17 Haziran 2012 Pazar

SIĞACIK'TA ALTI GÜN


11-16.Haziran 2012

Üç hafta aradan sonra, yine Mergus’tayız. Bu kez Teos’ta. İlk bakışta tekne bıraktığımız gibiydi; güvertede bir tur atınca, hindistan cevizi kabuğunun parçalarına benzer nesnelerle kaplı olduğunu farkettik. Onları toplayıp güverteye su tuttuğumuzda ise, bir takım siyah noktacıkların eriyip siyah mürekkep halinde güverteye yayıldığını gördük. O anda bu olaya akıl erdiremedik.

Yıkama faslı biterken, pantondan gelen “hoş geldiniz” sesine döndük ve Savaş Arca ile tanışmamızla birlikte bilmecenin yanıtını da öğrendik: Bir gece önceki Hadise-Ferhat konserinde patlatılan havai fişeklerin yağdırdıkları imiş gördüklerimiz. Rüzgar altında kalan teknelerin hepsi bu yağmurdan paylarına düşeni almışlar. İnsanların, gözlerinin içi gibi baktıkları teknelere yönelik  bir mini sabotaj.

Bu konser, bizi marinaya getiren taksi sürücüsünün de canını sıkmış: “dün hiç iş yapamadık, beş dakikalık yolu bir saatte gitmek zorunda kaldık, konserin bedava olduğunu öğrenen tüm İzmir halkı, arabaları ile Seferihisar havalisini bloke etti; trafik polisleri de ‘bu gün böyle’ demekle yetinip, herhangi bir çözüm çabasına girişmediler.”

Hiç değilse Teos Marina için iyi bir reklam oldu mu acaba?

Bu gezi için planladığımız seyir alanı

Savaş Bey, İstanbul’dan sadece teknesini değil, ailesini de kaçırıp Teos’a yerleşenlerden; teknesine nazır bir evde oturmanın da ayrı bir tadı olsa gerek. Bu arada, bir kaç sene Moda’da aynı sokakta oturmuş olduğumuzu da öğrenip karşılıklı şaşırıyoruz; Safa Sokak’ta birkaç bina ara ile oturup yolda karşılaşmış isek bile selamlaşmamışızdır; büyük kentlerde kim kime dum duma.  Burada görüşmek nasipmiş.

Önümüzdeki bir kaç güne yetecek bir alış verişten sonra, Sığacık’ta akşam üzeri yürüyüşüne çıkıyoruz. Dar, gölgeli sokaklardaki kapı önü sohbetlerin arasından geçip kalenin çevrelediği avluyu katettikten sonra balıkçı barınağının rıhtımındaki Burç restorana yerleşip, İclal Hanım’ın önerdiği Ege otlarından yapılmış, karidesli, mantarlı kavurmanın tadına bakıyoruz. İstanbul’da başlayan gün, Teos marina’da Mergus’un ön kabininde son buluyor. “Sıcakta nasıl uyuruz?” diye korkmamıza da gerek yokmuş; gece üşüyüp tepemizdeki heçi kapama gereğini bile duyuyoruz.

Gölgelenen balıkçı.
BİZ NERGİSTEYİZ AMA KEÇİLERDEN SES YOK

Teos çıkışlı ilk seyrimizi, “umumi arzu üzerine”  Nergis Koyu’na yapmaya karar verdik. Bu cümledeki “umum”dan kasıt, “bu civarda ilk gidilecek yer neresidir?” sorusunu bile sormadan, “Nergis’e muhakkak gidin” diyenler. Biz de 12 Haziran sabahı, Teos Marina’dan çıkıp Sığacık körfezini doğudan batıya ıssız koyları izleyerek kıyı kıyı katettikten sonra güneye yöneldik. İnsan yerleşimi olmayan ama balık çiftlikleri ile önü kesilmiş sahili katedip Gök Liman’ın girişine ulaştık.

