18 Ekim 2012 Perşembe

“ÜÇ HAFTA İSTANBUL-BİR HAFTA SIĞACIK” PROGRAMI BU YIL İÇİN SONA ERDİ

 15.10.2012

Eylül-Ekim ayları, Seferihisar-Sığacık Körfezi’nde yelken yapıp denize girmek için en güzel zaman. Belki tüm Ege için durum aynıdır. Hava sıcaklığı 30º santigratın altında, su sıcaklığı 21 º santigratın üzerinde; rüzgar ise genellikle 20 knotun altında, ama yine de sinekleri kovacak mertebede; çoğu zaman kuzeyden esmeyi sürdürdüğü için de, koylarda rahatsız edici bir dalga yok. Okullar açılıp, yazlıkçılar el-ayak çektiği için de ortalık iyice sakin; hele hafta içi, koy başına bir tekne bile düşmüyor.

Bu sükûnet insana denizde huzur, karada ise hüzün veriyor; Sığacık’ın yazın cıvıl cıvıl olan merkezi, terkedilmiş bir havaya bürünmüş. Ancak hafta sonları biraz hareketleniyor. Kimi akşamlar, Seferihisar Belediyesi Gençlik Orkestrası, ortamı canlandırmak için, yaya bölgesi girişinde neşeli parçalar seslendiriyor. “Yaya bölgesi” dediysek, sonbahar ile birlikte, burada motorlu araçların yayaları hiçe sayarak fink atmasına herhangi bir itiraz olmadığını da belirtmem gerek. Bu arada merkezdeki yeşil alanın marinaya yakın bölümünde yazın kurulan geçici satış kulübeleri sökülünce, her iki taraf için de bir ferahlık oluştu; yeşil alan denize ve ardındaki yeşil sırtlara açıldı, marinadan bakınca da geniş yeşil alan ve ardındaki çarşı algılanır hale geldi. Belki de bu kulübelerin kuruluş yeri en baştan yanlış olmuştur.

Ekim ayının “Sığacık haftası”nda Ağabeyim Ertan da bize katıldı. Gündüzleri bizimle denize açılırken, akşamları, kıyıdaki Teos Pansiyon’un denize bakan odasının tadını çıkardı. Akşam üzerleri de, ya teknede huzur içinde, ya da çay bahçelerinin birinde üzerimize tırmanan kedi ve köpeklerle birlikte hafif bir şeyler atıştırdık; tatil yörelerinde insanlar, besledikleri kedi-köpekleri arkada bırakıp evlerine dönünce, hayvan-insan dengesi bozuluyor.

Akşam yemekleri bize biraz ağır geldiği için, hafif bir kahvaltıyı tercih ediyoruz. Sadece bir akşam (Cumartesi), Liman Lokantası’nın taze ve lezzetli mezeleri eşliğinde şişte dil balığı yeme mutluluğuna eriştik, Ertan’ın davetlisi olarak. Yemeğin sonunda biz talep etmediğimiz halde masamıza gelen meyve ve tatlı, “müesseseden” imiş meğer; işletici nasıl müşteri çekeceklerini biliyor doğrusu; lokanta tıklım tıklım dolu idi.

Lokantada, yıllardır görüşemediğimiz dostlarımız Tülay ve Erden Öney ile karşılaştık; İstanbul’da evlerimiz 15 dakika uzaklıkta ama, araya yılları sokarak ummadığımız bir yerde karşılaşıp seviniyoruz. Erden Bey’in Sığacık’a yerleşen kardeşini ziyarete gelmişler. Tülay, Çelen’in Devlet Planlama Teşkilatı’ndan ve de Çevre Müsteşarlığı’ndan çalışma arkadaşı. Artık böyle bir kuruluş da kalmadı, bir punduna getirip kapısına kilit vurmuşlar; anahtarın sesini bile duymadık; Başbakanlık Çevre Müsreşarlığı ise işlevsiz bir Bakanlığa dönüştü. Erden Bey ‘e gelince, , benim Oyak’da çalıştığım yıllarda, bu kuruluşun yönetim kurulu üyesi idi, üniversite kontenjanından. Artık Oyak diye bir kuruluş var ise bile sesi sedası çıkmıyor; bankası da satmış durumda, bildiğim kadarıyla, hisselerin büyük kısmını Yunan kilisesi satınalmış durumda.

