21 Haziran 2011 Salı

ACEMİNİN TRİLYE SEFERİ




Ben Güven ve eşim Çelen, şeytanın bacağını kırıp, ilk kez, “marinası” olmayan farklı bir limana, gecelemek üzere gitme denemesi için Trilye’yi seçtik. Bu seçimde, Trilye’ye konusunda sahip olduğumuz ve geçmişe dayanan olumlu izlenimlerimiz belki de en önemli rolü oynadı. Ancak bunun yanısıra, bir günde gidilebilen yerler arasında, en iyi bağlanma olanaklarına sahip liman oluşu da kararı etkiledi. Bu konudaki bilgilerim, ağırlıklı olarak, Sadun Boro’nun Vira Demir’ine dayanmakla birlikte, güncel izlenimleri, “Gezgin Korsan Forum” sitesindeki deniz dostlarından topladım. (Yaşar Özen, Cengiz Esgi, Necip Bulut, İlhan Bulut, Nedim Yıldız, Kadir Kurtbayram, Mehmet Sütçü’ye teşekkürler). Bu bilgilerin özeti şu:


SEYİR ÖNCESİ BİLGİLENME:

Liman girişi: 40º 23,6´K /  28º 48,3´D
Limanın kuzey rıhtımında sınırlı sayıda da olsa tonoz var.
Dip balçık; bol zincir ser, ama bu nedenle de zincirler karışabiliyor.
Demir atmışsan, demiri alırken temizlemeyi ihmal etme.
Gece sertleyen doğu rüzgarları limanda sıkıntı yaratabilir.
Genelde Batılı eser, nadiren poyraz; demir atıp kıçtan kara olmakta yarar var.
Dipte balıkçıların kullandığı “sürpriz tonoz”lar var.
Kışın büyük balıkçı tekneleri limanı doldurur ve manevraları ile limanda rahatsızlık yaratabilir.
Rıhtım yüksek, pasarella gerek; ayrıca palamarların betona sürtünerek aşınmasına karşı önlem al.
Limanda derinlik 6-8 metre ama, rıhtımlarda 2-3 metreye iniyor.
Tatillerde yer bulmak zor.
Aborda olmak tavsiye edilmez, hele üzerine başka tekne aborda olacaksa hiç edilmez.
Elektrik ve su bazı noktalarda sağlanabiliyor.

Limandaki belediye görevlisi Gökhan: 505 9328217; kardeşi Burak: 536 6563524
Belediye’nin telefonu: 224 5632151-52-53
Zeytinci Hasan; gönüllü rehber
Savarona Restoran, Şekerev Restoran, Meltem Kafeterya (Tahsin Amca).
Kaynak: Geçmişten Bugüne Tirilye, Reyan Tuvi


SEYİR ÖNCESİ HAZIRLIK

Teknede böyle bir seyir için gerekebilecek asgari donanımı tamamladığımı sanıyorum. Ancak lastik botum yok, yani muhakkak bir yere yanaşmam gerek. Biraz yedek yağım var; göstergelere bakılırsa, su depolarım dolu; yakıt depom yarıya kadar dolu. Yakıt almaya karar veriyorum, Pendik marinanın yakıt alma iskelesine yanaşıyorum; 130 litrelik depoyu tam doldurmak için, 65 litre daha yakıt almam gerek; ancak 100 litre eklendiği halde hala dolmuş değil; “pompacı hava mı basıyor acaba?” diye düşünüyorum. Sonradan Gezgin Korsan’lardan öğreniyorum ki, göstergelere güvenmek yanlışmış. Denizin ortasında yakıtsız kalarak, bu bilgiyi daha pahalıya maledebilirdim.

Bize katılacak dostlar, bir sağlık sorunu nedeniyle gelemiyorlar. Teknede iki kişi olunca, kumanya konusu basitçe çözülüyor; yine de yanımızda iki kişiye 4-5 gün yetecek yiyecek var: kuru köfte, haşlanmış tavuk, salatalık, domates, meyve, bol içme suyu, diğer bazı içecekler, ekmek, krik-krak, bisküi; sanki yolumuzu kaybedip, bir hafta Marmara’da sürükleneceğiz.

Bu arada her ikimizin de birer dizi, birer dirseği ve birar parmağı arızalı. Ortopediste gidiyoruz, “fazla yormayın, buz kompresi yapın” diyor.