Sığacık Körfezi'nde balık çiftliği. Gök Liman'dan yargı kararı ile çıkmışlar ama Körfez girişindeki yeni konumları riskli.
Bu arada balık çiftliklerinin Sığacık körfezine batıdan giriş yapanlara nasıl bir tuzak oluşturduğunu farkettim; acaba geceleri özel bir işaretleme yapılıyor mu?

Gök Liman'da sükunet
Gök Liman’a aynı zamanda neden “Kokar” adının takıldığını merak ediyorum; kılavuz kitaplarda sözü edilen balık çiftlikleri koyun dışına çıktığı için koyda olumsuz bir koku ve görüntü yok. Ancak, koya girdikten sonra sancağımızda kalan “mini koy” tam bir hurdalık görünümünde. Gök Liman’da balık çiftliklerinin kalıntısı olduğunu sandığım, kayalara basan ayaklarla kısmen deniz üzerine uzanan barakalar dışında insan yapısı bir nesne yok. Ama, bunlardan birinin önünde çalışan birkaç kişi, varlıklarını duyurabilmek için biz önlerinden geçerken  silah patlatmadan duramadılar; kırkiki pare olsa selamlama amaçlı denebilirdi belki.

Bu minik koy, Gök Liman'ın bir kolu, ama sanki kimse demirlemesin diye özenle tatsızlaştırılmış.
Vakit öğlene yaklaşıyordu. Daha önce bağlanmış iki yelkenliden artmış üçüncü şamandırayı geçip demir atmaya kalkıştığımızda teknedekiler seslendi “şamandıraya bağlan, demire gerek yok”. Ben “sahibi gelirse diye bağlanmadım” deyince, “bunlar sahipsiz” dediler. Daha sonraki günlerde öğrendiğimize  göre, bu şamandıralar, yargı kararıyla koy dışına çıkartılan çiftliklere aitmiş ve geri dönüş umuduyla burada tutuluyorlarmış.


Gökliman

Şamandıraya bağlanıp, doğanın bu olağanüstü sahnesinin ortasında denize girip kahvemizi içtikten sonra, yeniden yola koyulduk. Limanın çıkışında, Sahil Güvenlik tarafından kullanıldığı söylenen büyük şamandırayı iskelemizde bırakacak biçimde ağır ağır seyrederken, “Yavaş Yavaş” adlı yelkensiz yelkenli tekne, adına ihanet edercesine son sürat şamadıranın aynı tarafını nişanlamış olarak gelmeye başladı. Biz son anda şamandırayı sancağımızda bırakma manevrası yapmak zorunda kaldık. Sonradan düşündüm, belki de böyle dar geçitlerde ortada şamandıra varsa, tekneler bunu sancaklarında bırakmak zorundadırlar. Bir bilen beni uyarsa iyi olur.

Nergis Koyu’na ulaştığımızda güneş yeni yeni alçalıyordu. Tam ortaya ardarda dizilmiş 5-6 tekne, koyu boydan boya kaplamıştı. Onların yanından geçip koyun dibine yakın bir noktaya demir atmaya kalkıştığımda, 3 metre olan derinliğin, rüzgarın dönmesi durumunda sorun yaratacağını farkettim ve demiri alıp koyun genişlediği bir noktada ikinci sıra oluşturmaya karar verdim.

Bizim demirleme manevralarımızda, alışılanın tersine Çelen dümende oluyor; özellikle dalgalı denizlerde benim baş tarafta bulunmam daha güvenli. Aramızda kararlaştırdığımız işaretlerle, motoru ve dümeni yönetiyor. Yine öyle bir uygulama yaptık; bu arada Çelen, elektroniklerden gelen yetersiz derinlik uyarılarını da bana iletiyor. Gerçi burada denizin dibi kabak gibi ortada, kum taneleri bile tek tek seçiliyor (“kabak gibi” deyimi de hep kafamı kurcalamıştır; kabak nasıl oluyor da başka nesnelerden daha iyi görünebiliyor acaba?).