Teknede ilk bebek

Bize bu lokantayı tavsiye eden Serkan Bey, Sığacıktaki Atlantis tatil köyü’nde müdür ve Çelen’in yakın arkadaşı öğretmen-çevirmen-yazar Sevim Hanım’ın oğlu; eşi Lara ve dokuz aylık kızı Mia ile birlikte tatil köyünde yaşıyor. Eylül ziyaretimizde, bizi bir akşam Atlantis’e yemeğe davet ettiler. Doğaya zarar vermeden, zeytin ağaçları arasına serpiştirilmiş binalardan oluşan bu tesiste, turlar aracılığıyla gelen konuklara çok makul bir fiyatla tatil yapma olanağı sağlanıyor imiş. Kasım ayı sonuna kadar da tam dolu oluşu, konukların rüzgarlı hava ve serin denize karşın burayı sevdiklerini gösteriyor.

İki gün sonra da biz Serkan Bey ve ailesini, tekne ile Sığacık koyunda ağırlama olanağını bulduk. Böylece ilk kez teknemize bir bebek konuk oldu. Doğaldır ki teknede ona uygun bir can yeleğimiz yoktu. Ama zaten o da henüz emekleme aşamasında idi; ilk kez o gün ayağa kalkıp adım atmaya çalıştığını sanıyorum; teknenin sallantısı iyi geldi her halde. Havuzlukta kâh kucaklarda, kâh yerde emekleyerek vakit geçirdi; uykusu gelip mızıldanmaya başlayınca, kabine yerleştirdikleri arabasına yatırdılarsa da pek uyumaya yanaşmadı; ne de olsa ilk tekne yolculuğunun heyecanını yaşıyordu.


O gün konuklarımıza Kıbrıs usulü hafif bir şeyler hazırlıyoruz: lop yumurta takviyeli, taze börülce-kabak salatası (haşlayıp, sıcakken üzerlerine zeytinyağı limon karışımı ekliyoruz) ve rendelenmiş hellim kuru nane karışımı dökülerek servis yapılan makarna. Serkan, ayrıca kolları sıvayıp güzel bir salata yapıyor; ne de olsa turizmci, elinden her iş geliyor.

Balık avı mevsimi açıldı

Bu sonbahar akşamlarında, karada herkes, erkenden evlerine çekilirken, denizde bir hareket başlıyor: av mevsiminin açılmasıyla denize açılan büyük balıkçı tekneleri, her akşam neredeyse aynı saatte, ard arda rıhtıma yanaşıp, günün kısmetini, kasalarla soğutulmuş kamyonlara boşaltıyorlar. Ertesi sabah erkenden bu balıklar, büyük kentlerin balık hallerinde toptan satışa sunulurken, aynı tekneler çoktan denize açılmış oluyor. Ülke çapında tıkır tıkır işleyen bir düzen kurulmuş. Bunun değerini bilmemiz gerek. Örneğin Cezayir’de yaşadığımız 80’li yıllarda, balık almak için, başkentteki bir balıkçıya değil, günün belli bir saatinde, bir saat uzaklıktaki Cemile adlı bir balıkçı köyüne gitmemiz gerekiyor idi. Ama itiraf etmeliyiz ki, yaşamımızdaki en iri barbunları da orada yeme fırsatımız oldu.

Sığacık’ın yerlisi bir balıkçı, bu büyük teknelerin sahiplerinin hep Karadenizli olduğunu söylüyor. “Öyleyse sadece tayfalar mı buralı?” diye sorduğumuzda, “buranın insanları böyle sabahın köründe denize açılacak kadar kendilerini sıkıya sokmazlar” yanıtını alıyoruz. Yani, bu büyük teknelerde çalışanlar da Karadenizli imiş.

Yine de Sığacık ahalisi, küçük balıkçı tekneleriyle, gece gündüz açılıp olta ile balık avlıyor ve Su Ürünleri Kooperatifi’nin satış yerinde sabahları mezata sunuyorlar. Teknedeki düzenimiz uygun olmadığı için, mezattan balık alıp pişirmiyorsak da, mezatı zaman zaman izlemeyi seviyoruz; böylece İstanbul balıkçılarında daha önce görmediğimiz bazı balıklarla tanışma fırsatımız oluyor. Mezattaki fiyatlar, İstanbul’dakilere yakın ama balıkların tazeliği fark yaratıyor. Zaman zaman bazı balıkların çok ucuza gittiği de oluyor; geçenlerde iki kilosu 10 liraya satılan kolyosu, üç gün sonra İstanbul’da kilosu 20 liraya görünce, tutan balıkçılar adına üzüldüm doğrusu.