Direkteki hafif eğriliği, Önder Yıldız sayesinde giderip çarmıkları ayarlıyoruz. Usturmaçalara yeni kılıf geçiriyoruz. Demiri, yerinden kurtulma olasılığına karşı, bir el incesiyle ayrıca bağlıyoruz. Demirleme sonrasında zincirin yükünü alacak bir bosa kancası, ayrıca bir kılavuz halatı ve şamandıra hazırlıyoruz. Yedek demirimiz, 60 metrelik bir yüzer ve 90 metrelik bir batar halatımız var. Sigortaları, palamarları ve kakıçı yedekliyoruz. Bir inverter ediniyoruz.....

Rotamızı kağıt haritaya ve GPS’e çiziyoruz. Marinadan çıktıktan sonra 228º ile Bozburun açığına gidilecek, oradan 163º ile Trilye liman girişine ulaşılacak. Yaklaşık 40 dm mesafe. Öngördüğüm süre 10 saat. Herhangi bir sorun yaşanması durumunda sığınabileceğimiz  Çınarcık (40º 39,0´K  29º 07,9´D) ve Esenköy (40º 37,0´K  28º 48,3´D) limanlarının konumlarını haritaya işaretliyoruz.

Gün öncesi ve o sabah hava tahminlerini alıyoruz: çok hafif bir rüzgar görünüyor. Ancak denizci dostumuz ve “kılavuzumuz” Ekrem Birerdinç telefon ile son uyarıları yaparken, hava sakin dahi olsa, Bozburun’u geçer geçmez kuvvetli bir rüzgara hazırlıklı olmamız gerektiğini hatırlatıyor.

mavi: öngördüğüm rota,  eflatun: gidişizi,   sarı: dönüş izi


PENDİK’TEN YOLA ÇIKIŞ

Motoru, ırgatı, armayı son bir kez kontrol ettim. Gideceğimiz yolu  sonradan bilgisayara aktarmak üzere çizmesi için el GPS’imi çalıştırdıktan sonra, 3 Haziran 2011 cuma günü saat 9.30’da marinadan avara olduk. “Neden daha erken değil?” sorusunun yanıtı ise, “gece teknede yatmayıp, sabah uykumuzu da iyice almış ve hafif kahvaltımızı yapmış olarak, kara yoluyla Pendik’e gelmek zorunda kaldığımız için”.

Basınç: 1020
Nem: 570
Rüzgar: G-GD 3-6knt
Görüş: puslu

Önce hemen yelken açıp bir iki tramola atmayı deniyoruz. Fakat kısa bir süre sonra rüzgar bir kaç knota düşüyor. Cenovayı kapatıyoruz; ana yelken ile devam ediyoruz. Hava bulutlu ve puslu, adalar bile tam olarak seçilemiyor; Çınarcık sahili hiç ortada yok. Ufukta gökyüzü ile deniz aynı gri tonda. Yelken-motor (2300 devir) gidiyoruz; ama yelkenin bir yararı yok. Hızımız 5-6 knt. Oysa geçen ay teknenin altını temizlemeden ancak 3000 devirde bu hıza ulaşabiliyorduk.

Adaları geçtikten sonra deniz yüzeyi ayna gibi oldu; rengi turkuaza dönen suyun yüzeyi zaman zaman öylesine temiz oluyor ki insanın atlayıp yüzesi geliyor. Çöplerin yoğun yüzdüğü bölgelerde, tekneye sinekler konuk oluyor; bunlar karada gördüklerimizden biraz farklı. İyice giyimli olduğumuz için ısırma özellikleri olup olmadığını anlayamadık.

Gemi yoluna ulaştığımız halde, ciddi bir gemi trafiği ile karşılaşmıyoruz. Büyükada’yı bordaladığımız sırada Alsancak 2 adlı küçük bir tanker çevremizde garip seyirler yapıyor; tersaneden/onarımdan yeni çıkmış olabilir; ancak bir tür deneme seyrinde ise  bu hareketlerin bir anlamı olabilir. Ama biz en az üç kez onun dalgasında sallandık. Bu arada UND ro-ro gemisi sancağımızdan Pendik yönünde geçiyor.

Dostumuz E. Birerdinç, 13.15’te telefon ederek bir sorun olup olmadığını soruyor. Önümüzdeki saatler için hava durumu tahminlerini bildiriyor. Böyle bir kara “ekibi” varken “denizde ölüm yok” (Hep “karada ölüm yok” derdik, ilk kez bunun “deniz” versiyonunu kullanıyorum).

