30 Temmuz 2014 Çarşamba

GÖSTERGELERE SAKIN İNANMAYIN


Güven Birkan, 30.07.2014
Bu yıl yaz aylarında da Sığacık Körfezinde güneyli rüzgarlar esiyor. Biraz dalga kaldırıyor ama, deniz suyu geçmiş yıllara kıyasla daha ılık. Bir de koylara demirlediğimizde, dağlardan inen kuzey rüzgarlarının yaptığı gibi, tekneyi bir o yana bir bu yana savurmuyor.

İlk kez teknede yatılı olarak bir çifti konuk ediyoruz. Orhan Silier 40 yıldır, Ayşe Erzan ile 20 yıldır dostumuz.  Beylerbeyi’nde 6-7 yıl kadar komşuluğumuz da var. Yani, teknenin minik mekanlarında dostluğumuzu bozmadan 4-5 gün birlikte olacak kadar birbirimizi tanıyoruz.

Alıştırma olarak ilk gün Düverlik Koyu’na gitmek bize uygun göründü; akşama marinaya dönmek niyetiyle. Niyeti belirleyen teknedeki enerji kapasitesi: aküler 4 yılı doldurdu ve kısa sürede boşalıyorlar. Öyle ki yelken seyri yaparken otopilot kullanmıyoruz; buzdolabını çalıştırmıyoruz; demirledikten sonra, hidrofor çalışmasın diye hemen hemen hiç tatlı su kullanmıyoruz; navigasyon ve telsizi de kapatıyoruz. Bütün bu önlemlere karşın, akşam olup da demir alacağımızda, ırgat motoru kimi zaman zorlanıyor.

Neyse, güzel bir yelken seyrinden sonra koya demirledik. Burası, girişi dar, kendisi küçük, çevrede kayalara kazılı kalıntılar olan, üç tarafı hızla yükselen çam ve maki kaplı yamaçlarla çevrili sevimli bir koy. Bir bütün gün denize girdik, gazete kitap okuduk, sohbet ettik, kayalarla denizin şıpırtılı buluşmasını dinledik/izledik. İlk gün yemek işini, ev sahibi olarak biz üstlendik ve Kıbrıs usulü hellimli makarna yaptık; suyunu süzmeden makarna yapışımız takdir topladı; yanında salata ve soğuk içeceklerle öğleni geçiştirdik.



Akşam 19.00 sularında toparlandık, demir almak üzere hazırlığımız yaptık, marşa bastım, tık yok. Ama motor çalışmadan önceki o tiz düdük çalıyor: düüüüt. Bir elektrik sorunu olduğunu düşündüm; hemen akü geldi aklıma. Ayşe de, fizik profesörü olarak akü tanısını koydu. Elektrik tablosundaki göstergeye baktım, 13V yazıyor, yani göstergeye göre, aküde sorun yok. Zaten gün boyunca arada bir hep denetliyordum bu göstergeyi. Başka ne olabilirdi? Marş motoruna akın ulaşmıyor muydu acaba? Tekne firmasının her konuda bilgili ve deneyimli ustası Fahri Bey’i telefon ile aradım; akünün tamam olduğunu ama marşın basmadığını söyledim. Bana marş motoruna gelen kabloları tornavida ile birleştirerek motoru çalıştırabileceğimi söyledi. Denedim; yine tık yok, ama düüüt var.

Motorun en son bakımını yapmış olan marinadaki firmaya telefon ettim; çalışma dışı saatler olduğu için ustalara ulaşamayacaklarını ve başka türlü de zaten yardımcı olamayacaklarını söylediler; “ilgilerine” hayran kaldım. Marinadaki panton komşum Sedat Öztekin’i aradım; o anda marinaya giriyormuş,  “hemen geliyorum“ dedi; aynı pantondan tanıdığımız Fatih Türkkan’ı da aramamı önerdi; durumu uygun ise birlikte daha yararlı olacaklardı; motoru çalıştıramazlarsa yedekleyip götüreceklerdi Mergus’u. Her ikisi de, aynı zamanda, Gezgin Korsan forumundan sanal arkadaşlarım.

Fatih, Güzelbahçe’de oturuyor; yarım saat önce marinadan çıkmış ve tam evine ulaşmak üzereymiş. “Hemen dönüp marinaya gidiyorum” dedi.

Konuklarımız olmasa telaşlanmayacaktım ve ortalığı da bu kadar telaşa vermeyecektim. Ama koy lodosa açık, rüzgar ve dalga artarsa çok fazla sallanacağımızı düşünüp, sabaha kadar demirde kalma düşüncesini hemen ikinci plana attım. Ancak bu arada, akşama kadar esen rüzgar tamamen kaldığı (kesildiği)  için yelken ile gitme olanağımız ortadan kalkmıştı. Zaten 30 metre zinciri elle toplamak ve çok dar olan koydan yelken ile çıkmak da güç ve maharet isterdi. Lastik bot vardı, ama motoru yoktu; olsa, tekneyi koy dışına onunla çekmek ve hatta yavaş yavaş marinaya dönmek söz konusu olabilirdi, ancak en azından benim kadar deneyimi olan ikinci bir kişinin daha teknede bulunmuş olması koşuluyla.