Ekim: Yılın en güzel denizleri

Ağabeyim Ertan, Mergus’a sadece bir kez Pendik’te iken binmiş ve bizimle Adalar’a kadar kısa bir seyir yapmış idi. Bizim Sığacık haftalarını anlatan notlarımızı okuyup bu yaşamın tadına bakmayı uzun süredir arzuluyordu. 5  Ekim Cuma günü, İstanbul’dan hava+kara yoluyla Sığacık’a ulaşmamız yarım günümüzü aldı. Ertan’ı Teos Pansiyon’a bırakıp tekneyi yıkadıktan sonra, marinadaki “Pier Kafe” de buluşup, güzel bir pizza yedik.  Vaktin akşama yaklaşmasına ve rüzgarın 20’li knotlarda esmekte oluşuna aldırmadan denize açıldık. Zaman zaman 25 knota yükselen rüzgar, aslında bizim yelkenlere camadan vurmamızı (küçültmemizi) öğütlüyordu ama yanlışlıkla her iki yelkeni de sonuna kadar açmış bulunduk.  İyice bayılan (yan yatan) tekne ile körfezde bir saate yakın seyir yaptıktan sonra dönmeye karar verdik; ancak yelkenleri kapamakta epeyce güçlük yaşadık; rüzgarın hızı ile acemiliğimiz birleşince, tekne bir kaç kez kendi çevresinde tur attı, sonunda tekneyi rüzgara yönelik tutmayı başardık ve yelkenleri indirdik.

Çelen ve Güven Kokar'da

 Bu deneyimden sonra, Ertan’ın ertesi gün yine kuvvetli esen rüzgarı farkedince, yan çizeceğini düşünürken, sabah teknede hazır bulunduğunu görünce, bu tür akrobasilerle gözünü korkutamayacağımızı anladık(!). Hiç değilse denize girerken sakin bir ortamda olalım diye Kokar’a gitmeye karar verdik; Sığacık Körfezi’nin en korunaklı koyuna. Güzel bir yelken seyri ile koya ulaştık, nedense şimdilik kimsenin çekip götürmediği iki kırmızı şamandıradan birine bağlandık. Girdiğimiz su, ilk kez bizi ürpertmedi; yaz boyunca girdiklerimiz ile kıyaslarsak. Ama Ertan için oldukça soğuk sayılırdı, yine de suyun berraklığına ve renginin çekiciliğine dayanamadı.

Deniz kıyısında sebze kürü

Üçüncü gün (Pazar) Sığacık pazarını ziyaret günümüz idi. Taze börülce, bamya, kabak, salatalık vb sebzelerle sırt çantamızı doldurup Mergus’a döndük; biraz da tatlı-tuzlu hamur işi aldık, akşam çayımız için. Herkes deniz kıyısında balık yemeyi düşler, biz Sığacık’a gelince beş günlük bir sebze kürüne giriyoruz; Ertan da bu durumdan memnun görünüyordu. Bamya ve börülce gibi ayıklaması zaman alan sebzeler, sohbet ederek vakit geçirmeye ayrıca yardımcı oluyor. Çelen, alınan sebzeleri, marinanın mutfağına taşıyıp yıkadıktan sonra yine tekneye taşıyarak da zamanını “değerlendiriyor”.

Mandalinalar henüz tam olgunlaşmamış, yine de aroması için alıp yüzümüzü ekşiterek yiyoruz. İncir mevsimi geçmiş, tek tük satılıyor. Domateslerin tadı, marketten aldıklarımızdan pek farklı değil, çocukluğumuzun domatesini anılarımızda yaşatıyoruz. Uzun saplı yaprakları ile birlikte satılan kerevizler, aslında salataya uygun değil, bunlar bildiğimiz kök kerevizi; sapları fazla lifli ve yaprakları çok sert; ama görünüşleri çok güzel.