Öğleyin, Çınarcık-Esenköy sahiline yaklaşınca, yüksek tepelerin zirveleri sisin ardından kafalarını çıkardılar. Daha sonra, sahildeki yapılar yavaş yavaş seçilmeye başladı; keşke hep sisin ardında kalsalardı!! Saat 15.00’e gelirken, Bozburun fenerinin (40º 31,9´K  28º 46,9´D) yarım dm kadar açığından geçiyoruz [Fl.5s76m Siren(2)30s]. Ancak o zaman sis de biraz aralanıyor ve yamaçların bitki örtüsünü görüyoruz. Sarı katırtırnaklarıyla süslü yemyeşil kırlar; arada, acımasızca yontulmuş topoğrafyaya yerleştirilmiş şehir apartmanı kılıklı “yazlıklar”; sadece o binalarda oturanlar kendilerini o rezilliği görmekten koruma şansına sahip.

Esenköy açıklarında günün en mutlu olayını yaşıyoruz: yunuslar bir süre hoplaya zıplaya bize eşlik edip sonra teknenin altına dalıp kayboluyorlar; bir süre “yeniden çıkarlar mı?” diye bekliyoruz, boşuna; ama havamız bir anda değişiyor. Nedir bu yaratıklardaki tılsım?



ACEMİ KAPTAN

TRİLYE’YE LİMANINDA BECERİKSİZCE BİR YANAŞMA

Feneri geçtikten sonra yavaş yavaş burnu dönüp yeni rotaya giriyoruz. İskelemizde beliren Armutlu’nun inanılmaz rezillikteki apartmanlarını görmemek için gözlerimizi Trilye’nin olması gereken yöne çeviriyoruz; ama Gemlik körfezinin güney kıyısı da sisin ardında kayıp.

Burnu dönerken güçlü bir rüzgar yelkeni dolduruyor ve hızımız aniden 7knt’u aşıyor. Keyfimize diyecek yok. Seyahat günümüzün son ana kadar kesinleşememiş olması nedeniyle daha önceden kendisine bilgi veremediğimiz Bursalı korsan Nedim Yıldız’ı telefonla arayıp, Trilye’ye yaklaşmakta olduğunuzu bildiriyoruz.  Yıldız, nazik bir şekilde “daha önce haber verseydiniz sizi denizde karşılamaktan mutluluk duyardık” diyerek yol yordam konusunda uyarılarını yapıyor. Biz de hemen Belediye görevlisi Gökhan Bey’i telefon ile arıyoruz ve saat 17.00’ye doğru limana gireceğimizi belirtip bağlanacak yer olup olmadığını soruyoruz. Gökhan Bey, daha erken ulaşırsak yardımcı olabileceğini, çünkü saat 17.00’de ayrılması gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine hızımızı artırıp en kestirme rotayı izlemeye başlıyoruz ve 16.30’da liman girişine varıyoruz. Gökhan Bey ile önce telefon ile sonra da el kol sallayarak haberleşiyoruz. Kuzeydeki rıhtıma kıçtan kara yanaşabileceğimizi anlıyoruz; o anda tonozla bağlanılabilecek tek yer şansımıza boş kalmış.

Tonoz şamandırası, tam bağlanacağımız yerin önünde; dolayısıya rıhtıma dik olarak tornistan yapamıyoruz. İki yandaki teknelere de sürtünmemeye çalışarak çapraz bir manevra ile rıhtıma yanaşıp kıçtan bağlanıyoruz. İşte ondan sonra sorun başlıyor: Tonoz şamandırasına bağlanmak üzere ucu kıyıda bağlı bir kılavuz halat olmadığını anlıyoruz. Bu nedenle avara olup yeniden tornistan yaparken tonozu yakalayıp baş taraftan bağlanmak gerekiyor. Ancak  şiddetlenen rüzgar sürekli olarak baş tarafı iskelemize doğru döndürüyor ve tekneyi şamandıradan uzaklaştırıyor. Bunun üzerine şamandırayı, yeniden geri manevra yaparken kıçtan yakalıyorum. Ancak bu kez de, şamandıradaki halkadan geçirdiğim halatın (son gün yola çıkacağımda, tek başıma bu halatı bir kerede şamandıradan kurtarabilmek için) iki ucunu da tekneye bağlamaya niyetlendiğimde  boyunun kısa kaldığını ve rıhtımdan epeyce uzak kalacağımızı farkediyorum. Daha uzun bir halat alıp üçüncü avara-tornistan manevrasından sonra, bu kez Gökhan Bey inisiyatifi ele alıp halatı “çok sağlam bir düğümle” şamandıraya bağlıyor; böylece uzun halat kullanmış olmamın bir anlamı kalmıyor ve orada kaldığım iki gün boyunca, ayrılacağımız sabah bu düğümü çözmeye çalışırken, tekneyi sağa sola atacak kuvvette ve yönde bir rüzgar olmaması için dua ediyorum. Bütün bu hareket süresince, bir kere benim, bir kere de Gökhan Bey’in halatı suya düşürdüğümüzü de eklemeliyim; kakaçımızın boyunun yeterince uzun olması sayesinde her iki seferde de halatı kolayca tekneye çekebildik; halatların yüzme biliyor olmasının yararını da unutmayalım.

