28 Mayıs 2012 Pazartesi

DÖNÜŞÜM

03.02.2010

Ankara’da yirmi iki yıl. Bunu başarmak için arada bir İstanbul kaçamağı yapmak gerekti; eş dost görmekten çok, deniz özlemini gidermek için. Yaşadıkları mahallenin, kaşık kadar görünen Mogan gölü manzaralı konumu ve aradaki  diz boyunu aşmayan çam fidanlarıyla kaplı yamaçlar, doğayla kucaklaşmaya yetmiyordu. Ankara’yı terk etmeyişlerinin tek nedeni, o günlerin dayanışma güdüsünün besleyip, “kasaba” ortamının kolaylaştırdığı dostluk bağlarıydı. Önce binalar arttı, göl görünmez oldu; sonra “aniden” dostlarla görüşmeler seyreldi. Onlar da, tası tarağı toplayıp İstanbul’a dönmeye karar verdiler.
Yerleşmeye kalkışınca, tatile gelir gibi olmuyor. Ankara standartlarındaki bütçeler, kısa süreli tatillerde keyif için gezilen semtlerde ev tutmaya yeter mi? Kiralık ararken, eskiden beri İstanbul diye bildikleri yerlerden giderek uzaklaşmakta olduklarını farkettiler. Her biri farklı bir Anadolu şivesi konuşan “yeni İstanbullu” kent pazarlayıcılar morallerini bozunca, “sahibinden” ilanlarına başvurdular.  Ev sahiplerini ziyaret edip, çaylarını, kahvelerini içip sohbet etmek çok hoştu, ama böylece sadece ev değil, ev sahibi de seçer oldular ve işleri daha da zorlaştı.
Sonunda, Kozyatağı’ndaki apartman ormanında,  onikinci kattaki, kirası uygun bir daire ile, Beylerbeyi sırtlarında bir korunun ortasındaki küçük apartmanın zemin katı arasında tercih yapma noktasına ulaştılar; Beylerbeyi'ni, kısa süre önce Ankara'dan gelip bu mahalleye yerleşen meslektaş dostları önermişti. İşten eve karanlıkta dönecekleri için, bu iki semtin gece geç saatlerde verecekleri güven duygusunu karşılaştırmaya karar verdiler. Kozyatağı, o saatlerde bir korku filmi dekoruydu sanki, insanlar beton yığınlarının arasında kaybolmuşlardı; deli gibi koşturan arabalardan başka bir hareket yoktu ortada. Beylerbeyi sırtlarına ulaştıklarında ise gece daha da ilerlemişti; ağaçlar ve çalılar arasındaki yokuşta kimseye rastlamadılar, ama bir korkuya da kapılmadılar. Farkettikleri tek hareket, ateş böceklerinin karanlıkta çizdikleri dairelerdi. Bir ara, dönüp dingin bir tablo gibi ışıldayan denizi görür görmez kararlarını verdiler; tatil harcamalarını ekleyerek, bu evin kira farkını karşılayacaklardı.
Eşya kamyonu boşaldığında bütün saksı bitkilerinin yolda donmuş olduğunu  görünce ağlamaklı oldular; Ankara ile son canlı bağları da silinmişti. Hava kararırken iyi kötü herşey yerleşmişti; birer koltuğa çöktüler. Kapı çalındı; üst kat komşuları “hoşgeldiniz, bir şeye ihtiyacınız olursa çekinmeyin, kapımızı çalın“ diyerek bir tepsi uzattı; elle işlenmiş beyaz bir örtü, kapaklı kaplar ve bahçeden taze kesilmiş bir sap kokulu gül: düşlerindeki İstanbul’a gelmişlerdi.

Beylerbeyi, önde yalılar, hemen arkada koruluk ve içindeki az sayıda konut; 
orada yaşamak bir ayrıcalık.

Güven, kısa kış akşamlarında, işten eve döndüğünde, bir televizyon dizisi tiryakiliğiyle, Çengelköy iskelesine yanaşan son vapurun ışıklarının sudaki yansımalarıyla oyalanma alışkanlığını edindi. Günler uzayınca eşiyle iskele meydanında buluşup çay içerken, minik balıkçı barınağında ağlarını onaran balıkçıları, ağırbaşlı gemilerin boğazdan geçişlerini izlemeye başladılar. Hafta sonları, Boğaz’ın henüz fazla el değmemiş yamaçlarında yürüyüş yaparak, yılların biriktirdiği özlemi gidermeye çalıştılar.
Bütün bu hoşluklar, Güven’in çalışma yaşamındaki boşluğu gideremiyordu. Meslek heyecanını ve deneyimini, işten anlamayan yöneticilerin saçma istemlerine alet etmekten usanmıştı. Bir işyerindeki huzursuzluklar dayanılmaz olunca, farklı mutsuzluklar yaşamak üzere başka bir işyerine geçmek, becerebildiği tek kaçış yoluydu. İş yaşamını, eşyalarla birlikte İstanbul’a taşımıştı. Ama madem Ankara’yı terk ederek önemli bir sıçrama yapmıştı, bu konuda da ciddi bir adım atmalıydı.
Herkesin, mesleğin ilk yıllarında verdiği kararı, emeklilik yaşında verdi ve bir mimarlık bürosu açtı. İşi, ilk yıllar evin bir bölümünde sürdürecekti. Gerekli resmi işlemler tamamlandığında, evdeki çalışma odası, tabela bile asmaya gerek olmadan bir mimarlık bürosuna dönüştü.  Dönüştü ama, orada bir büro olduğunu kim nereden bilecekti ki? Beylerbeyi sırtlarında, ağaçların arasında bir apartmanın, ortancalarla gizlenmiş zemin katının arka odasında bir büro; sanki serbest çalışmaya başlamamıştı da, gizli örgüt kurmuştu. İş almak için, kendi meslektaşları ve iş arkadaşları dışında hiç bir bağlantısı yoktu; camiye gitmezdi, hiç bir siyasi partiye ya da örgüte üye değildi, masonluk önerilerini hep geri çevirmişti, kokteyl partilerden hoşlanmazdı, resmi dairelerle iş yapmak istemiyordu. Peki, geriye ne kalıyordu?
Şirket tescilinin yapıldığı günün ertesi telefon çaldı. Bir kalın erkek sesi, şirketin adını vererek doğru yeri aradığından emin olduktan sonra, kendisini emekli başkomiser Hayrettin olarak tanıttı ve “hayırlı olsun” deyip, işyerleri için minik Atatürk büstleri üretip pazarladıklarını açıkladı; şirket için kaç adet alınacağını sordu. Ertesi gün de evin kapısı ilk kez “şirket” olarak çalındı ve “mini büstler” geldi. Böylece yeni “işyeri”, hem daire kapısının dışına açılmış oldu, hem de “siyasi çizgisi” belirlendi; artık gizlilik kalmamıştı.
Büronun ikinci ziyaretçisi, kapı komşunun dört yaşındaki kızı Nazlı idi; anne-babası işe gittikten sonra, babaannesi ile yeterince oyalanamayıp, yarenlik etmeye gelmişti. Bilgisayar ile boğuşmak dışında bir işi olmayan Güven’in de yalnız canı sıkılıyordu; eşi sabah işe gidip akşam geliyordu. “Ev-büro” daki tek oyuncak ve tek yapı malzemesi olan iskambil kağıtlarını kullanarak birlikte ev yapmaya giriştiler. Bir mimarlık bürosuna başlangıç için hiç fena bir iş değildi. Sonraki aylarda, bu iş ortaklığı sürdü gitti.
Derken sahici işler ve iş ziyaretleri gerçekleşmeye başladı ve büro ile evi ayırma zamanı geldi. Anne-babası her gün köprü rezaletini yaşamaktan usanınca minik “iş ortağı” da Avrupa yakasına göçtü; böylece büroyu taşımanın önünde bir engel kalmadı. Ama, sadece büroyu değil, evi de taşımak zorunda kaldılar; çünkü boğazdaki kira artışları dayanılmaz boyuttaydı. Zaten kıyıdaki çayhaneler midye tavacı olmuş, yamaçlardaki yürüyüş yolları, arsaları çevrelemeye başlayan dikenli tellerle kesilmişti. Beylerbeyi rüyası tükeniyordu; taşındılar.
Artık gerçek kenti yaşıyorlardı. Beylerbeyi, Güven’i, kentteki beton yığınının insanı basan etkisinden bir ölçüde korumuştu. Oysa şimdi bina çokluğu ve sıkışıklığı onu bunaltıyordu. Ortalıkta bu kadar çok bina varken hala neden inşaat yapıldığını kendine sormaya başladı. Mimarın asli görevi belki de bina yapmak değil, yeni binalar yapılmasını engellemekti. Ama bu yargının doğruluğundan emin değildi; acaba o sıralar, iş hacmindeki azalmanın etkisiyle mi bu düşünceye kapılıyordu?
Kentteki ulaşım güçlüğü, yüz yüze görüşmeye yeltenenleri yıldırıyordu. Onlar da, arkadaşlarıyla telefonlaşmakla yetiniyorlardı; bu yaşlarda, yakın çevreden yeni dostlar edinmek zordu. Ankara’daki alışkanlıkla, çat kapı bir misafir gelir diye, derin dondurucuda her an ikram edecek bir şeyler bulundurmayı bir süre denediler; ama dondurucuda birkaç da misafir bulundurmak gerekiyordu. Böylece havaya uydular, kent içindeki dolaşmalarını en aza indirdiler; hele arabayla bir yere gitmeyi hiç göze alamaz oldular. Vapur dışında bir taşıt aracı kullanmak istemiyor; olanaklar el verdiğince her yere yaya ulaşıyorlardı. Giderek birbirlerine yeter hale gelip yalnızlaşmaya başladılar. Ama hala bu kentte yapacak çok şey vardı.
Beylerbeyi’nden sonra Moda, yine de, acımasız kent yaşamına geçişte fena bir basamak değildi. Kıyıda uzun yürüyüşler yapmayı seviyorlardı; sahil parkı oluşturmak için denizi dolduranlara kızmakla teşekkür etmek arasında kararsızdılar. Güven’in Beylerbeyi'nde uzaktan izlediği irili ufaklı tekneler artık burnunun dibindeydi; kızlı erkekli ufacık çocuklar, Kalamış Koyu’nda, kendileri gibi minik yelkenlilerin içinde, rüzgarı kendi saflarına alarak denizle mücadele etmeyi öğreniyorlardı.