Daha önceki seyirlerimde, demir şamandırasının batar halatı zincire dolanıp çapariz verdiğinden, bu kez özel olarak bir yüzer halat alıp şamandıraya bağlamıştım. Böylece artık halatın pervaneye dolanma riski de ortadan kalkmış olacaktı. Bütün bu demir atma-toplama sürecinin ortasında, yeni halattan iki metrelik bir parçanın suda yüzdüğünü farkettim; Evet halatımız gerçekten yüzer tiptendi ama gerisi neredeydi? Bir süre sonra demir şamandırası da halatın geri kalanıyla birlikte yanımızdan geçip gitti; oysa demir henüz dipte idi; pervane görevini yapmıştı, ya halat?

Durum, tekneyi sabitleyip yüzme molası verdiğimizde iyice açıklık kazandı: Gözlük ve palet ile dalıp baktığımda, halataın iki-üç metrelik bölümünün hala pervanenin gerisinde, şaftın çevresinde sıkıca sarılı olduğunu, ama halat kesici ile kovan arasında da iyice sıkışmış hatta kısmen kovana sızmış bir halat yumağının bulunduğunu gördüm. Bunları bıçakla kesip ayıklamam 7-8 dalışı ve yarım saatlik bir uğraşı gerektirdi.

Nergis Koyu'nda özgür tekneler; her biri farklı bir yöne bakabiliyor; sanki demirde değiller.
Bu arada, daha önce hiç kafa yormadığım bir durum izledim: Güneş batarken, günübirlik gelen tekneler koyu terkederken, geceleyecek tekneler koya girip demirlemeye başladı ve böylece 10-12 tekne olduk. Bir ara baktım, havadaki ve sudaki hareketsizliğin sonucu, teknelerin her biri başka tarafa yönelmiş. Oysa alıştığım görünüm demirdeki tüm teknelerin, rüzgarda bekleşen martılar gibi, tek bir yöne dönmüş paralel duruşlarıydı. Zincirler boşta sallanıyor, demirlerin ne tarafta olduğu belli değil. Öyle ki bir ara baktım bizim demir teknenin kıç omuzluğuna yakın bir noktada dipte kumun üzerinde yatıyor; sanki başka birine ait.

Nergis'te, deniz ile karanın kardeşliği.
Denizin tadını sadece bu berrak suda yüzerek değil, daha sonra gün batımına kadar, denizden yansıyan ışıkların kayalar ve yeşil maki örtüsü üzerinde yarattığı ışık oyunlarını izleyerek çıkarttık. Ne rüzgar ne de dalga vardı; sadece koyun girişindeki deniz hafifçe kıpırdayıp kayalara sürtündükçe, akan ince bir derenin yarattığı müziğin benzerini çevreye yayıyordu. Gün batımında söyleşen geveze kuşlar bu müziğe eşlik ediyordu. Ama kılavuz kitaplarda sözü edilen ve bu saatlerde yamaçlardan inerken çıngıraklarıyla koya farklı bir müzik yayması beklenen keçi sürüsünden haber yoktu. Hava tamamen karardığında, yıldızlarla dolu olağanüstü bir gökyüzü, gecenin son ama en görkemli gösterisi oldu.

Sarpdere Limanı

SARPDERE’DE  ÇAĞDAŞ KADINLAR HAMAMI

Nergis Koyu’nun sessizliğinde uyanmak, biz kentlerin gürültüsüyle yaşamaya alışmış olanlarda bir tür sarhoşluk yapıyor; aynı temiz havanın çarpması gibi. 13 Haziran sabahı, günün ilk ışıklarıyla, öteki tekneler koydan ayrılınca biz, “koy kapatmış ağa” duygusuyla denizin tadını çıkardık. Öğleye doğru, istemeye istemeye demir aldık.

Sarpdere Limanı'nın bitiminde bir yazlık site.
Dönüşe geçmeden önce, Nergis’in açıldığı Sarpdere Limanı'nı da bir dolaşalım dedik ve bu sayede, limanın dibindeki sitenin modern “kadınlar hamamı”nı görme fırsatını yakaladık.