Geceliğine 25 lira, su ve elektrik için de 20 lira ödeyerek Gökhan Beyi yolcu ettikten sonra, elektrik kablosunu bağladık, teknenin su depolarını doldurduk. Her zaman olduğu gibi, fişi takar takmaz, panodaki “reverse polarity” uyarı ışığı yandı. Pendik’te aynı servis ünitesindeki farklı prizlerde bile ters bağlantı ile karşılaştığım için, bu konuyu fazla önemsemedim. Önemsemeli miydim acaba?

Burada şunu da belirtmeliyim: Bir yıl boyunca, her seyirden sonra dönüp dolaşıp, sadece Pendik Marinaya bağlanmamın nedeni, bu tür durumlarda, hele teknede biraz deneyimli ikinci bir kişi de yoksa, bağlanma sorunlarıyla baş edememekten çekinmem idi. Burada yaşadığım deneyim her şeye rağmen bende, farklı koşullarda yanaşma gerektirecek bir kaç seyirden sonra,  bu işin üstesinden gelebileceğime ilişkin bir güven oluşturdu. Daha sonra ve ertesi gün gelen tekneler, başkaca bir tonoz olmadığı için, demir atarak ya batı rıhtımına kıçtan kara, yada güney rıhtımına aborda olmak durumunda kaldılar. Kuzey ve güney rıhtımlar arası uzaklığın çok sınırda oluşu nedeniyle de, 50 ayaktan daha uzun tekneler manevrada güçlük yaşadılar.
Yanaşma sonrası, karaya adım atacağımızda, daha biz pasarellamızı çıkarmadan, Gökhan Bey kıyıya monte edilmiş katlı duran pasarellayı açarak bize büyük bir kolaylık sağladı. Rıhtımın yüksek oluşu nedeniyle, kendi pasarellamız biraz dengesiz kalabilirdi. Yeni yapıldığı belli olan hazır pasarella, tekneye hiç bir noktadan dokunmadığı için, bir zedelenme durumu yaşanmıyor. Önce “aferin belediyeye” dedik. Ama ertesi gün öğrendik ki, belediye ile Bursa Yelken Klübü’nün anlaşması sonucu bu rıhtımda  sürekli bağlanma olanağı bulan on kadar teknenin sahipleri, buradaki rıhtıma tesbitli/katlanabilir bir dizi  pasarellayı kendileri yaptırmış. Bizim kullandığımız da iskelemizde bağlı duran Doktor Sürel’in teknesine aitmiş ve yeni yapılmış; kendisi de Efe-Deniz adlı teknesini ertesi sabah bizim bağlandığımız yere kaydıracakmış; ama bizim iki gece kalıp ayrılacağımızı öğrenince, incelik gösterip, bu operasyonu erteledi. Kime niyet kime kısmet.

Bu arada Nedim Bey, iki kez telefon edip, bir gereksinimimiz olup olmadığını sordu; ayrıca seferber ettiği arkadaşı Feridun Bey de tekneye kadar gelerek bizimle ilgilendi.


TRİLYE LİMANI

Trilye yerleşmesinin doğu ucunda, kent merkezinin hem hemen burnunun dibinde  hem de doğaya yaslanmış ve onunla bütünleşmiş, harika konumda bir liman. Var olan bazı sorunları, niyet edildiğinde hemen giderilebilir türden; ama kapasitesini artırmaya kalkışırlar ise bütün tılsım bozulabilir.

Liman, 10-15 metre boyundaki yaklaşık 30-40 teknenin doğrudan bağlanabileceği, 5-10 teknenin de bordadan bağlananlara aborda olabileceği bir büyüklükte. 20-25 teknenin kıçtan kara olanağı var; bunların da 15-20 tanesi için tonoz olanğı var. Ancak bu tonozların bir bölümüne Bursa Yelken Kulübü tekneleri bağlı, geri kalanlar ise yat üretici bir firmaya tahsis edilmiş durumda. Yaz mevsiminde burada yer bulmak olasılığı yok gibi.