Kalamış koyunda beyaz kelebekler.
Çocukluğunun Safa Abi’sinin ahşap dragonunun beyaz yelkenleri ve asil gövdesi, arada bir gözünün önüne geliyordu. O tekneyle gezme şansını yakalayamamıştı ama, tüm orta okul ve lise yaşamında, ilgisini fazla çekmeyen derslerde, bir yandan hocayı dinler görünürken, bir yandan da defterlerinin arka sayfalarına tekne çizimleri yapıp durmuştu; bunlar mimarlığa ilk adımlardı. Orta okul bittiğinde, deniz kolejine gitmek istemiş, ailesi onu bu hevesinden vazgeçirmişti; belki, subaylarla kıyaslandığında mimarın o yıllarda el üstünde tutuluyor olmasının etkisiyle.
Meslekteki ilk yıllar, yaptıklarıyla kolayca mutlu olabiliyordu. Deneyimi arttıkça, mesleğin gerçekten ihtiyacı olanlara hizmet götüremediğini düşünmeye başladı; üstelik her projeyle, kente zarar verenlere bir kez daha destek oluyordu sanki. Yapacağı ve yapmayacağı işler konusundaki ayırım, onu yavaş yavaş iş alamaz hale getirdi; platonik ve marazi bir aşık gibi, çok sevdiği mesleğine zarar vermemek için ondan uzaklaşıyordu. Böylece, herkesin zaman zaman sözünü ettiği ekonomik krizler onu etkilemiyordu. Onun krizi kendindendi: değer yargılarından ve mesleğin niteliğinden kaynaklanan sürekli bir durum. Gerçi, yaptığı işler, uzun yıllar en azından büro giderlerini karşılamaya yetmişti; daha fazlasını da beklemiyordu. Mimarlık yapmak için üste para bile verebilirdi. Ama şimdi?
Artık, büroda yalnızdı; zaten sükuneti seviyordu; burası aynı zamanda kentin karmaşası ve gürültüsünden kaçış mekanıydı. Daha çok sabahları evden çıkma alışkanlığıyla, ama aslında evde oturup bunalıma düşme korkusuyla, düzenli olarak büroya gidiyor, meslek gelişmelerini sürekli izliyor, bilgisayar kullanma becerisini geliştiriyor, kendini zinde tutmaya çalışıyordu. Bir yandan da, bundan sonra ne yapmak gerektiğini düşünüyordu. Kitap okuyup, sergi gezerek vakit geçirmek istemiyordu; yaşamı boyunca hep elle tutulur bir şeyler yapmıştı ve gücü yettiği sürece de böyle yaşama dileğindeydi: “şarkı dinlemek değil şarkı söylemek” istiyordu. İşçi kahvehanesine gider gibi her gün boş oturacağı ve iş bekleyeceği bir mekana gitmeyi kendine yediremiyordu. Bir şeyler yapmalıydı.
Tasarım yaparken, bir noktada takılıp kaldığında, zihnini açmak için, Yoğurtçu Parkı’nda, on-onbeş dakikalık yürüyüşlere çıkardı. İş olmadığı günlerde de bu alışkanlığı sürdürdü. Park boyunca akan Kurbağalıdere artık kokmuyordu. Kurbağa sesi kesildiğine göre, suyu iyi kötü temizlenmişti; bir keresinde yunusların derenin ağzına kadar geldiğini bile görmüştü. Dere yeniden küçük teknelerin barınağı olmuştu; bunların çoğu, derme çatma onarımlarla yaşatılmaya çalışılan köhne nesnelerdi; kıyıdaki kısmen yıkılmış ahşap evlerle uyum içindeydiler. Ama bu tükenmişliğin içinde yeşeren bir canlılık vardı: tekne sahipleri, akşama kadar bir yandan sürekli olarak bir şeyleri onarıyor, orayı burayı boyuyor, bu arada sürekli yardımlaşıyorlardı, bir karşılık beklemeden. Bazen denize açıldıkları bile oluyordu.

Kurbağalıdere'nin kışı, yazından daha hoş; kar çirkinlikleri örtüyor.






















Güven, dere boyunca yürüdü; dere denize kavuştu. Dalgaların sığlıkta kırılışını izledi. Ölü dalgaların dinginliğinde siyah minik gövdeleri ve beyaz gagalarıyla karabatak yavrularından oluşan bir sürü dalış talimleri yapıyordu. Moda iskelesine doğru ise,  bembeyaz genç martılar, kağıttan kayıklar gibi dalgaların hareketine kendilerini bırakmış olarak inip çıkıyorlardı. Dolaşmaya çıkarılmış köpekler, serinlemek için ikide birde denize atlıyor, sahiplerinin fırlattığı pet şişeleri bir görev aşkıyla geri getiriyorlardı. Kıyı boyunca yapılan kaya dolgunun boşlukları, kedilerin barınağı olmuştu; kayaların üzerinde güneşleniyor, mahalle halkının getirdiği yiyeceklerle besleniyor, yavrularını bu kayaların arasında büyütüyorlardı. Dalgalardan korunmanın yolunu yordamını da öğrenmişlerdi. Deniz ile böylesine iç içe yaşamakta oluşlarına bakınca, onların aslında sudan hoşlanmayan türden bir kara canlısı olduğunu düşünmek olanaksızdı; belki gizliden gizliye denize bile giriyorlardı. Sonra kargaları gördü: sahile vuran lodos dalgalarının oluşturduğu birikintilerde deniz mahsulleri ile karınlarını doyurmak için koşuşturan. Kıyıda garip bir dönüşüm yaşanıyordu: kediler, köpekler, kargalar ve biraz ötelerinde yelken yapan çocuklar..... Yaşam denize kayıyordu sanki.
 
Moda sahilinin kedileri gruplar halinde yaşıyor, sarmanlar, tekirler, pamuklar, araplar.










Kafasında bir şimşek çaktı. Bu günleri atlatmasında ve daha sağlıklı karar vermesinde kendisine yardımcı olacak uğraşı bulmuştu: hemen gidip bir yelken kursuna kaydoldu. Birinci kursun sonundaki sınavda tramola atarken kafasına vuran bumba sayesinde, hem zihni biraz daha açıldı, hem de yelken hocasının deyişiyle “artık denizci olmuştu”;  iyi de, tekne olmadan denizcilik nasıl olacaktı?  Marina tekne doluydu ama hafta sonları bile, sadece birkaç tanesi yelken açıyordu. Yavaş yavaş yeni bir tutku onu sarmaya başladı: bir tekne edinmeliydi.
Oysa o güne kadar yüzen bir şeye kumanda etme konusunda, sandalda kürek çekmekten öte geçmiş değildi. Fakültedeyken, dönem ödevi olan projelerini teslimden sonra, kurtlarını dökmek için arkadaşlarıyla Kurbağalıdere’den sandal kiralar, Kalamış koyuna açılıp denize girerlerdi. İçlerinden biri kürekleri denize atar, diğerleri onları geri getirmeye çalışır, tekneye ulaşınca birbirlerinin elbiselerini denize atmaya başlarlar, karaya ıslak pantolon ve gömleklerle dönerlerdi. Ama hepsi bu kadardı; sandal onlar için denizle oynaşma aracıydı. Oysa şimdi yelkenli tekne, insanı boğan kent ortamından kaçış aracı olarak,  onun zihnini sürekli kurcalayan bir nesne, hatta bir yaşam biçimi haline geliyordu. Safa Abi’nin bilinç altındaki dragonu uyanıyordu.  Uyanıyordu da, bir tekne edinmek hala olanaksız görünüyordu; edinmek de yetmezdi, bağlama ve bakım giderleri nasıl karşılanacaktı? “En iyi tekne, arkadaşının teknesidir” sözü, arada bir tekneyle açılmak, ya da tatil yapmak isteyenler için geçerli olabilirdi. Ama o, teknesiyle birlikte yaşamak istiyordu.
Konunun yabancısı olmayanlar hemen “eşin ne diyor?” diye sordu. Allahtan eşi de denizi ve tekneleri seviyordu; tayfalığa da hazırdı; ayrıca, karada dolaşırken çevredeki çirkinlikleri birbirlerine gösterip söylenmekten o da bıkmıştı. Deniz, en azından görsel olarak kirlenmemişti. Yelkenli ise, yüzen bir güzellik olarak hep ilgisini çekmişti. Arkadaş yelkenlilerindeki kısa süreli deneyimler sonunda, bu tür bir “kuma” ile birlikte yaşanabileceği  izlenimini edindi ve eşini destekledi.
Güven’in hızla bir karar vermesi gerekiyordu; artık yetmişine yaklaşıyordu ve en azından fiziksel güç olarak önünde fazla zaman yoktu. Yelken hocaları, bir tekne edinmesi fikrine karşı çıkmıyorlardı ama ağızlarından da destekleyici hiç bir cümle çıkmıyordu. Son olarak, denizci bir aileden gelen  meslektaşı Mustafa Pultar'a danıştı. İlk defa birisinden destek geliyordu: “içinde varsa geciktirme; insan bir kere yaşar ve ne kadar çok şeye bulaşırsa o kadar çok yaşamış olur”. Ama bir uyarıyı da ekliyordu: “yelkencilik yüzde on keyif, yüzde otuz endişe, yüzde altmış angaryadır; başına dert aldığını da bil.”
Dostları, “yazlığını sat tekneyi al” diyorlardı. Gereksiz yere daha fazla bina inşaatına sıcak bakmadıkları için, yazlık edinmemişlerdi. Eşiyle durumu tarttılar: bir arsaları vardı; satabilirlerse tekneyi ödeyebilirlerdi. Sonraki giderleri karşılamak için ise büroyu kapatmaya karar verdi; böylece bir önemli giderden kurtulacaktı. Nasıl olsa artık mimarlık yapmasa kimse eksikliğini fark etmeyecekti, kendisinden başka. Bu kararı verdiği an rahatladı; hatta öte geçip, tekne çizimleri yaptığı ortaokul günlerine döndü: “hem deniz, hem mimarlık; neden olmasın?” Artık defterlerin arkasına çizmesine gerek yoktu, profesyonel olarak tekne tasarlayabilirdi.

