprizler yaşamayacaktık; başka türlerini de sırayla atlatırsak artık karada (pardon denizde) ölüm yok demekti.

Geriye dönüp düşündüğümde, bütün o süre boyunca, tek korktuğum şeyin motor arızası olduğunu anımsıyorum; böyle bir durumda ne yapardık bilmem ve hala da bilmiyorum. Yelkenle sağlanabilecek çözümleri deneyebilmek için dümeni bırakmam gerekirdi ki bunu göze alamıyordum; ayrıca olağan koşullarda bile yelkeni açmak, benim için henüz bir rutin haline gelmemişti.

İkinci bir korku da teknenin her an alabora olması ya da bir şekilde dağılmasıydı (!). Teknemizin A sınıfı niteliği, teknik belgelerinde yazıyor olmakla birlikte bunun geçerliliğini denemeden bilemezdik ve işte o fırsatı yakalamıştık:
A.Ocean: Designed for extended voyages where conditions may exceed wind force 8 (Beaufort scale) and significant wave heights of 4 m and above but excluding abnormal conditions, and vessels largely self-sufficient.  

Sonuç olarak bu fırtınanın en önemli yararı, teknemize güvenimizin artması idi; tabii kendimize olan güvene de biraz katkısı olduğunu söylemeliyim. Şimdi artık, her an böyle bir hava ile karşılaşabileceğimizi ve bununla baş edebileceğimizi biliyoruz, ama karşılaşmamak için de daha dikkatli davranıyoruz. Tabii önlemlerimiz konusunda da daha bilinçliyiz. Böyle bir deneyimi, işin başında yaşamış olmamız büyük bir şans.