Limanın girişinde (güneydoğu tarafı) bir bölüm, küçük balıkçı teknelerine ayrılmış. Oradaki rıhtımda, balıkçılara hizmet verecek barakaların yanı sıra, deniz ile ilgili çeşitli derneklerin kullanımında olan barakalar var; biraz düzene sokulmayı bekliyorlar. Biz limanı gezerken, balıkçı barınağının ucundaki genişlikte, karavanlı bir turistin, gecelemek üzere hazırlık yapmakta olduğunu farkettik, minik çocukları ve köpekleri de çevrede koşturuyordu; limana hep denizden ulaşılacak değil ya!

Limanın batısında, hemen girişte, karadaki bir kaç balık-ekmek satıcısının yanısıra, denizdeki eski bir balıkçı teknesinde de balık servisi yapılıyor; genelde ithal Norveç balıkları. İsterseniz teknenize de servis yapıyorlarmış.

Liman, Trilye yerleşmesinin doğu ucunda, limanınn içinden yürüyüp geçerseniz, halka açık ve denize girilebilen küçük bir park, daha sonra da taş binada bir yeme-içme tesisi var; havasına bakılırsa, genel Trilye havasından biraz “yukarıda” bir işletme. Biraz daha yürüyünce, çekek yeri gibi de kullanılan doğal bir kıyıya ulaşıyorsunuz.

Limanın güneyindeki arazi dik bir yamaç halinde aniden yükseliyor ve yukarılardan Trilye’yi daha doğudaki küçük yerleşmelere bağlayan karayolu geçiyor. Bu dik yamaçın olağanüstü bir doğal bitki örtüsü var. Yamacın dibinde, taş lokantaya giden yol üzerinde, pembe-yeşil yapraklı ve aynı renkte tohumları/çiçekleri olan bir ağaç dizisi oluşturulmuş. Biraz dikkatli bakınca bu nitelikteki dalların başka bir ağaca aşılanmış olduğu farkediliyor; iki ağaç bir gövdede. Daha sonra kitapları karıştırdığımızda bu pembeli ağaca “dişbudak yapraklı akçaağaç” (acer negundo) adının verildiğini görüyoruz; demek ki normal bir akçaağaca aşılamışlar. Diğer ilginç bir bitki, Yamacı yer yer kaplamış olan, İskoç dikeni çiçeklerinin benzerlerini açan ama gövdesi bir çam dalını andıran bir tür maki.


Kıçtan kara teknelerin bağlandığı kuzeydeki mendirek, aynı zamanda olta balıkçıları tarafından kullanılıyor; ancak onlar oltalarını, mendirekteki anroşman kayalarının üzerinden açık denize sallandırıyorlar. Bizim orada bulunduğumuz Cuma-Cumartesi günleri, akşam üzeri, bir olasılıkla iş çıkışı, her yaştan balıkçı, nevaleleri ile gelip yerleşiyorlar, gece geç vakte kadar balık avlamaya çalışıyorlar. Daha çok istavrit ve onların “karagöz” adını verdikleri yine küçük bir balık. Oltaların ucundaki fosforlu yeşil ışık, oltaya balık vurduğunda onları uyarmaya yarıyormuş. Ancak uzaktan izlerken, oltayı çekip attıkça havada uçuşan bu fosforlu ışıklar, iri ateş böceklerini andırıyor.

Kıçtan kara olduğumuzda, ister istemez bu mendireğin duvarına bakıyoruz ve akşamları bu ışıklar da olmasa görebildiğimiz tek şey, mendireğin içe bakan beton duvarı. Ardında deniz olduğunu bilmesek çok huzur kaçırıcı bir manzara. Üstelik eğer havuzlukta oturmaya niyet etmişseniz, geceleri ortalığı gündüz gibi aydınlatan rıhtım lambaları, gözünüzü oyuyor (teknenin kıçında, biminiden sarkan bir geçici perde ile bu sorunu çözdük). Sözünü ettiğim beton duvar boyunca mendireğe çıkmak isteyenlere bir geçit bıraktıktan sonra, sözüm ona, rıhtıma denetimsiz girişleri engellemek için demir ızgaralı bir çit yapılmış. Ancak bu çiti taşıyacak kutu profil dikmeler o kadar zayıf kalmış ki, çitin büyük kısmı devrilmiş. Çocuklar, bu yere kısmen yatmış ızgaraları trambolin gibi kullanarak üzerinde zıplayıp eğleniyorlar: ama kendileri için de ciddi bir tehlike yaratıyorlar. Deneyimli bir mimara basit ama güvenilir bir çizim yaptırmayıp ya da doğru bir malzeme tavsiyesi almayıp, doğrudan (sadece deneyimsiz olmakla kalmayıp sezgileri de zayıf) bir demirciye giderek milletin parasını sokağa atan kamu kuruluşu uygulamalarına bir örnek olsa gerek.