18 Mayıs 2012 Cuma

MERGUS TEOS YOLUNDA


08-16. 05. 2012

İstanbul marinaları bizi güneye gönderiyor; izledikleri fiyat politikalarıyla. Kendilerine müteşekkiriz; böylece, Mergus yeni yerler görecek, biz de doğru dürüst bir denize girme olanağı bulacağız. Tanışacağımız yeni yüzler de cabası; o yüzleri internetten tanıyor olsak da, yüzyüze olmanın sıcaklığını hissetmek başka.

Bundan önce, kendi teknemiz Mergus’ta,  Çelen ile birlikte yaptığımız en uzun yolculuk, Paşalimanı’ndan Pendik’e geliş seyriydi. Sonu iri dalgalı ve kuvvetli rüzgarlı bir gece seyriyle biten 16 saatlik bu deneyim, bize kendimizi sınama olanağını vermişti. Demek ki, darda kalırsak, günde 16 saat gidebiliyor ve gece seyri yapabiliyorduk. 1,5 metrelik dalgaların da ne olduğunu kavrmıştık; daha önce sadece hava raporlarından bir ölçü olarak dinlediğimiz “Marmara’da bir ila birbuçuk metre .....” sözü, artık bize teknenin sallantı derecesini, dalgayı karşılamamız gereken açıyı, teknenin azalan hızını ve tüm bunların neden olduğu bedensel ve zihni bir yorgunluğu anlatıyordu.

Mergus ile tüm deneyimlerimizi Çelen ile birlikte yaşamıştık. En az bir hafta sürecek bu yolculuğa da birlikte çıkacaktık. Ama yelken ile ancak son bir kaç aydır yakından ilgilenmeye başlayan 30 yıllık arkadaşımız Mustafa Erk, böyle bir yolculuğa katılmakta istekli görününce çok mutlu olduk. İlgi duyduğu konuları hızla öğrenmeye eğilimli ve teknik konulara yatkın kafa yapısı ve deneyimiyle, sakin mizacı birleşince iyi bir yol arkadaşı olacağına kesin gözüyle bakıyorduk. Pendik çevresindeki bir kaç seyrimize katılıp, denizcilik ve yelken konusunda temel bir alt yapı da oluşturmuş, sorumlulukları hemen paylaşmaya başlamıştı. Kısacası teknede sadece “misafir” olarak bulunanlardan değildi.

Bir kaç gün çalışıp, yol üzerindeki barınacak yerlerin listesini çıkardıktan sonra ana rotayı belirledim.
Gecelemeyi öngördüğüm belli başlı noktalar: Mürefte, Bozcaada, Ayvalık/Çıplakada, Çeşme/Karaada, Teos. Arada sığınılabilecek vaya gerek görürsek kalınabilecek limanları da, koordinatları ve belli başlı özellikleri ile listeledim ve üç sayfalık bu dökümü, Sadun Boro’nun Vira Demir’inin arasına yerleştirdim.


WEST İSTANBUL MARİNA

Mergus, West İstanbul'da

  West İstanbul Marina’yı görmeyi de aklıma koymuştum; nasıl olsa önünden geçecektik. Marina yönetimi ile önceden haberleştim, Gezgin Korsan grubu olarak daha önce düzenleme sözünü verdiğimiz ama gerçekleştiremediğimiz toplu hafta sonu ziyaretini anımsatınca, bizi bir gece misafir edeceklerini söylediler. Kendilerine müteşekkiriz.

Mayısın sekizinde, Pendik’ten saat 10.00’da palamarları çözüp -Kartal’dan Adalar istikametine giden iki koca dolmuş/gezi motorunun bizi iki yandan sıkıştırmasını saymazsak- rahat bir seyirle Avcılar kıyısına ulaştık.
Arkada Ambarlı limanı, önde West'in çekek alanı
Koca bir ticari limanın (Ambarlı) gizlediği marinayı son anda farkettik. Doğuya bakan girişte bizi botla karşılayan Gezgin Korsan, D pantonuna iskeleden aborda olmamıza yardım etti. Sonra da, arada bir gereksinimimiz olup olmadığını sormayı görev bildi.

Pantonlar her tür hizmeti verecek biçimde tamamlanmış. Panton kenarları boyunca giden lastik tampon bantlar, Pendik’te yöneticilere zaman zaman iletip gerçekleştiğini göremediğim bir standart. Denizde 70 kadar irili ufaklı tekne var. Karada da bir o kadar. Kara parkı çok özenle düzenlenmiş, yeterli sıklıkta servis üniteleri, ayarlanabilir destek sistemleri, isteyenlere sağlanan metal ve ayarlanabilir çalışma iskeleleri ile Fenerbahçe ve Pendik’te göremediğimiz bir kaliteye sahip.

 Ancak inşaatlar henüz bitmemiş, bu nedenle büyük ve tozlu bir şantiye görünümünde; sosyal ve ticari tesislerin yapımı, çevre düzenleme çalışmaları sürüyor, deniz dibi taramalar da limanın batı ucunda tamamlanmaya çalışılıyor. Pantonlar ve çekek yerleri limanın doğu tarafında. Bitişikteki ticari liman 24 saat çalışıyor ve öylesine aydınlatılıyor ki, West İstanbul’un ayrıca saha aydınlatması yapmasına gerek kalmıyor. Vinçlerin hareketini haber veren sirenler, her an bir yangın çıktığını ya da polisiye bir olay yaşanmakta olduğunu haber verir gibi. Ama yol yorgunu olunca kolayca uyunuyor.
 
Mendireğin yeşillenmekte oluşu hoş bir sürpriz

 Marinanın arka yamacı, leblebi gibi dizilmiş tek tip evlerle kaplı; günün birinde o yapılar ağaçlar arasında kaybolursa, ön plandaki marina, son zamanların modası “Selçuk-Osmanlı kırması” mimarisi ile daha ilginç bir görünüme kavuşacak.


EREGLİ İLE TEKİRDAĞ ARASINDA KARARSIZ ROTA

West İstanbul’dan 9 Mayıs sabahı gün ağrırken yola çıktığımızda, rahatsız edici dalgalar, bir bütün gün yol yapmamızın olanaksızlığını bize söyleyip duruyordu; biz de Mürefte ve Ereğli rotalarının açıortayında “kararlı" bir biçimde gidip, dalgalardaki gelişmelere göre nihai yönelmeyi yapmaya karar verdik. Rüzgarın bir artıp bir azalan kararsız hızı, yelkenlerin yanısıra motoru da çalıştırmamıza neden oldu, hızımızı sabit tutmaya çalışıyorduk.

Eni-boyu artan ölü dalgalar galip geldi ve rehber kitaplardaki en yakın korunaklı liman olan Ereğli’ye yöneldik. Niyetimiz, koyun kuzeyine demirlemekti. Ancak Mergus, koya yerleşmiş doğal gaz kokusuna çarpar çarpmaz geri döndü; bu koku, çocukluğumda denize girdiğimiz Tütünçiftlik’te petrol arıtma tesisi kurulduktan sonraki havayı anımsattı; bir daha İzmit çevresinde denize girememiştik. Ama bu arada farkettik ki, Ereğli körfezinin kuzeyi sadece su çekimi bir metreden az olan tekneler için poyraza karşı korunaklı olabiliyor.

Aynı hızla Adaardı Burnu’nu açıktan dönüp Tekirdağ’a yöneldik. Burnun güneyinde, Örencik Kayası’na gelmeden önce, Martas iskelesinin batısı, kısa süreli demirlemeler için korunaklı gibi göründü. Tam bu sırada Zafer Dedeoğlu  arayıp hal hatır sordu. Daha sonra da Tekirdağ’daki Gezgin Korsan Kemal Bey aramış; ama yelken ve dalga ile boğuştuğum bir sıraya denk gelmiş olmalı ki, duyamadım; akşam üzeri bağlandığımızı da öğrenmiş olarak yeniden aradı ve gereksinimimiz olup olmadığını sordu.

Tekirdağ’ın marina harabesine girdiğimizde rahat bir nefes aldık ve ortadaki boşlukta daireler çizerek hem kendimize gelmeye, hem de çevremizi algılamaya çalıştık. İki bağlanma olanağı görünüyordu; biri kuzey rıhtımında çekek yeri olarak düşünülmüş girintinin yanına aborda olmak, öteki ise batıdaki tali mendireğe kıçtan kara bağlanmak. Birinci seçenekte yaşlı bir adamcağız, ikincisinde ise oradaki bağlı teknelerin sahipleri bize el ediyordu. Sahipli görünen kıçtankara olanağını ilk aşamada reddedip, yaşlı (yani biz yaşlardaki)  adamın yardımıyla rıhtıma aborda olduk. Aynı anda, kızı az erkeği bol, ergenlik çağında bir grup geldi ve oğlanlar soyunup akrobatik hareketlerle suya atlayarak kız arkadaşlarından puan toplama yarışına girdiler. Ancak atladıkları suyun kıvamı ortalama bir kent kanalizasyonu görünümünde idi. Çocuklara “hasta olacksınız” dedim; “yok amca, biz üşümüyoruz” dediler.

Bu arada sürekli uyaran elektroniklere güvenmeyip, suyun derinliğini bir de iskandil ile ölçünce biraz endişelendik, iki ölçü aynıydı: rıhtımın dibindeki derinlik ancak iki buçuk metre ve bu ölçü Mergus’un su çekiminden sadece 45 cm fazla. Yani herhangi bir seviye oynaması sorun yaratabilirdi. Bunun üzerine ikinci seçeneği karadan gidip denetlemeye karar verdim; oradaki tekne sahipleri, kıçtan kara bağlanmada su seviyelerinin bir sorun yaratmadığını söylediler. Biz de palamarları çözüp batı rıhtımına yöneldik. Karşıdan esen poyraz rüzgarı altında, demir atıp tornistanla daracık bir yere bağlanmada sorun yaşadığımızı gören Tekirdağlı amatör denizciler,  “halat atın biz sizi çekelim, sonra sizin demirinizi kayık ile götürüp atarız” dediler. Halatı onlara verebilmek için zaten bağlanacağımız yere kıçtan iyice yanaşmak zorunda kaldık, ama onlar da bu arada bizim acemiliklerimizle epeyce eğlenme olanağını buldular. Yardımlarına müteşekkiriz.