Çağdaş "kadınlar hamamı"
Sarpdere Limanı'nın dibine ulaşmadan önce doğuya ayrılan mini koyu uzaktan da olsa incelemek yararlı oldu; çünkü Nergis herhalde yazın ilerleyen haftalarında tıklım tıklım dolacak, bu ikinci çıkmaz sokak, demirleme için değişik bir seçenek yaratacak.

Nergis'te yer bulamayanlara Sarpdere Limanının dibine yakın ikinci bir koy.
Kırkdilim Limanı’nı keşfetmek üzere yeniden yola koyulduk; rüzgar yok denecek kadar hafif; zorunlu olarak motora kuvvet gidiyoruz. Tektaş Adası çevresindeki ilginç kayaları izlerken rüzgar 5 knotun üzerine çıktı, biz de yelken açtık; 3 knot hızla Kırkdilim’in ağzının ortalarına kadar gidip, bir tramola ile limanın içine girmeyi planlıyoruz.

Tektaş Adası; ana karaya yapıştırılmayı bekliyor.

Tektaş çevresinde kaya biçimlenmeleri.
O anda, dört gurcatalı, yaklaşık 60 ayak boyunda siyah gövdeli bir tekne, yelkenleri kapalı olarak sancağımızdan geldi ve hayran bakışlarımız arasında önümüzden süzülerek limana girdi; birbuçuk mil kadar ileriye demirledi. Biz de yelkenimizle koyu derinlemesine katedip, neredeyse yarım saat sonra, siyah kuğunun yanından geçtik ve sahile yakın bir konumda, boyumuza uygun bir derinliğe demirledik.

Teke Burnu çevresinde üç liman: Gök, Kırkdilim ve Sarpdere

Bu sırada, siyah teknenin botu koyun dibindeki plajı incelemiş geri dönüyordu. Biz o kadarına zahmet etmeyip dürbünle, canım kumsalın çöplüğe dönüşmüş durumunu gözledik; botun gitmesi ile dönmesinin bir olma nedenini anladık. Sonra düşündüm, bu da kıyılarımızı tekneli turistlerden korumak için bize özgü bir yöntem olabilir; bu insanların da bir daha buraya geleceğini sanmam.

Kumsalın bakımsızlığı ve pisliği bir yana, hem iki yanımızda yükselen yeşil yamaçlar, hem de deniz dayanılmaz güzellikteydi. Tam suya atlayacaktık ki, deniz yüzeyi köpüklü bir tabaka ile kaplandı. İlk aklımıza gelen, siyah teknenin kumsalda güneşlenme olanağının elinden alınmasına kızıp sintinesini boşaltmış olması idi. Derken o tekne demir alıp gitti, ama kirlilik, açık denizden doğru akın akın gelmeyi sürdürdü. Siyah kuğunun günahını almışız. O zaman anladık ki, açık denize doğrudan açılan koyların kaderi bu; demek ki Nergis Koyu temizliğini, açık denize dolaylı bağlanmasına borçlu.

Serdümen Çelen Kırkdilim Limanı'nı terkederken.


SIĞACIK-DOĞANBEY ARASI: YURDUN KAN AĞLAYAN YARASI

İnsanların bir araya gelip, topluca bir üretim yapmaları için geliştirilmiş örgütlenme biçimi olarak “Kooperatif”  kavramı, ilk bakışta “olumlu” bir anlam taşır. Ama bu bir araya geliş, doğayı topluca katletmek amacını yönelikse?