Limanda iki gece teknede kaldık. Cuma akşamüzeri ve Cumartesi gündüz, komşu tekne Efe-Deniz’in sahibi Dr Sürel Bey ile sohbet ettik. Aynı sıradaki teknelere de gelip yemeli içmeli keyif yapanlar oldu. Bu teknelerin bazıları Cumartesi günü seyre çıktılar. Sürel Bey rahatsız olduğunu belirtip kıyıda kaldı. Limanın bu uç bölgesine gezinti amacıyla çok fazla insan gelmediği için oldukça sakin. Ancak ilk gece, limanın güney kıyısında uzun bir masa kurup kutlama yapan bir grup geç vakitlere kadar türkü söyleyip horon teptiler. Ama bizi fazla etkilemedi, günün yorgunluğu ile kolayca uykuya geçtik.



TRİLYEYİ GEZİYORUZ

Tekneyi bağladıktan ve her şeyi kontrol ettikten sonra, hemen liman çıkışındaki çayhanelerden (onlar kendilerine “kafe” demeyi yeğliyor) birine oturup çay eşliğinde bir gözleme yedik. Teknede her şey var ama tam gün yolda geçince önümüze hazır bir şey konması da bir keyif.

Sonra yerleşmenin merkezinde biraz dolaştık. Seçim öncesi, her yerde parti bayrakları; çoğu üç aylı. Lokantaların Cuma akşamı müşterileri için henüz erken. Akşama doğru arabaları ile gelenler çarşıyı ve kıyıdaki küçük meydanı hareketlendirmeye başlıyor. Kuzeye, denize bakan küçük meydan ve buradan iki yana uzanan yaya yolları oldukça düzgün. Meydana bakan çok sayıda balık lokantası var; açık havada masaları kurmuş son hazırlıkları yapıyorlar. Buralarda yerel taze balık yemenin pek söz konusu olmadığı söyleniyor ama bu konuda benim kendi gözlemim ve deneyimim yok.

Güneş iyice yattığı için artık rahatsız etmiyor. Sahilden içeri doğru giren ana yolun iki yanındaki dükkanlardan oluşan çarşının başlangıcında, dışardan gelenlere (yerli turist mi demeli?) yönelik, zeytin, zeytin yağı, şarap, saksı çiçeği ve hediyelik ıvır zıvır satan iş yerleri var. Daha geriler, Trilyelilere hizmet ediyor.

Dikkati çeken, her yerde her seviyede, her pencerede, balkonda, çatıda saksı çiçekleri; çoğu yağ tenekeleri (ya da eski deyişle gaz tenekeleri) içinde. Bunlar genellikle bildiğimiz harcıalem çiçekler (sardunyalar, petunyalar, ......... ) fakat, hiç bir yerde görmediğimiz renk ve desenlere rastlanabiliyor ve genellikle çok bakımlılar.

Trilye’ye ilk gelişimiz 40 yıl kadar önce bir kış günü idi. Bir arkadaşımız ve Finlandiyalı eşiyle birlikte kısa bir tatil için Ankara’dan otobüsle gelip, kasabanın dışında bir bağ evinde kalmıştık; yağmurlu bir kış günü, hava karardıktan sonra bağ evinin yakınında otobüsten inip, uzun zamandır havalandırılmamış ve ıslak dencek kadar rutubetli bağ evine sığındığımızda; “ne işimiz var burada?” diye düşündüğümü anımsıyorum. Ama ertesi gün Trilye’yi gezdiğimizde, isabetli bir iş yaptığımıza karar vermiştim.