Hamur işlerine gelince: Sığacık’ta Üniversiteli adını almış bir fırın var idi, her an taze ürünler çıkartan (közlenmiş patlıcan ve biber gibi sebzeler de dahil); belediye ile, yeşil alanda kendilerine yer tahsisi konusunda ortaya çıkan bir anlaşmazlık sonucu işletici burada hizmet vermekten vaz geçmiş ve fırın kapanmış. Sığacık’taki tatilciler için bir kayıp, bizim için ise, kilo yapan yiyeceklerin hiç değilse bir bölümünden kurtulma şansı. Pazar günleri, Sığacıklıların ve çevredeki köylerde yaşayanların evlerinde hazırlayıp pazara satmaya getirdikleri hamur işleri tercih edildiği için, Üniversiteli Fırını, daha çok hafta içi günlerde iş yaparak ayakta durmaya çalışıyor imiş; ama sadece satış yaparak değil, müşteriye masalarda da hizmet vererek sürümünü artırmak istemiş; ancak önündeki yeşil alandaki tesisi, belediye başkasına kiralayınca işletici de Sığacık’a küsmüş.

Bu kez ekmeğimizi, çarşı içindeki geleneksel yöntemle harika ekmekler yapan fırından aldık. İlk sabah taze ekmekle kahvaltımızı yapıp, sonraki günlerde kızartarak yiyoruz. Zaten bir hafta boyunca, iki ekmek bize yetiyor da artıyor bile. Artanları ufalayıp denize attığımızda, merinanın minik balıkları üşüşüp bunları didiklemeye başlıyorlar; karbonhidrat ağırlıklı beslenmenin sakıncalarından henüz haberleri yok.

Ağabeyim Ertan, sabahları Teos Pansiyon’da kahvaltısını yaptıktan sonra günün proğramına katılmak üzere marinaya geliyor. Rüzgarın ılımlı estiği bir sabah biz de pansiyondaki kahvaltıda kendisine katıldık. Pansiyonun konumu olağanüstü, neredeyse denizin kıyısında. Ancak rüzgarlı günlerde, önündeki bahçede oturup bir şeyler yemek, her baba yiğidin harcı olmasa gerek.

Düverlik koyu

Ertan ile bir gün Papaz Boğazı koyuna, son gün de Çamcaz koyuna gidip denize girdik. Onun bize katılmayıp yüzme havuzunu tercih ettiği bir gün de, Sığacık Körfezi’nin en batısındaki Düverlik koyuna demirledik; öteki adıyla Merdivenli Koy’a (38º 12’K  26º 38’D). Kuzeyde bir kumsal ile son bulan, iki yanda ise kayalık bir kıyının denizle buluştuğu bu koy, ancak bir kaç tekneyi aynı anda barındıracak büyüklükte. Batı yakasında, kayalara oyulmuş ve denize kadar inen antik merdivenler, doğuda ise yamaçta dikkati çeken kimi duvar kalıntıları ile, Sığacık Körfezi’ne açılan öteki koylardan daha ilgi çekici.

Yakın köylerdenlermiş.Tekne kiralayıp, Düverlik Koyu'na denizden gelmişler; ağacın altına kamp kurmuşlar; birkaç gün kalacaklarmış; sahile yüzerek ulaştığımızda bizi çaya davet ettiler. Bir yandan, dağlardan bazı bitkiler topluyorlar, bir yandan da denizin tadını çıkarıyorlar (!).

 “Düver” sözcüğü, yapılarda kolon ve kiriş olarak kullanılan kalın ağaç anlamı taşıyor imiş.  Geçmiş yüzyıllarda, üç bir yanında yükselen ormanlardan elde edilen tomrukların, adalardaki inşaatlarda kullanılmak üzere kesilip teknelere yüklendiği bir liman olarak işlev üstlendiği için, koyun bu adı aldığı söyleniyor; şimdilerde ancak çok yukarılarda ağaçlık bölgeler kaldığı görülüyor, kıyıya yakın yamaçlar ise makilik, ama yine de yemyeşil.

50-60 metre aralıklı üç ayrı noktada kayalara oyulmuş basamaklar dikkati çekiyor.
 