Kıçtankara bağlandığımız yerin teknesi bir gün sonra denize ineceği için bizim bir geceliğine bağlanmamızın sakıncası yokmuş. Yer değiştirmemiz iyi oldu, hem su-elektrik sağlayabildik, hem de ayak altı bir yerde kalmamış olduk; çünkü kuzey rıhtımı, insanların arabalarıyla gelip denizi seyrettikleri bir geniş beton düzlüğün kıyısıydı.

Sancağımızda bağlı Saki yelkenlisinin sahibi Fuat Bey, kısa süre önce, teknesi ile bir yıllığına, Teos’tan Tekirdağ’a anne-baba evine gelmiş. Sonra yine İzmir’e dönecekmiş; uzun yıllardır orada yaşıyormuş.

Marina olamamış liman ile kimsenin ilgilenmediğinden yakınıyor, buradaki tekne sahipleri. Denizin altı da üstü de temizlikten uzak. Su ve elektriği belediye bedava veriyormuş ama gerisi yok. “Neden bir kooperatif kurup buranın sorumluluğunu üstlenmiyorsunuz?” gibi saçma bir soru sormaktan kendimi alamıyorum. Burada duyduğum üzüntünün daha beterini, birkaç yıl önce, Avşa’daki terkedilmiş marina kalıntısını görünce de duymuştum.

Seyir yorgunluğunun üzerine, bir de demir atıp bağlanma maceramız da eklenince, yorgunluğu gidermek üzere limanın ardındaki yamaçta gözümüze çarpan “Marina Kafe”ye çöküyoruz; marina tamamlanamamış, ama kafe’si hazır. Genç ve nazik bir grubun hizmet verdiği kafede yediğimiz tostlar ve içtiğimiz çaylar ziyafet gibi geliyor bize. Kafenin bitişiğindeki lunaparktaki kayık salıncaklara baktıkça, geride bıraktığımız günü yeniden anımsıyoruz ve sonunda böyle bir limana bağlanabildiğimize şükrediyoruz.

Bacaklarımız açılsın diye kent merkezine yürüyoruz. Yolda belediye otoparkının görevlilerine “yakında nerede gazete satılır?” diye soruyoruz, aldığımız yanıt “nasıl yani?”. Ancak “okumak için” deyince, biraz şaşırmış olarak “bayilerde” yanıtını alıyoruz. Demek ki bu kentte gazete kasaplarda satılmıyor.

Macarların yaptığı ahşap heykeller
Limandan kente yürürken içinden geçtiğimiz parkta, Namık Kemal ve Prens Rakotzi’nin heykellerini ziyaret ediyoruz. Macarlar’ın, Rakotzi anısına yapıp parka armağan ettikleri ahşap heykellerle ilgilenen gençleri görmek, heykellerin kendisinden daha ilginç geliyor; bu ne cesaret!

Üniversitenin bu orta boy kentlere en önemli katkısı belki de kent dışından ve farklı kültürden gelen gençleri konuk ediyor oluşu; niyeti olanlarda bir tür hoşgörü tavrının gelişmesine yol açıyor. Burada da taşkınlık yapmadan birlikte vakit geçiren kızlı erkekli çok sayıda grupla karşılaşıyoruz, akşamın çökmekte olduğu bu saatte.

Tekirdağ balıkçı barınağı tamamen dolu

Kıyı boyunca, tıka basa dolu balıkçı barınağını geçip, denizin dövdüğü rıhtım boyunca yürüyoruz; dalgalar kentin kanalizasyonunun gönderdiklerini rıhtımda yürüyen yayalara iade ediyor; kokusu ile birlikte.

Tekneye dönüp havuzlukta biraz oturmayı denedik. Yandaki teknelere cipleri ile gelenler oldu ve farları gözümüzü oydu. Uyardığımızda “şimdi kapanacak” yanıtını aldık, büyük olasılıkla biraz müstehzi bir ifade bu yanıta eşlik etti; farlar meğer gecikerek otomatik kapanan türdenmiş; ne teknoloji, ne medeniyet.

Ama, gecenin ilerleyen saatlerinde mendireğin üzerinden gelen güzel bir ut sesi ve hafif sesle söylenen hoş bir şarkı, ninni gibi hemen uyumama yardımcı oluyor. Sabah ezan sesinin hemen ardından daha kimse namazını bile kılamadan,  limandaki bir tekneden yayılan arabesk bir müzik ise, bozuk çalınan bir kalk borusu gibi etki ediyor. Bize uyar: kalk ve hemen kaç.

Gün ağarırken palamarları çözüp demiri aldık. Aldık almasına da, demirimiz, ucunda asılı yüz kiloluk döküntü ile su yüzüne çıktı; Mergus bu haliyle deniz dibi tarayan iş makinalarını andırıyordu. Büyük bir naylon, içi, çöp, çamur ve midyeciklerle dolu, etrafı kalın lifli yosunlarla sarılmış bir yumak. Bu mahluku demirden sıyırmak yarım saatimizi aldı, denizi bu duruma getirenler de hayır dualarımızı. Naylon kısmını denize geri gönderemeyince paketleyip yanımıza aldık; ilk uğrağımızda çöpe atmak üzere; orada da çöplerle birlikte yeniden denize atılır ve böylece naylonun yaşam döngüsü  tamamlanmış olur.


MÜREFTE MOLASI

Yola çıkalı henüz 85 mil oldu, bu ne molası denebilir. Aslında “dalga molası” desek yerinde olur.
Gerçek şu ki, Tekirdağ’dan 10 Mayıs sabahı demiri ve beraberindekileri alırken niyetimiz Çanakkale’ye kadar gitmekti. Ama  hava raporlarında 80 cm görünen dalgaların gerçekte 1,5 metreye çıktığı bir denizde 4 saat yolculuk yapınca, “ne diye bu eziyeti çekiyoruz, işte Mürefte şuracıkta” deyip balıkçı barınağına yöneldik. O anda bir tekne limandan çıktı ve hemen cenovasını açıp Güneybatı’ya yöneldi. İçimden “gerçek denizciler” diye geçirdim; ancak iki gün sonra Bozcaada’da teknenin kaptanından, o gün Çanakkale’ye nasıl zorlukla ulaştıklarını dinleyince, biraz rahatına düşkünlük de sayılsa, benim kararımın yerinde olduğu kanısına vardım.

Barınağa GB’ya açık ağzından girdiğimizde KB rıhtımında el eden iki kişi gördük ve onların da yardımıyla, daha önce aborda olmuş 5-6 teknenin arasındaki boşluğa yerleştik. Bu kez derinlik konusunda fazla müşkülpesent davranmadım, Çelen'in bütün itirazına karşın 205 cm’lik salmayı, derinlik göstergesinin  rıhtım kıyısındaki 180 cm uyarısına uydurduk. Gece uyurken duyduğum kimi sesleri salmanın dibe vurma sesine benzettimse de tekne yatay kalmayı başardı. Mergus’un Yalova’da pırıl pırıl cilalanmış bordasını, ilk anda beton rıhtıma eşit aralıklarla asılmış araba lastiklerinin siyah tacizine maruz bıraktık; lastikler benim usturmaçalardan daha şişmandı. Daha sonra bir “ara çözümle” yükü kendi usturmaçalarıma verdimse de, bu kez rıhtımın bilmem kaç numara zımpara olan beton yüzeyi, usturmaçaların canına okudu; arada kalan araba lastiği nedeniyle, usturmaça koruma amaçlı taşıdığım tahtayı araya yerleştirme olanağını da bulamadım. Asıl can sıkıcı olan, o betonu döken müteahhite, çakılı dışarı boşalmayan, adam gibi dökülmüş yüksek dozlu bir betonun parasının ödenmiş oluşu; bizim verdiğimiz vergilerden.

Mergus Mürefte'de; arkada lokanta binası, rıhtımda ben.


Bağlandığımız ana rıhtımda düzgün bir lokanta binası var, ama kapalı.  Mendireğin KD duvarı boyunca balıkçıların derme çatma kulübecikleri var. Kuzeyde derme çatma koca bir hangarın içinde bir usta, ahşaptan 16-18 metrelik bir motor yat imal ediyor. “Planları falan var mı? Neye göre yapıyorsun?” diyoruz; duvarda dergilerden kesilmiş gibi bir fotoğrafı gösterip, “işte bitince öyle olacak” diyor. Ne yapacağını soruyoruz bu tekneyi, satacağını söylüyor. Bu arada İtalyanlar’ın kendi yaptığı tekneleri kopya ettiğinden de dem vuruyor. Teknesi de hangarı gibi olacaksa vay alanın haline.

Bağlanmamıza yardımcı olan “görevli” biraz sonra bir form verip doldurmamızı istedi, jandarma içinmiş. Borcumuzu sordum; 40 lira aldı, makbuz vermedi. Derdim makbuz değil, ama daha sonra görüştüğümüz  Su Ürünleri Kooperatifi başkanı, yatlara makbuz kesme ve para alma yetkilerinin olmadığını söyledi. Ancak bu arada, liman girişindeki minik binada, her boy teknenin ödemesi gereken ücreti gösteren 2012 tarihli, ayrıntılı bir tarife dikkatimi çekti; 10 metre boy için 26TL yazılıydı. Bu karışık durumu çok da fazla kurcalamanın yararı olmadığına karar verip Mürefte’nin tadını çıkarmaya yöneldik.