Daha sonra, ikibinli yılların başlarında, Mudanya’ya yaptığımız bir sınıf gezisi (İTÜ Mimarlık Fakültesi,1965 mezunları) sırasında bir kez daha ziyaret edip bir kaç saat dolaşmıştık. O günlerden bu güne ne değişmiş diye merakla çevreyi algılamaya çalıştık. Bir çok ev yenilenmiş, ama çok azı usulüne uygun restore edilmiş, onlar da büyük olasılıkla dışardan gelip burada tatil evi edinen büyük kent dertlileri. Dokunulmayan ahşap binalar ölüme terkedilmiş bir durumda. Binaların çoğu, ahşap çatkılı bağdadi sıvalı; bu yüzden ayakta ölüyorlar; kendi haline yıkılmaları daha bir yüz yıl sürer. Kalıcı taş yapılar ise henüz bir restorasyon görmemiş; minare eklenerek camiye çevrilmiş bir kilise canını kurtarmış durumda. Çınar ağaçları biraz daha büyümüş. Merkezden uzak parsellere yeni ve sevimsiz binalar yapılmış; arada, mimar elinden çıktığı anlaşılan, bir kaç düzgün-sade apartman var. Yerleşmenin batısındaki tepeye ötel olarak dikilip, izin alamadığı için apartmana dönüştürüldüğü söylenen 5-6 katlı yapı, Trilye’nin başına gelen belki de en büyük felaket. Allah kurtarsın.

Bir vadinin iki yanındaki yamaçlara kurulu olan kasaba, genelde zeytinliklerle çevrili. Bu nedenle de uzun süredir resmi adı Zeytinbağı. Çarşıdaki dükkanların çoğunda satılan tarım araçları ve ortalıkta dolaşan traktörler, burasının hala bir tarım yerleşmesi olduğunu gösteriyor. İnsanları da büyük kentlerde yaşayanların yabaniliğine henüz erişememişler; yolda belde karşılaştığınız herkes ile bir merhabadan sonra koyu bir sohbet başlayabiliyor. Kimisi büyüklerinden aktarma Girit ya da Selanik ile ilgili anılara değiniyor; kasabanın bu günkü durumuna bağlıyor ve bu eski evlerin yıkılıp yerine apartman yapılamayışından yakınıyor. Kimisi, bu mimari zenginliğin korunup yaşatılamayışının toplumumuzun yüz karası olduğundan söz ediyor.


Yerleşmenin yaya ulaşımı büyüklüğünde olması ve hareketli topoğrafyası nedeniyle, ana çarşı yolu dışında ortalıkta çok az araba var. Dolayısıyla çocuklar, kapılarının önüne oyuncaklarını yayıp gruplar halinde oynuyor, yaşlılar bir yaygı serip üzerinde örgü örüp sohbet ediyor; kısaca sokak evin uzantısı; apartmanlaştıklarında nelerden mahrum kalacakları hakkında bir fikirleri yok. Aslında sıkıntı yaratan,  babadan kalan arsanın rantından yararlanamamak ve eski evlerdeki fiziksel yaşam koşullarını iyileştirememek.

Özetle fiziksel ve toplumsal olarak korunmuş çok az yerleşmemizden biri. Bunun en önemli nedeni de ekonomik olarak fazla gelişmemiş olması. İkinci bir neden de, Gemlikten Bandırma’ya kadar uzanan ve kıyıdaki yerleşmeleri birbirine bağlayan transit bir “sahil yolu” yapılmamış oluşu. Turizm biraz gelişir ve bu arada böyle bir sahil yolu yapılırsa, Trilye’yi fotoğraflardan izleyebiliriz ancak; insanlarını da öteki kentlerde arayıp bulmak gerekir. İyi ki bu yaşlardayız da o günleri görmemiz gerekmeyecek.


DÖNÜŞ

Pazar sabahı dönmeyi planlamıştık, bu plana da uyduk. Her ne kadar “denizde plan yapıp Tanrı’yı güldürme/eğlendirme” deniyorsa da, bu yolculuktaki planlarımız bir engel ile karşılaşmadı. Dostumuz/kılavuzumuz E. Birerdinç, İstanbul’dan telefon edip hava raporunu veriyor, Bozburun civarında suda bırakılmış olabilecek balıkçı ağları konusunda bizi uyarıyor. Ayrıca, sabah gün doğarken yola çıkmamızın ve Gemlik Körfezini erken geçmemizin daha iyi olacağını söylüyor. Biz de bu uyarıyı dikkate alıp sabah 5.30’da ayaklanıyoruz. Bir gün önce chartplotter’a (uydu bağlantılı deniz haritası) rotamızı çizmiştim. Kağıt haritadaki rotamızla uyumunu bir kez daha gözden geçiriyorum: limandan çıktıktan sonra Bozburun’a kadar 345 º, ondan sonra 48 º ile seyredeceğiz.