Kıyıya çıkmanın da bir yararı yoktu, çünkü kıyıdan bir karayoluna ulaşmak için saatlerce yürümek gerekiyordu. Bu koyların çekiciliği, karadan ulaşılamayışın sağladığı sükunetten kaynaklanıyordu. Sükunet güzel de, her güzelin bir kusuru olabiliyor işte.

Yine de bu arıza ile, böyle rüzgarsız bir havada denizin ortasında karşılaşmadığımız için şanslıydık; çünkü o durumda teknenin nereye sürükleneceği belli olmazdı; açık denize sürüklense pek sorun değil de, kıyıya gidip kayalara bindirirse hoş bir durum olmazdı. Tabii her zaman Sahil Güvenlik seçeneği vardı; ama onların sorumluluğu, tekneyi değil, içindekileri kurtarmaktan ibaretti;  zaman zaman tekneyi yedekleyip kıyıya çektiklerini de duymuştum.

Sedat-Fatih ekibi, yarım saat sonra telefon ettiler, yola çıkmışlardı. Artık hava kararmaya başlamıştı. Güvende olma duygusuyla gerilimim epeyce azalmıştı. Birbuçuk saatlik bir yol katedeceklerdi. Tahmin ettiğim gibi, 21.00 sularında karanlığın içinden Nil teknesinin silueti belirdi. Yaklaşınca üç insan gölgesi fark ettik; Sedat Bey’in eşi Nil Hanım da katılmıştı “kurtarma ekibi”ne; her zaman gülümseyerek moral veren ifadesiyle.
Yedekleme için halatları hazırladıkları görülüyordu; ama önce Fatih “motora bir göz atayım” diyerek Mergus’a sıçradı. Öztekin çifti, demir atmak yerine, Nil ile çevremizde tur atmaya başladı. Fatih Türkkan, bir lamba yardımıyla aküleri denetlendi; motor aküsü, kutuplarına kablo ile dokundurduğu ampulü ölü gözü gibi yakabildi. Teknede takviye kablosu bulundurmadığım için servis akülerinden biri ile motor aküsünün yerini değiştirmek gerekti. Motor çalıştı. Ama bu basit operasyon bile bir saate yakın sürdü.

Nil önde, Mergus arkada yola koyulduk. Fatih Türkkan her ihtimale karşı bizimle geldi. Çok güzel bir gece, yıldızlarla bezenmiş, pırıl pırıl gök yüzü, dümen suyunda parıldayan yakamozlar. Güvende olmanın huzuru.
Denizcilerin sosyal paylaşım sitesi Gezgin Korsan’da olayı özetlediğimde; karşılaştığım arıza, “üç beş dakikada çözülebilecek türden” basit bir sorun olarak yorumlandı; standart bir denizci için buna “arıza” bile denmezdi, demek ki. Aynen öyleydi. Ama önce göstergelere inanmaktan vaz geçmem gerekiyordu; telefon ettiğim herkes önce aküyü sordu, ben de “aküde bir sorun yok, gösterge 13v gösteriyor” dedim. Ama hiç kimse de bana “göstergelere inanma” demedi.

Bu olay bana yıllar önce yaşadığım başka bir deneyimi anımsattı:

Çalıştığım inşaat firması, Köyceğiz’in Ekincik Körfezi’nde bir marina inşaatına karar verdi ve inceleme için üç kişilik bir ekip oluşturdu. Bir mimar arkadaş  ve bir deniz yapıları tasarımında uzman profesör Ali Rıza Günbak ile birlikte Köyceğiz’in tek oteline yerleştik. Her gün Ekincik’e gidip denizde ve karada ölçümler yapıyoruz; akşamları da duş alıp erkenden yatıyoruz; oturup sohbet edecek kadar bile mecalimiz kalmıyor.

Son gün mimar arkadaşımız Ekincik’den otele dönerken, “bu ne biçim otel, bir sıcak su bile akmıyor, hep soğuk duş yaptım” diye yakındı. Bu arkadaşımız, fakülteyi bitirir bitirmez çalışmak için Almanya’ya gidip 20 yıl kadar orada yaşayıp emekli olduktan sonra kesin dönüş yapmış, bu arada tam bir Alman kafasına sahip olmuştu. Ali Rıza ile birbirimize baktık ve “biz her akşam sıcak su ile duş yapıyoruz, nasıl olur?” dedik. Birlikte onun odasına gidip duşun sıcak musluğunu  açtık; gerçekten soğuk su aktı; ama öbür musluğu açınca sıcak su geldi; muslukları ters bağlamışlardı. Almanya’da o yıllarda, her hangi bir inşaatta böyle bir durum olsa şantiyenin görevli mühendisini belki de cezalandırırlardı. Şimdilerde onlar da Türkleşti, tren kazası bile yapabiliyorlar.

Hadi o arkadaş Alman terbiyesi almıştı da o nedenle öteki musluğu açma seçeneğini düşünememişti; peki bana ne oluyor da göstergelere bu kadar inanıyorum. Bundan sonra söz, teknenin göstergelerindeki hiç bir veriye inanmayacağım. Anladım ki tekne yapımcımız Fransızlar da Türkleşmiş. Henüz Avrupa Birliği’ne girmeden kültürümüzle Avrupa’yı fethettik. Aferin bize.