Asfaltın kenarındaki çiçek çeşitliliği
İlk işimiz, 3 km uzaktaki Mürefte yerleşmesine yürümek oldu. Yolun iki yanında kır çiçekleri çılgınlar gibi fışkırmıştı. Şaşırtıcı olan,bunların çoğu Ankara baharında gördüğümüz türlerdi ama çevrede aynı zamanda zeytinlikler de vardı. Yürüdüğümüz karayolu boyunca yarısı terkedilmiş ya da hiç oturulmamış, öteki yarısı ise henüz yazlıkçılar gelmediği için insansız siteler dizilmişti. Terkedilmişlerin bile bahçelerinde bin bir türden güller pıtrak gibi açmıştı. Özetle doğa en şenlikli dönemini yaşıyordu, ama insanlar bu düğüne katılmıyorlardı; onlar kuru ot döneminde gelip bunaltıcı sıcağın tadını çıkaracaklardı.

Yolun daha başındyken benim fotoğraf makinem sorun yaratınca, geri kalan günlerdeki fotoğrafları Çelen kendi makinesiyle çekti. Mustafa'nın çektikleri ise bu yazıyı yazarken elimize ulaşmamıştı.

Yol boyunca izlenen terkedilmişlik havası, kente girdiğimizde de sürdü, özellikle kıyı boyunca hiç hareket yoktu; herkes yazın gelmesini bekleyerek kışı geçiriyor anlaşılan; yer yer belediyenin bordür ve kaldırım çalışmaları bir hareket getiriyor yollara. Kentin öbür ucuna yürüyoruz, şarap imalathaneleri ve Kutman ailesinin şarap müzesi. Müzedeki görevli bayan  ince ince bilgi verdikten sonra, devletin yabancı şarapları kayıran politikasının yerli üretimi öldürmekte oluşundan, mizahi bir dil ile yakındı. Bu arada Mürefte adının Yunanca “binbir çiçek” anlamı taşıdığını öğrendik.

Terkedilmiş bir bahçenin gülleri
Limanda WC olmadığı için kent içindeki umumi tuvaleti ziyaret etmeye yeltendiysek de bunun hata olduğunu daha kapısından bakınca anladık; Türkiye’de artık bu sorunun çözüldüğüne ilişkin iyimser görüşümün geçersiz olduğu da böylece ortaya çıktı. Bu vesile ile bir başka sorunun daha farkına vardım: marinalar dışında gecelendiğinde en yetersiz şeyin elektrik ve su olduğunu sanırdım, oysa pis su tankının kapasitesi imiş; Mürefte barınağında bir gün daha kalmaya karar verince ne yapacağımızı şaşırdık.

İkinci gün neden mi kaldık? Hava raporları gök gürültülü sağanaklarla dolu bir gün tanımlayınca, biz de “hazır buradayken zinciri de rıhtıma yayıp işaretleyelim bari” deyip, çarşıdan iki ayrı renk püskürtme boya aldık. Biri kısa sürede tıkandı ve ne yaptıksa açılmadı, öteki ilk katı vurduktan sonra bir daha kurumadı; 6 km’lik yeni bir yürüyüşü de göze alamadık ve iş “olduğu kadar” türünden bitirildi. Ayrıca, at nalının savlosunu yüzer halat ile değiştirdim, demir şamandıramdaki batar halatın yerine yüzer halat bağladım, zincirin karabinalı mapa bağlantısını çözüp araya bir metre kadar bir halat yerleştirdim (çok gerektiğinde bıçakla kesip atabilmek için), seyir fenerlerimin yanıp yanmadığını denetledim. Kısaca uzun zamandır yapamadığım irili ufaklı bir çok işi yapmama yaradı bu olumsuz hava raporu. Yağmur ancak ikindi saatlerinde yağdı; barınak dışındaki dalgayı bilemem. Yalnız, gün ortasında telsizden verilen meteoroloji bülteninde kuzey Ege’de dalga boyu 150-250 cm olarak belirtildi; devam etseydik, Ege’ye çıkıp Bozcaada’ya ulaşmaya çalışacaktık.

Kaldığımız ilk gece, barınağın kırmızı giriş feneri yanmadı; ertesi gece baktık kırmızı yanıyor, yeşilden ses yok; kooperatif başkanı yeşilin daha geç yandığını söyledi ve gerçekten de öyle oldu. Gece barınağa girme niyetinde olanlara duyurulur.

Barınaktaki en vefalı dostumuz, yavruları olduğu anlaşılan sevimli bir köpekti, adı yolktu, sık sık bizi ziyaret edip teknenin yanıbaşında uyukladı. Bir ara, her biri farklı cinsten olan çok sayıdaki yavruyu da görme olanağı bulduk, onlarla birlikte yaşayan bir de kediyi. Kedi aynı zamanda, Kooperatif başkanının karabaş cinsi köpeği Diva ile de çok samimi idi; ama Diva anne köpekten haz etmiyordu.

İlk kez ertesi günün hava raporunu almadan yattım, biliyordum ki çeşitli internet sitelerinden havayı öğrenmeye kalkışırsam, muhakkak bir bahane bulup seyri erteleyeceğim. “Sabahki havaya ve havama göre karar veririm” dedim.


BOZCAADA’DA ÇİFTE DÜĞÜN

Mürefte’den 12 Mayıs günü erkenden çıkıp, kıpkırmızı doğan güneşin ilk ışıklarını içimize çektik. Çanakkale Boğazı’na uzanan yolu, Marmara’nın Kuzey kıyılarının içler acısı görünümünü  izleyerek “değerlendirdik”; teknede üç mimarız ve bir zamanların mütevazi yerleşmelerinin ve bozulmamış kırlarının 40-50 yıl içinde ne duruma geldiğini görmek herkes gibi bizi de üzüyor. Sanki memleket bizim değil de, buraları talan etmek üzere gelmiş çekirge sürüleriyiz.

Neyse, beğenmeyen öbür tarafa baksın, sabahın pusunda hafif hafif ortaya çıkan Güney kıyılarının silüetine. Yol boyunca pupamızdan esen rüzgardan yararlanmak için oynadığımız köşe kapmacayı biz kaybettik, ama ilke olarak sabit bir hız tutturup öngördüğüm saatte menzile varma konusunda taviz vermedim. Motor ve akıntının yardımıyla boğazı hızla geçtik.

Kilitbahir’i bordaladıktan yarım saat sonra mızmız poyraz aniden yön değiştirip hızını 25 knota çıkardı ve tekneyi savurdu; parakete 7.3 knot hız gösterirken, GPS hızımız 10.5 knota fırladı; oysa o ana kadar ikisi arasındaki fark boğaz boyunca en çok 2 knota çıkabilmişti. Ardından üzerimizden geçen kara bulutlardan bir yağmur boşandı. Bulutlar Ege’ye doğru hızla yol alıp gözden kayboldu.

Gün boyunca “bu boğazdan gemi geçmiyorsa, İstanbul’a ulaşan gemileri Fatih karadan mı aşırıyor?” sorusunun yanıtı olarak, boğaza girmekte olan bir gemi katarı ile karşılaştık. Bunlara paralel olarak, donanmanın bir olasılıkla tatbikattan dönen gemileri de dizi dizi boğaza girmeye başlayınca, Bozcaada’ya yönelmek üzere gemi yolunu kesmek ustalık isteyen bir manevraya dönüştü.

Saat 17.00’de Bozcada limanına girerken, “bağlanacak yer bulabilecek miyiz?” ve “demir atıp rüzgara karşı tornistan ile kıçtankara yapabilecek miyiz” gibi sorular ile kafamı yormaktaydım. Daha önceki gelişlerimde sorumluluk bende olmadığı için, akşam ışıklarının limana vuruşu, kalenin görünümü gibi estetik konularla ilgilenebiliyordum. Limanın ortasında bir tur atıp çevremi algılamaya çalışırken, kıçtankara olmuş teknelerin arasındaki bir boşlukta, elindeki tonoz halatının ucunu havaya kaldırmış adam dikkatimizi çekti. Liman içine demir atmaktan kurtulmuş olmak ne büyük mutluluk. Kolayca yanaştık ve bağlandık. Yeni tonoz halatı bulmak da ayrıca sevindirici oldu.

Bağlanmamıza ustaca yardım eden adam, doğru dürüst bir teşekkür etmemize fırsat vermeden ortadan kaybolmuştu ki şık giyimli belediye zabıtası Ramazan Bey (kendisine Ramo denmesini tercih ettiğini ima ederek) motoru ile yanıbaşımızda belirip, iş yoğunluğu nedeniyle karşılamaya gelmekte geciktiği için özür diledi. Su ve elektrik alacağımızı da öğrendikten sonra 50 liralık makbuzu kesti. Telefon numarasını verip bir şeye gerek duyarsak arayabileceğimizi söyleyip ayrıldı (544 3501717). İki gündür süren uluslararası yarı maraton etkinlikleri görevlileri epey yormuştu anlaşılan.

Ramazan Bey’den yakıt istasyonunun telefon numarasını (530 9408066) da almayı ihmal etmemiştik ki, Opet giysili bir adamın rıhtımda gezindiğini görüp seslendik. Tankeri de 200 metre ötedeydi. Ancak, aradaki çayhanenin düğün hazırlığı nedeniyle rıhtıma dizdiği sandalyeler yüzünden tankeri getiremeyeceğini söyledi. Bizim ısrarımızla çayhane yönetimine başvurunca, sandalyeler çekildi, biz de yakıt alabildik ve Pendik-Bozcaada arasının 75 litre olduğunu öğrenmiş olduk. Pompacı hortumun ucunu depodan ayırırken biraz dikkatsiz davrandığımı görünce “aman denize damlamasın”  diye uyarma gereğini duydu. Dönüp denize baktım, gerçekten içilecek kıvamda idi. Ucu yukarı doğru çevirdim, ama bir kaç damla tekneye düştü, bu kez de “tekneye de damlamasın” demekten kendini alamadı. İş bitince, tankerin arkasındaki yazar kasada fişi kesti, kredi kartı ile ödememizi sağladı, düğün düzenini yeniden rahatsız etmemek için tankeri yakında bir yere park etti. Bozcaada’dan her geçişte, bu yakıt servisinin düzgünlüğüne hep hayran kalmışımdır.