Marinada mevsim dışı yaşam

Teos Marina her zaman çok sakin, insanlar birbirine oldukça saygılı. Çalışan insanlar sadece hafta sonları denize çıkabildiği için, yılın bu döneminde, hafta içi in-cin top oynuyor. Okulların açılmasıyla ailelerin programları değişiyor. Yazın neredeyse her hafta sonu çoluk çocuk yelken yapan Old City kaptanı Fatih Bey, “ders çalışmaları gerektiği için değil, okulların açılmasıyla birlikte okulda birbirlerinden kaptıkları hastalıklar yüzünden çocukları denize çıkaramıyorum, biri iyileşiyor, öbürü hastalanıyor” diyor. Tek başına da olsa en azından haftada bir marinaya geliyor, teknesini yalnız bırakmıyor; ne de olsa o da aileden biri.

Cumartesi günü, biz Kokar’a gitmek üzere hazırlık yaparken, denize ard arda çok sayıda tekne açıldığını gördük; meğer bir yarış varmış. Akşam da yerel bir müzik topluluğunun eşlik ettiği kupa töreni düzenlenmişti; bu tür etkinliklere, marinadaki tüm tekne sahipleri çağrılı oluyor; oluyor da bu çağrıdan kimin haberi oluyor? Bu internet çıktı çıkalı, ciddi bir haberleşme sorunu yaşıyoruz, iletişimi kolaylaştırdı mı zorlaştırdı mı bilemiyorum. Etkinlik haberlerini, komşu tekne Nil’in sakinleri Sedat Bey ve eşinden öğrenmişsek ne ala.

Onlar bütün yazı burada geçiriyor. Kendisine katılacak kimseyi bulamadığı zaman Sedat Bey’in denize yalnız çıktığını görüyoruz. Bizim İstanbul’a döneceğimiz Çarşamba günü, İstanbul’dan Sığacık’a yakın zamanda taşınıp yerleşen Cem Bey ile konuğu Bahadır Bey, yelken seyrinde kendisine katıldılar; sanırım çok mutlu oldu. Cem Bey’i, internetteki Gezgin Korsan sitesinde yazdığı Sığacık anılarıyla tanıyor idim; ilk kez karşılaştık ve ayak üstü sohbet ettik. Mergus’un güvertesinde,  “jelkot” tabakasında ortaya çıkan kılcal çatlakların önemsenmesi gerektiğini ve bu konuda doğrudan imalatçı firma ile yazışmamın doğru olacağını anımsattı. Bu günlerde bu tavsiyesini yerine getireceğim.

Pazar akşamı, hafta sonu için teknesine gelenlerin İzmir’e dönüş zamanı. Bazıları ertesi sabah erken kalkıp doğrudan işe gitmeyi yeğliyor. Karşımızdaki teknede de gecenin geç saatlerinde bu konu tartışılıyor idi. Biz de havuzlukta ışık yakmaksızın oturmuş, gecenin limandaki sesini dinleyip, günün yorgunluğunu atmaya çalışıyor idik. “O” teknedeki üç-dört “bekar” denizci hava kararırken seyirden dönüp bağlandıktan sonra, kabinde bir çilingir sofrası kurup sohbete başlamışlardı. İçeride olunca seslerinin dışarıda yankılandığını da farkedemediler; ses tonları giderek yükseldi, öyle ki yatsak uyumamızın olanaksız olduğunu düşünmeye başladım; aramızda en çok 4 metre bir mesafe var. Önce havuzluktaki ışığımızı yaktım, belki varlığımızı farkederler de ses düzeylerini denetim altına alırlar diye. Derken içlerinden biri kabinden çıkıp teknenin baş tarafına yürüdü; şırıl şırıl bir su sesi geldi. İşte o zaman Çelen “ben yatıyorum” deyip kabine indi. Akşamdan gidip gitmeme tartışması başlayıp da incir ipi gibi uzayınca, tatışmayı biraz alçak sesle sürdürmeleri konusunda kendilerini uyardım; sesler şıp diye kesildi, tekneyi kapatıp marinayı terkettiler.