Kooperatif eliyle çevre tahribatı.
14 Haziran seyrimiz, bu hazin manzarayı izleyip, kurtarabildiklerimiz için şükretmek amacını taşıyordu. Kooperatiflerden arta kalan yerlerdeki kaya formasyonları sayesinde kıyı henüz ilginçliğini koruyor. Kooperatiflerin de tümünün hakkını yemeyelim; Doğanbey Burnu’na yakın bir tanesi, yapıların tek katlı oluşu ve çevreyi ağaçlandırması sonucu, olumlu bir örnek görünümünde; zaten önemli olan denge: “Bir doğa parçası ne kadar bina kaldırır?” sorusuna doğru yanıt bulabilmek. Başarısız yemek tariflerinde olduğu gibi “kaldırdığı kadar beton“ koymaya kalkarsak işin tadı kaçıyor.
Çevreye saygılı bir kooperatif girişimi örneği.
Doğanbey Burnu’na kadar, zaman zaman çok güzel yelken yaparak, yolun yarısını da yine motorla katederek gidip döndük. Rüzgarın yönü sürekli oynuyor, hızı da neredeyse beş dakikada bir 3 ila 10 knot arasında değişiyordu. Ama ana hatları ile lodos egemendi.

Kormen


Kormen Adası

Teos harabelerinin yamacındaki yelken eğitim tesisinin açığında, onlarca yelkenlinin arasından geçmek mutluluk vericiydi. Bunlar arasında gözümüze çarpan “yelkenli lastik bot” ile ilk kez tanışıyorduk. Bu değişken rüzgar, eğitim ve alıştırma için uygun bir ortam yaratıyor olmalı. Biz de, yelken aça kapaya epey cimnastik yaptık doğrusu; bu antrenmanlarda, Çelen tekneyi rüzgara döndürme ve sarma halatlarının karşılığını gergin tutma sorumluluğunu üstleniyor. Ben de yelkenleri açıp kapama işini olanaklar ölçüsünde vinç kullanmadan yapmaya çalışıp, geceyi bel ağrısı ile geçiriyorum; özellikle cenovayı geri sararken vincin gücünü kullanıp, herhangi bir çapariz durumunda sarma sisteminin canına okumayı göze alamıyorum. Yelken trimi konusunda ise daha çok yol katetmem gerekiyor; yanımda taşıdığım kitapları okuyarak fazla yol alamıyorum; ancak deneme-yanılma ile doğru yolu bulacağımı sanıyorum.


Teos antik kenti önünde yelkenciler



Yelkenli şişme botta eğitim
Dönüş yolunda, lodosun kaldırdığı dalga iyice arttı. Çelen otopilotu daha fazla zorlamamak için dümen tutmayı sürdürüyor, arada bir yelkovan kuşlarını görüp heyecanlandığı durumlarda otomatikliği biraz şaşsa da. Bu kuşları hep, hızla bir o yana bir bu yana uçarken görmüşüzdür; ilk kez topluca su üzerinde oynaşırken görmek gerçekten heyecan verici idi. İnsan böyle aniden ortaya çıkan durumlarda bakakaldığı için, fotoğraf çekmeyi unutuyor. Hoş unutmasa da hem bizim hem onların hareketli olduğu bu anı fotoğraf ile kaydetmek öyle kolay değil; bu nedenle de genellikle sine kamera ile hareketli film çekmek yeğleniyor. Ama film bana fotoğrafın tadını vermiyor nedense.


Kormen Adası kayalıklarında sıkışıp kalmış gibi görünen bu tekne, aslında oradaki ılıcayı ziyaret ediyor olmalı.

BAĞLI TEKNEDE İKİ GÜN

İyi ki, ilk üç gün denizdeymişiz; sonraki iki gün, 20-30 knotu bulan poyraz, bizim gibi amatörlerin gözünü korkuttu ve bizi de tekneyle birlikte marinaya bağladı. Bağlandığımız panton, limanın ağzına ve dolayısıyla lodosa en yakın olanı. Bu nedenle de rüzgarın etkisinin ve daha önemlisi sesinin en çok hissedildiği bir konumdayız

Bir çok tekne sahibi, Cumartesi günü, hatta Cuma gecesinden, aileleri ya da arkadaşlarıyla teknelerine geldiler. Deniz mevsimi de başladığından, yakındaki koylara bağlanıp yüzmek ve güneşlenmek hevesindeler. Ancak bir “kursakta kalma” durumu söz konusu (bu tabir de çok ilginç, kursakta kalmadığında geviş getirme aşaması başlayacak ki biz insanlar için ne kadar ilgi çekici olur bilmem). Bazı tekneler, yine de limandan çıkmayı göze aldılar,rüzgar karadan estiğinden yüzülecek koylar dalgalı değilmiş. Ancak, rüzgar, yumurta kabuğu gibi ince ve hafif gövdesi olan bu tekneleri fazlaca etkiliyor; yani gidiş gelişte, alışık olmayanları huzursuz edebiliyor.