Bozcaada’da uluslararası maratonun hareketliliği henüz canlılığını korurken, çok daha “milli” başka bir olayın, Fenerbahçe-Galatasaray şampiyonluk maçının başlama saatinin yaklaştığını farkettik. İnsanlar evlerin teraslarında, kafelerde, sokaklarda, her yerde gruplar halinde toplanmış, TV ekranlarına kilitlenmiş, tezahürat yaparak bekleşiyorlardı. Bu milleti böyle bir olay çevresinde birleştirmek ve yine aynı olayı kullanarak birbirine kırdırmak ne kadar kolaylaştı.

Maçsız bir lokantada sadece sebzelerden oluşan erken bir akşam yemeği yedikten ve mahalle aralarının sevimli sokaklarında dolaştıktan sonra tekneye yöneldik. Düğün sandalyelerinin arasından geçerken, sadece yaşlı davetlilerin bekleştiklerini farkettik; gençlerden kimse yoktu, gelinle damat dahil herkes maç hala maç izliyordu anlaşılan. Saat 21.00, biz yorgunuz ve yatmamız gerek, ama ya düğün sahiden başlarsa?

Maçın uzatmaları oynanırken, gelinle damadı ve davul zurna ekibini taşıyan bir balıkçı motoru ışıklandırılıp balonlarla ve maytaplarla donatılmış olarak, sandalyelerin dizildiği rıhtıma yaklaşmaya başladı. Arka planda TV ve radyolardan maçı anlatanların ve tezahürat yapanların sesleri  bu müziğe eşlik ediyordu. Gelin sahile ayak atarken, karşılama amacıyla, kafedeki müzik düzeninde Özdemir Erdoğan’ın ağır başlı parçalarından biri çalınmaya başladı, davul-zurna ekibi hakimiyeti kaptırmamakta kararlı davranınca, kafedekiler bu kez yüksek tonda bir arabesk ile karşılık verdiler. O andan başlayarak ipin ucu kaçtı ve ben uyuyabilme umudumu yitirdim.

Derken şampiyon olan takımın taraftarları arabalara binip bayraklar sallayarak, bağlandığımız rıhtıma yöneldiler; neyse ki düğün nedeniyle bir noktadan öte geçemediler ve taşkınlık potansiyeli taşıyan maç sonu etkinliğinden kurtulduk; oysa beş dakika önce, “iyi ki rıhtımda düğün varmış” diyebileceğim aklımın ucundan geçmezdi.

Bu rıhtım aslında Bozcaada’nın “piyasa” mekanlarının başında geliyor; aileler, genç gruplar, akşam yemeğinden sonra rıhtımın ucuna kadar yürüyüp, yeni gelen tekneleri ve içindekileri göz ucuyla izleyerek oyalanıyorlar. Çocukluğumun en hoş anlarını İzmit’te böyle bir rıhtımda yaşamış biri olarak, rıhtımı olmayan kentlerin ne kadar şanssız olduklarını düşünmüşümdür hep. Gerçi onlar da, trenin geliş saatlerinde istasyon yolunda yürürler, trenden inen tanıdık tanımadık yolcuları karşılarlar. Ya tren de yoksa?

Derken bitişiğimizdeki motor-yat, şan olsun diye, denizin altını aydınlatan kıç ışıklarını yaktı ve bir anda bir akvaryum çıktı ortaya; kalamardan ahtapota binbir deniz canlısı ışığın çevresinde akrobasi yapmaya başladılar sanki. Evlerinde TV izlemekten usanmış rıhtım ahalisi de böyle canlı bir etkinliği kaçırmadı ve bizim teknenin dibine yığıldı. Birileri koştu bir kepçe getirdi, havada uçar gibi kanatlarını aça kapaya dolaşan kızıl kahve yaratığı denizden alıp, kalamar olduğuna karar verince “ancak yem olur” diyip geri attı.

Gece yarısına doğru, takı merasimi de tamamlanıp, kimin kime ne taktığı ses düzeni ile tüm Bozcaada’ya duyurulduktan sonra sepet havası eşliğinde düğün sona erdi ve biz de uyuyabildik.


AYVALIK MI, KÜÇÜKKUYU MU?

Bozcaada’dan Mayıs’ın 13’ünde yola çıktığımızda, niyetimiz akşama Ayvalık, Çıplakada’da demirlemek idi. Ama program yapıp Tanrı’yı güldürmemek için “hele Asos’a kadar kıyıdan gidelim de son anda karar veririrz, hem de hep karadan gördüğümüz bu kıyıları bir de denizden görürüz” dedik.

Gerçekten de yılın en güzel zamanıymış, “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin, haberin var mı.....”.
Zeytin yeşili örtünün üzerinde sarı katır tırnağı desenlerin yarattığı tablo olağanüstü idi. Ayrıca gerek yörenin ,gerek ülkenin duyarlı insanlarının kararlı tutumuyla hala bir ölçüde koruma altında tutulan bölgede, yerleşmeler dışında, yıllardır çok az yapılaşma gerçekleşebilmiş. Sadece yıllar önce imar iznini almış yazlık kooperatiflerinin açtığı yaralar göze çarpıyor; en kötüsü de Babakale’ye yaklaşırken sırtları kaplayan leblebi yığınları.

Son yapılan en tatsız nesne ise, o güzelim Sivrice Feneri biblosunun dibine dikilen çelik kafes. Radar mıdır, verici midir bilmem; hiç değilse bir kaç yüzmetre öteye dikilemez miydi? Bilirsiniz, o fener ve fenerci evinin restore edilmesinin ardından baronun eski yöneticilerinden Yücel Sayman, fenerci evini yeniden düzenleyip, bir Deniz Fenerleri Yayınları Kütüphanesi oluşturmuştu. Hala duruyor mu bilmem; bilmem çünkü kırk yılda bir biri iyi bir şey yaparsa, ardından bunu örtmek için on tane kötü şey yapılıyor; kedilerin yaptıklarını örtmesi gibi bir refleks.

Sivriada feneri nasıl gölgelenir derseniz......
Kadırga Koyu’na kadar çok sakin bir seyir yaptık, fazlasıyla sakindi, çok zayıf esen rüzgar, yine pupadan gelmeye de özen gösteriyordu. Koyun önlerinde ani bir yön değişikliği ile 25 knota ulaşınca, Küçükkuyu’ya yönelmenin daha akıllıca olduğunu düşündük, çünkü dalga da artmıştı ve Ayvalık’a yönelirsek bizi fazlaca sallayacak bir yönden geliyordu. Hemen Pendik’ten eski panton komşumuz Murat Cem’e telefon açtım; iki yıldır Küçükkuyu’da teknesinde eşi ile birlikte yaşıyor diye biliyordum. O da, Ayvalık yerine Küçükkuyu’yu yeğlememizi önerdi. Balıkçı barınağındaki yer durumunu inceleyip bizi hemen aradı, “bekliyoruz” dedi. Limana girdiğimizde eşi ile birlikte gerçekten bekler durumda bulduk bu güler yüzlü ve yardımsever delikanlıyı. Hemen halatlarımızı alıp bağladılar, bir gereksinimimiz olursa aramaktan çekinmememizi söylediler. Yerimiz de çok iyi idi doğrusu, tam belediye binasının önündeki iskeleye aborda olmuştuk, aynı zamanda bir tür kıçtankara.

Aslında, Kadırga Koyu “kaçağı” sadece 20 dakika sürmüş ve ortalık yine sütliman olmuştu, sadece ölü dalgalar kalmıştı, ama biz de kararımızı vermiştik; iyi de oldu. Pazar günü olduğu halde çarşıda gerekli her şeyi bulup, eksiklerimizi tamamladık. Biten gaz tüpü için bile sipariş verdik, 20 dakika sonra tekneye getirdiler.

Mütevazi akşam yemeğimize, yol arkadaşımız Mustafa Erk’in kendi elma bahçelerinden topladıkları meyvalardan yaptıkları elma şarabı eşlik etti. Kırklareli’nin Demirköyü’nde orman içindeki bir bahçede, hiç bir yapay katkı kullanmaksızın yetiştirdikleri elmaları, pazarlama olanağı bulamadıkları için toptan 30-40 kuruşa vermek zorunda kalan Mustafa’ların yaptıkları elma pestilleri ve elma püresi de yolda çok işimize yaradı. Bunları pazarlama olanağı bulsalar, yapay gıdalarla beslenmekten yılan insanları ne denli mutlu edecekler.

Küçükkuyu hatırası: Çelen ve Mustafa; tayfalarım.
Rıhtımın hareketi, gün batarken bir anda durdu, ya da denizcilerin deyişi ile “kaldı”; bir saat sonra aniden fırtına gibi hareketlendi, insanlar Pazar dinlenmesinin ikinci yarısını  yaşamaya başladılar. Rıhtımdaki tüm kahvehaneler, kafeler, meydancıklar insana doydu; iyice geç vakit de genç Galatasaraylı’ların davul zurnalı gösterisi başladı, rıhtım boyunca beş-altı kez gidip geldiler. Daha sonra arka sokaklardan sesleri geldi ve yavaş yavaş gürültü kesildi; meydan boşaldı; biz de uyuduk.

Küçükkuyu’dan 14 Mayıs sabah ezanından hemen sonra yola çıktığımızda, ilk programa göre varmayı hedeflediğimiz Çeşme, bize çok uzak göründü; kendimce yolun 16 saat süreceğini hesapladım ve menzile vardığımda havanın kararmış olacağını farkettim. Arada “Bademli’ye şöyle bir uğramak bile bize zaman kaybettirir mi?” düşüncesi egoistçe aklıma geldi, ama hemen kafamdan sildim; ben daha önce görmüştüm ama Çelen ve Mustafa’nın da bu güzel koyu görmesini istiyordum.

Rüzgar yine pek fazla değildi ve hızı devamlı değişiyordu, yolun büyük bölümü yelken açıp kapama antremanı ile geçti; Çelen’in dümenden sorumlu olduğu bu operasyonlarda, Mustafa, işleri hangi sırayla ve nasıl yapacağını hızla öğreniyor; ben de Mustafa’ya yardımcı oluyorum, yarım yamalak bilgimle. Ama en azından, her gün yola çıkmadan önce, kağıt harita üzerinde rotamız hakkında kısa bilgilendirme toplantısı yapmamız ve olası durumları gözden geçirmemiz bile karşılıklı eğitici oluyor. Bunun için bir gece önceden haritaya olası rotamızı işlemiş oluyoruz; artık bu işi Mustafa yapabiliyor.