Aklım tonoza bağlı halatı çözerken teknenin rüzgarla sağa sola savrulup sorun yaratıp yaratmayacağında. Yağ seviyesini kontrol edip motoru çalıştırıyorum. Irgatın çalışıp çalışmadığına bakıyorum. Heçleri kapatıyoruz. Elektrik kablosunu ve kıç halatlarını çözüyorum. El GPS’imi çalıştırıyorum. Çelen dümende motora hafifçe yol veriyor. Güneybatıdan 5knt hızında bir rüzgar görünüyor. Halatı tonozdan kolayca kurtarıyorum; Çelen dümeni iskeleye hafifçe döndürüp, tonoz halatlarına takılmadan liman girişine yöneliyor. Rahat bir nefes alıyorum; iki gündür, aklımda hep yanaşma sırasındaki güçlükler olduğu için,  avara olurken hangi sorunları yaşayabileceğimizi ve bunlardan kurtulmak için neler yapmak gerektiğini kafamda kurup durmuştum. Neyse, en azından beyin cimnastiği oldu. Saat 06.00’da limandan çıktık.

Hava açık ama puslu. Barometre 1020 mb, ısı:18 ºC, nem: %70. Karşıdaki Armutlu yerleşmesi silüet halinde. Yelkeni hemen açıyoruz ama durum pek ümitvar değil, rüzgar hem çok zayıf hem de Güneybatı ile Güneydoğu arasında sürekli yön değiştiriyor; motoru kapatamıyoruz, 2300 devirde çalışıyor, hızımız 5.5 knt. Bozburun’u geçtikten sonra hava kaldı; deniz de dümdüz. Cenovayı kapadık.

Denizde yine çok az trafik var. Önce iskelemizde  4-5 mil uzakta koca bir gemi silüeti göründü ve çok yavaş bir seyirle batıya doğru gözden kayboldu. Sonra yarım mil kadar açığımızdan Bora 4 konteyner gemisi geçip, Gemlik körfezine yöneldi. Sonra da Adalar’a yaklaşıncaya kadar yüzen cisim olarak, sadece bir tek balıkçı kayığı gördük; sahi, az kalsın unutuyordum, bir de üzerinde bir martı ile seyretmekte olan bir tahta parçası. Denizin üzerine çökmüş sis nedeniyle, uzaktaki herhangi bir şeyi görmek zaten olanaksız. Sadece Kartal’ın arkasındaki tepelerin uçları sisin içinden sıyrılabilmiş durumda.

Arnavutköy açıklarındayken, deniz yüzeyi hareketlenmeye başladı; saat 09.00’da tam kafadan 5 knt hızında bir rüzgar esmeye başladı. Hemen cenovayı açtık, rotadan da biraz saparak orsa seyir yapmaya başladık. Esenköy’ü bordaladıktan biraz sonra martıların konup kalktığı bir bölgeye ulaştık. Derken çevremizi yunuslar sardı. Aslında büyük olasılıkla onların bizimle bir ilgileri yok, balık avlamakla meşguller belki ama, dalıp çıkmalarını biz kendimizle bağlantılı sayıyoruz. Birden aklımıza geliyor fotoğraflarını çekmek. Ama bir tane bile poz yakalayamıyoruz. Bu basit digital makinalar, deklanşöre bastıktan epey sonra resim çekebildikleri için, yunusların suya dalmış hallerini, yani deniz suyunu belgelemiş oluyoruz. Tabii ki, doğru olan hareketli görüntü almak. Yunuslar ile oyalanırken baktık ki rüzgar yine kalmış. Cenovayı yine kapadık ve rotamıza yöneldik. Sanki bütün olay, bizi yunusların avlanma sahasına çekmek için düzenlenmişti.

Saat 10.00’da Adaların tepe uçları da görünmeye başlıyor. Adalara yaklaşırken iskelemizde bir RO-Ro gemisi, sancağımızda ama ufukta Yenikapı-Yalova feribotunu görüyoruz. Bu arada bulunduğum mevkii belirleme amacıyla haritada bir deneme yapmak üzere, Büyükada’daki yangın kulesini kerteriz alıp bir saat ara ile iki açı okuyorum. Laf aramızda, dönüşte bu bilgilerle kağıt haritada belirlediğim nokta, GPS ile çizdiğim izin sadece 100 metre dışında kaldı; bu kadarcık hata kabul edilebilir herhalde.

Saat 13.00’de Pendik’teyiz; kazasız belasız, ama şeytanın bacağı kırık olarak.