Teos antik kentinin anıtları: zeytin ağaçları

Havanın bulutlu olacağını öğrendiğimiz Pazartesi günü, denize çıkmayıp, ikindi saatlerinde Teos antik kentini gezdik. Yola çıkarken Tülay-Erden Öney çifti ile bir kez daha karşılaştık; antik kenti gezmekten dönüyorlarmış. Yolu bilmediğimiz için, bir taksi ile, meyve bahçeleri, koyun ve tavuk sesleri arasından geçerek, toprak bir yoldan kalıntıların başladığı farzedilen bir noktaya kadar gittik. Taksi sürücüsünün işaret ettiği bir yamacı tırmanınca “Tiyatro” tabelasını görüp o yana yöneldik. Kafalarımızı ağaç dallarından koruyarak küçük bir sırtı aştığımızda, birden önümüzde olağanüstü bir manzara belirdi: seyrek zeytin ağaçları ile kaplı bir düzlük ve ardında adacıklarıyla Teos koyunun maviliği; hemen önümüzde de antik tiyatronun kalıntıları. Ancak taşlarının çoğu Sığacık surlarının yapımında kullanılmış olmalı ki tiyatroyu sadece sahneye yönelmiş eğimli topoğrafya sayesinde kavrayabiliyoruz. Anadolu’daki antik tiyatroların konumlarını anımsadıkça, “acaba bunlar bu güzel manzaraların tadını çıkarmak için mi inşa ediliyorlardı?” diye düşündüğüm oluyor.

Ön planda basamakların oturduğu yamaç ve tiyatro sahnesi; geride zeytinlik bir ova ve Ege Denizi.

Tabelaların gösterdiği yönlere doğru, uzaktaki kalıntıları görmeye çalışarak tarlaların içinden yürümeyi sürdürüyoruz. Antik kentin belirgin bir girişi ve böyle bir girişte yer alması gereken bir yerleşim planı olmadığından, tümünü algılayamıyoruz (Daha sonra Sığacık merkezinde böyle bir şematik plan olduğunu farkediyoruz).


Bu yürüyüş, buradaki en ilgi çekici kalıntıların, asırlık zeytin ağaçları olduğunu farketmemizi sağlıyor; köylüler artık ömürlerinin sonuna yaklaşmış bu ağaçları (en azından bir bölümünü) kesip yakmak yerine, gövdelerin çürüyen bölümlerini ayıklayıp, yeni sürgünlerinin boy vermesini sağlayarak ilginç formlar oluşmasına neden olmuşlar.



Sur kalıntılarının çevrelediği Dionizos Tapınağı’nın bulunduğu bölgeyi de dolaştıktan sonra, üzerimize bir yorgunluk çöküyor. Buradaki oklar, her biri farklı bir yöndeki çeşitli yapıları işaret ediyor; kentin çok geniş bir alana yayıldığı anlaşılıyor. Daha serin bir havada, günün yorgunluğu çökmeden yeniden ziyaret etmek üzere gezimize son veriyoruz.


Dionizos Tapınağı'nda bir anıt-ağaç.


İstanbul’a dönüş

Çarşamba akşam uçağına biletimiz var; 17.30’da tekneden ayrılmamız gerek. Ağabeyim öğlene doğru bavulunu alıp pansiyondan ayrılıyor, tekneye geliyor. Yola çıkmadan önce tekneyi toparlama işini Çamcaz koyunda yapmaya karar verip denize açılıyoruz. Koyda demirleyip bir yandan İstanbul’a götüreceklerimizi ayırıp, bir yandan da yemek hazırlıyoruz. Elde kalan malzemeyi tüketecek doyurucu bir menü ortaya çıkıyor. Ama yemek öncesi denize girmeyi ihmal etmiyoruz; bu yazın son denizine.

Marinaya dönüşte, buz dolabını boşaltıp, çöpleri attıktan sonra; sancak kıç omuzluktan bağlandığım koltuk halatını yeniliyorum; karabina ile bağlandığım tonoza ise, ikinci ve güvenilir bir halat ile bağlanıyorum. Herhangi bir durumda yardım etmek isteyenlerin kullanabilmesi için güverteye yedek bir halat bırakıyorum. Otomatik sintine pompasının ve akü şarj bağlantısının şalterlerinin açık olup olmadığını son bir kez denetliyorum. Son olarak da pasarellayı toparlayıp havuzluğa yerleştirip, her tarafı kitleyip, Mergus’a veda ediyoruz.

Artık yeniden Kasım ortalarında görüşeceğiz, Allahın izniyle.