Yol boyunca, parakete hızı ile GPS hızı arasında süren yarım ila bir mil farkın gerçekten bir ters akıntıya mı yoksa bizim elektronik sistemlerdeki bir hataya mı karşılık olduğunu hiç anlayamadık; oysa bir kez olsun aynı noktada ters doğrultuda gitsek bunu öğrenecektik. Elbet günün birinde bunu da irdeleyeceğiz.

Bademli’ye yaklaşırken Murat Cem, telefonla hatırımızı sordu ve Küçükkuyu’da lodosun kuvvetlendiğini, eğer hava uymaz ve Çeşme’ye gündüz gözü ile ulaşamaz isek Çandarlı Körfezi’nde sığınabileceğimiz Eğri Liman’ı önerip koordinatlarını verdi.

Bademli koyunda, dört yıl öncesine göre çok fazla yapı yapılmış; bu gidişle ada ile ana kara arasına köprü bile yaparlar; ama deniz tüm güzelliği ile henüz orada.

Bademli Koyu da yapılarla dolar ise yuh bize
Yolun kalan bölümünün tek ilginç olayı bir grup flamingo idi; biz aşağı inerken onlar V düzeninde yukarı doğru gittiler. Nereden gelip nereye gidiyorlar kim bilir?

Bademli’den sonra dalga azalıp hızımız artınca, başka bir seçeneği düşünmeye başladık. Çeşme’den sonra bir günlük yolumuz kalıyordu, ancak bir gün sonra, yani Salı günü, kuvvetli lodos bekleniyordu. Acaba, Çeşme’ye yönelmeyip gece seyriyle doğrudan Teos’a mı gitseydik? İnternete bağlanıp hava raporlarını son kez denetledim: lodos gece yarısından hemen sonra başlayabilirdi, bizim ise Çeşme’den sonra 7 saatlik yolumuz vardı ve varışımız saat 03.00’ü bulacaktı. Bu durumda, son iki saatin kuvvetli havada ve üstelik karanlıkta katedilmesi hiç çekici gelmedi ve Çeşme’de bir gün tatil yapmaya karar verdik.


ÇEŞME VE KALESİ

Çeşme Marina’ya 15 mil kala telsiz ile çağrı yaptım, yanıt alamadım, büyük olasılıkla menzil dışı idiler. Bu kez telefon ile arayıp yer olup olmadığını sordum, teknenin bilgilerini istediler, verdim; “tamam” dediler. Gün batarken marinaya ulaştığımızda, girişi görmekte güçlük çektim; hava tam kararmadığı için olacak, altı çift göz giriş fenerlerini bir türlü algılayamadık; arkadaki ticari limanın insanın gözünü oyan, araba farı gibi ışıkları, önümüzü görmemizi bile engelliyordu. Telsiz ile çağrı yaptım, botla gelip karşıladılar, iki saat önce verdiğim tüm bilgileri yeniden istediler; ön büro o saatte kapalı oluyormuş ve giderlerken de marinadaki deniz görevlilerine hiç bir bilgi aktarmamışlar.

Biz “liman girişi orası mı burası mı” diye şaşkın şaşkın bakınırken, bir motor yat, kararlı bir biçimde yanımızdan geçip marinaya girdi ve palamar yardımı alma önceliğini kaptı; biraz bekledikten sonra biz de onun yanına kıçtankara bağlandık.

Tonoz halatı, marinanın şıklığı ile ve denizin temizliği ile hiç bağdaşmayacak derecede pisti; ertesi gün güverteyi temizlemekte epeyce zorlandık, bu halatın ucundaki paslı radansanın güverteye bıraktığı lekeyi çıkarma olanağını ise bulamadık.

Elektrik bağlantısı yapmak istediğimizde elimizdeki üç farklı fişin de, servis kutusu prizi ile uyuşmadığı ortaya çıktı; yanımızdaki motor yat da aynı sorunu yaşadı; çevredeki teknelerden söküp getirdikleri adaptörle sorunu hemen çözdüler ve 50’şer lira depozito aldılar. Ayrıca bir depozito da WC’ye ve marinaya giriş için verdikleri elektronik kart için aldılar. Ancak tek kart verdiklerinden dolayı, Mustafa çarşıya gidip döndüğünde, yağmur altında gidip marina giriş kapısını açmamız gerekti.

Vakit geç olmuş, el etek çekilmişti, sadece marina değil, kasaba da oldukça sakindi. Sadece, yanyana bağlandığımız motor yattaki  doğum günü kutlamasının sesleri geliyordu. Ama öyle rahatsız edici düzeyde değildi ve arka planda da hafif bir klasik müzik çalıyordu; bir motor-yat için beklenmedik bir durum. Gerçi bu teknenin ünlü bir film yönetmenimize  ait olduğunu ve ekibiyle birlikte hem gezip hem çalıştıklarını kısa sürede farkettik. Tekneleri rıhtıma yanaşır yanaşmaz, pantonda küçük tekerlekli, potatif  iki adet bisiklet servis kutusuna yaslandı, iki gün boyunca da orada durdu.

Çok geç olmuştu, teknede hafif bir şeyler yiyip uyku öncesi bir yürüyüşe çıktık. Marina tesisleri ve kentin yayalaştırılmış merkezi, yerleşmenin geleneksel karakterini koruyan yapılardan oluşuyor. İnişli yokuşlu sokaklarla örülmüş konut bölgeleri de, şimdilik az katlı ve bir bölümü özgün evleri barındırıyor. Gece yürüyüşü bir saat kadar sürdü ve burada da bir ara Galatasaraylı kutlama sesleri yankılandı. Dönüşte hemen yatıp dünyayı unuttuk.

Yola çıkalı ilk kez 7 saatlik bir uykudan sonra, dinlenmiş olarak kalkıp kahvaltı hazırladık; Mustafa’nın getirdiği sıcak poğaçalar, kahvaltımızı renklendirdi. Normalde böylesine uzun bir seyirde, sebze-meyve ağırlıklı beslenmeye çalışıyoruz. Ama seyir esnasında, Çelen’in önceden hazırladığı börekler bana çok pratik geliyor. Bunu dengelemek üzere, yol için hazırlayıp kavanoza doldurduğu pancar salatası, lifli olması nedeniyle sindirime önemli katkı yapıyor; akşam yemeklerinin destekçisi. İlk günlerde yediğimiz yayla çorbasını da unutmayalım; Marmara’nın bulutlu serin havasında akşam üzeri çok makbule geçti.

Çeşme Marina'da çiçeklerle yaratılmış atmosfer olağanüstü.
Çeşme’deki tatil günümüzde (15 Mayıs, Salı) gezdiğimiz kale, mimar olarak bizi fazlasıyla heyecanlandırdı. Bir yamaca kurulmuş olması nedeniyle son derece hareketli bir görünüme sahip olan kale, irili ufaklı iç avluları, camisi, mekanlar arasındaki kemerli ilginç geçitleri, rampaları, terasları ve kapalı mekanlarıyla, özellikle mimarlık öğrencileri (hatta mimarlık diploması sahipleri) için etkileyici ve öğretici bir yapıt. Tabii ki bu kale orada güzel bir yapı bulunsun diye inşa edilmemiş; zaten en önemli niteliği de bu; sahip olduğu mimari zenginlik aslında onun işlevselliğinden kaynaklandığı için dikkatle incelenmesi gereken bir mücevher.

Peki, kıymetini biliyor muyuz?
Avrupada benzeri şatolar ve kaleler tek başlarına, bulundukları kentin simgesi olup onbinlerce turist çeker; biz bunu ne zaman başaracağız acaba? Kalenin iyi kötü restore edilip korunmuş oluşu bile bizler için büyük mutluluk. Ancak girişine kondurulmuş beyaz fiber gişe, her şeyi berbat ediyor. Kaleyi gezerken uğradığımız arkeolojik objelerin sergilendiği salonda olası bir sergi hazırlığı için bağıra çağıra fikir yürüten yedi kişilik bir görevli-görevsiz  korosu, kapıdan bakanları kaçırmaya yetecek düzeyde gürültü yapabildi; üstelik de bizim orada bulunduğumuz yarım saat içinde, yaptıkları iş, üç tane ayaklı hazır panoyu yerleştirip, dört tane vidayı şarjlı tornavida ile bir yerlere tıkmaktan ibaretti ki, her an her vida başına üç kişi düşüyordu.

Kaleden marinaya bakış; ön planda kalenin iç avlusu
Kaledeki önemli bir sergi salonu da, Osmanlı donanmasının Çeşme’de Ruslar tarafından yakılışı ile ilgili kimi belgelerin yer aldığı bölüm. Burasının önemi bence şu: biz genelde başarılarımızla öğünüp başarısızlıklarımızda deve kuşu taklidi yapmayı yeğleriz. Burada ise tarihteki önemli bir yenilgi ele alınıyor; ders çıkarabilenlere. Baltık denizinden kalkan Rus donanması, dünyayı dolaşıp geliyor ve Çeşme’de baskın yapabiliyor ise, o günün koşullarında bile, dış politikada ve haber almada ciddi eksikliklerin varlığını tartışmak gerekmez mi? Bu gün benzer sorunlarımız yok mu?

Bu gün gördüğümüz ikinci en önemli yapıt, restorasyonu Belediye tarafından tamamlanmak üzere olan bir kilise. Dört yıl önce uğradığımda  bir harabe olan bu yapı, yenilenmiş olarak birkaç gün sonra kullanıma açılacakmış; aslında sadece “açılacakmış“ desek daha doğru, çünkü ne için kullanılacağı biliniyormuş gibi bir hava yok ortalıkta; tabii biz yetkili biri ile görüşmüş değiliz. Kurtarılmış olması bile bir başarı aslında, her ne kadar restorasyon kurallarına tam uyulmuş gibi görünmese de. Buraya gelip, İmren Lokantasında bir öğlen yemeği yememek olmazdı; onu da yaptık, üstüne sakızlı muhallebimizi de yedik.  Artık içimiz rahat, bir ikindi kestirmesine hazırız.

Restorasyonu tamamlanmak üzere olan kilise
16 Mayıs sabahı, marina içinde rüzgar iyice hafiflemişti; hava raporları, dışarıda da en çok 15 Knota çıkacağanı söylüyordu; ama bir gün öncenin lodosunun dalgalarının 1-1,5 metre olacağını kestiriyordum. Yine de yola çıkacaktık, çünkü sonraki günler daha kuvvetli havalar bekleniyordu.

Sabah, erken saatlerde, marinanın tuvaletini son kez ziyaret ettim. İki sene önce soğuk bir sonbahar sabahında, bu tuvalete astığım montu uyku sersemliğiyle unutup yola çıkmıştım; aklıma gelip telefon ettiğimde, monttan kimsenin haberi olmadığı bilgisini almıştım. Buradaki WC’nin düzeni bir çok marinadakinden oldukça değişik: klozet, lavabo ve duş üçlüsünü içeren kabinlerden oluşuyor, ayrıca lavaboların olduğu bir salon da var. Sabah çok erken olduğu için, musluğu uzun süre akıttığım halde sıcak su gelmedi. Bu bana yıllar önce yaşadığım bir olayı anımsattı:

Çalıştığım firmaya Köyceğiz’in Ekincik Koyu yap-işlet-devret düzeni içinde, marina inşaat yapmak üzere tahsis edilmişti. Biz de bir mimar arkadaş ve deniz yapıları uzmanı Prof. Ali Rıza Günbak ile deniz dibi topoğrafyasını ana hatları ile çıkarmak 80’li yıllarda, Köyceğiz’e gittik. Köyceğiz’in o zamanki bakımsız otellerinden birinde kalıyoruz. Her sabah mimar arkadaşımız, “sizin odada sıcak su akıyor mu?” diye soruyor ve kendi banyosunun arızalı olduğunu söylüyor. Bizim odalarda ise sıcak su sürekli akıyor. Son gün, bir de biz bakalım dedik ve onun banyosundaki kırmızı noktalı musluğu açtık, soğuk, mavi noktalıyı açtık, gürül gürül kaynar su aktı. Bu arkadaşımız mezun olur olmaz Almanya’ya gitmiş ve 20 yıl sonra kesin dönüş yapmıştı.

WC çıkışında, ünlü sinema yönetmenimizle karşılaştım, bisikletle tuvalete gidiyordu, yanımdan geçerken çevredeki tek canlı ben olduğum halde yüzüme bakmadı, ama günaydınıma homurtulu bir günaydınla yanıt verdi; sanırım uyurken bisiklet kullanabiliyordu. Tekne ile WC arası 170 metre idi.

Gün ağırırken yola çıktığımızda, kahvaltımızı yolda yapıyoruz; önceden hazırlayıp termosa doldurduğumuz sıcak su ile çay ya da kahve hazırlayarak. Ama bu gün acelemiz yok, havanın biraz daha durulmasını beklerken rahat bir kahvaltı yaptık. Sabahları fırından alınan çörek ve simitlerin susamsız olmasına dikkat etmek gerektiğini öğrendik, çünkü İstanbul simidinden farklı olarak susamları her yere dökülüyor, dökülmekle kalmayıp buldukları en minik oyuk ve çatlaklara yerleşiyor. Bir gün önce, aldığımız sakızlı kurabiyeleri bir çay bahçesinde yerken de, çıkan rüzgar pudra şekerlerini uçurunca, kapsamı genişletip, hem dökülen hem uçuşan gıdalardan uzak durmanın, tekne temizliği açısından hayırlı olacağı kanısına vardım.
Ayrılmadan önce ön büroya uğrayıp gece başına 41€’yu ödedim; elektrik-su için de ayrıca 6-7€ aldılar. Yarı yarıya boşalan depolardan birini doldurup, tekneyi yıkamıştık.


MANDALİNA ÇİÇEĞİ KOKULU TEOS
Çeşme’den Sığacık koyuna olağan koşullarda 7 saatte gideceğimiz kestiriminde bulunmuştum. Ama sancak bordadan aldığımız 1,5 metrelik dalgaların etkisini azaltmak için yapmak zorunda kaldığımız zigzaglar yolumuzu uzattı. Rüzgardan da sürekli yararlanamadık; dolayısıyla yol sekiz saat sürdü. Çeşme yakınındaki kooperatif yapılaşmaları bitince, dik yamaçların denizle buluştuğu kıyıyı izleyerek, insan eli değmemiş doğanın tadını çıkardık.  Bu arada epeyce bir sallandık; ama aynı sallantıya Marmara'da 4 saat ancak dayanabiliyordum; Ege'de insan dümen suyuna dönüp baktığında, deniz ve gökyüzü karışımı maviliğe dalıp gidiyor. Bir gün önceki kuvvetli lodosun biraz dağınık bıraktığı denizi, yelken-motor geçmemiz gerekti. Yol boyunca 8-10 yelkenli ve  Alaçatı açıklarında demirlemiş hurda görünümlü bir gemi gördük. Çeşme'den ayrılırken de Sakız Adası'ndan gelen Ertürk yolcu gemiciği limana girdi. Gün boyunca, deniz üzerindeki bütün hareket bundan ibaretti.

Sığacık Körfezine dönmeden önce, Teke Burnu’na yaklaşırken, Sahil Güvenlik ile yabancı bir yelkenli arasındaki telsiz haberleşmesine şahit olduk. İngilizce süren haberleşmede, iki tarafın birbirini anlamadığı açıkça farkediliyordu. Sahil Güvenlik, burnun çevresindeki askeri tatbikat sahasının dışına çıkması için yabancı tekneyi uyarıyordu. Yabancı tekne ise, Teos’a gitmek zorunda olduğunu söyleyip yoluna devam etmek istiyordu. Marina’ya ulaştıktan sonra öğrendiğimize göre, yabancı tekne önce geri dönüp Alaçatı’ya yönelmiş, bir süre sonra uygun bir rotadan Teos’a geelmiş.

Teos Marina mendireği
Sığacık Körfezi’ne yönelince, dalganın hem yönü hem yüksekliği değişti; ama rüzgar tam pupadan geldiği için yelkenden yararlanamadık. Hafta içi olduğu halde körfezin içinde, özellikle kıyıya yakın bölgelerde çok sayıda yelkenli vardı. Günün birinde biz de onlara katılacağız.

Birkaç saat öncesinden gelişimizi telefon ile haber vermiştim; bana A pantonunun lodosa bakan yanında 20 nolu bağlanma yeri ayrılmış olacaktı; hakim rüzgar öteki taraftan esip tekneleri rahatsız ediyor imiş. Liman girişinde yaptığım telsiz anonsuma da hemen yanıt geldi ve bizi karşıladılar. Ama Mergus’u pantonun poyraz tarafına götürmeye yöneldiler. Deniz ekibi ile ön büro arasındaki bilgi akışı hep sorunlu mu olur acaba?

Görevlilerin yardımıyla A-20'ye bağlandık; teknenin kıçı ile pantondaki koca yangın söndürme dolabı arasında sadece 80 cm var, pasarella kullanmamız olanaksız; ayrıca pantona atladığımızda da bu dolabı göğüslüyoruz;  bu sorunu çözecek zamanımız olmadığı için öylece bağlandık. Nil teknesinin kaptanı Sedat Korsan (umarım yol yorgunluğu ile yanlış bir isim söylemiyorum) ile adaşım Güven Bey (Gezgin Korsan değil) bizi karşıladı; kendileri ile tanıştık.

Burada da tonoz halatının ucundaki paslı radansa ile karşılaştık; baş taraftaki koltuk halatını bu demir halkadan geçirip tekneyi bağladılar; böylece rüzgarda sağa sola salınan teknenin halatı aşındırmasını garanti altına almış oldular. Nil teknesinin uygulaması bana iyi bir çözüm gibi göründü: radansaya bir paslanmaz kilit tak, kendi halatına da bir paslanmaz karabina; seyirden geldiğinde karabinayı kilide geçir.

Teos'a henüz varmıştık ki objektife yakalandık
Bürokratik işlemler için ön büroya gitmem gerektiğinde, elektrikli bir  “şatıl” gönderdiler; çok makbule geçti, sırtım terli ve marina rüzgarlı idi. Ön büro A pantonuna epeyce uzak. İlk izlenim olarak marina oldukça düzenli göründü.

Tekneyi toparlayıp, hemen İstanbul'a dönmemiz gerekiyordu. Bu telaşın içinde Sığacık'ı göremedik, ama koklayabildik; mandalina çiçeği kokuyordu. Hava alanına gitmek üzere bindiğimiz taksi marinadan ayrılır ayrılmaz iki yanında mandalina bahçeleri olan bir yola girdi. Bilirsiniz bir çok arabada yapay kokular vardır, "koku giderici" olarak sıkılan ve arabaya yerleşmiş sevimsiz kokudan daha da itici olan. Bindiğimiz taksi, hem yeni alınmışçasına pırıl pırıl ve temizdi, hem de hiç bir şey kokmuyordu. Ama iki dakika sonra arabanın içine dolan mandalina çiçekli havanın dayanılmaz kokusu, bambaşka bir dünyada olduğumuz duygusunu verdi.

Birkaç saat sonra Sabiha Gökçen'den Pendik'e inen yolda, yine bir tertemiz taksinin içindeydik. Sürücü camlarını sıkı sıkıya kapadı; bir anda taksinin içi öyle havasız oldu ki hemen camımı açtım ve içeri yine dayanılmaz bir koku doldu, yakınlardaki deri sanayii atıklarının kokusu.
Son değerlendirmede, Mergus'u Marmara'dan kurtardığımız için mutluyuz; darısı öteki teknelerin başına.

Sekiz gece süren 370 deniz mili uzunluğundaki yolda, Bozcaada ve Mürefte'de ödediğimiz ellişer liralar ve Çeşme’de ödediğimiz 190 TL ile toplam "konaklama" giderimiz 300 TL'ye yaklaştı. Buna bir depo yakıt için ödediğimiz 500 küsuru da eklersek, çok da masraflı bir dokuz gün geçirmiş sayılmayız.