Kimi tekneler de rüzgara karşı bağlanmış oldukları için, çıkışta ve dönüşte sorun yaşayabiliyorlar. Fatih Türkkan’ın Old City’sini, seyir dönüşü marina görevlileri üç bot ve beş kişiyle ancak zaptedip yerine yönlendirebildiler, teknedeki dört kişinin de katkısı ile; ama itiraf etmeliyim ki bu işi tereyağdan kıl çeker gibi başardılar, tabii kaptanın da başarısı ile. Oysa seyre çıkılırken, yardımcı botun pervanesine halat dolanınca bir anlık duraklamayı affetmeyen rüzgar, teknenin kafasını hızla sancağa yönlendirmiş, yanındaki teknenin küçük ve alçak olması nedeniyle de ciddi sorunlar yaşanmıştı. Marina görevlilerini, dönüşü yeterince ciddiye almış olmaları nedeniyle kutlamak gerek; kaptanı da.

Sığacık kalesi ve balıkçı barınağı;
 24 saat boyunca her an bir iki teknenin girip çıkmakta olduğu hareketli ve renkli bir görsel eğlence
İki günü marinada bağlı geçirmek işe yaradı, kasabayı en azından günün serin saatlerinde dolaşma fırsatı bulduk. Yeni gelişmelerin, eski yerleşmenin dışında oluşması sayesinde, sur içindeki özgün doku büyük ölçüde korunmuş: kapı önüne atılan sandalyelerde komşu sohbetlerinin sürdüğü dar sokakları, az katlı küçük ölçekli minik avlulu konutları, yol kenarı ve pencere içi saksıları, avare kedileri ile geçmişten günümüze bir mesaj.

Sığacık'ta sokaklar evlerin devamı: "ortak kullanılan misafir odası"
Sığacıkta sokaklar
Çocukların oyun için buluştuğu mekanlar
Sığacık'ta sokaklar,
aynı zamanda çiçeklerin paylaşıldığı bahçeler

Bu kuvvetli rüzgar, nicedir ihmal ettiğim kimi işleri daha fazla geciktirmemem gerektiğini de anımsattı: bağlama halatlarımı yenileri ile değiştirdim, tonoz halatına bir yangın hortumu geçirdim, cenova geri sarma halatının, yaradana yan bakan yönlendirme makaralarını düzene soktum. El projektörünü şarj ettim, falan, filan. Bu arada Çelen de tekne içinin bakım ve temizliği ile ilgilendi; dağınıklığı toparladı.

İşlere ara verdikçe havuzlukta oturup kitap okuduk, günlük gazetelerin saçma haberlerine göz gezdirdik, Cumhuriyet’in Bilim Teknik ekinde Doğan Kuban’ın yazısını okuyup her zamanki gibi kendisine hak verdik ve bu yaşında hala umudunu yitirmeden kalemi ile yaptığı mücadeleye hayranlığımızı yineledik; bağırışarak deli gibi koşturan kırlangıçları izledik, bu arada tabii ki televizyondan uzak kalmanın tadını çıkardık; kabindeki radyoyu açıp, kendi kanallarımızda bir klasik müzik bulabilir miyiz diye epeyce aradıktan sonra Yunan radyosundan Petruşka bale müziğini dinleme olanağını bulduk; TRT3’ün klasik müzik yayınının izlenmesini olanaksız kılanları andık. Arada bir, Sahil Güvenlik radyosundaki özenle seçilmiş popüler müzik parçalarına da kulak verdik. Oldukça nitelikli klasik Türk müziği yayını yapan bir radyo kanalı bulduk ama bunun hangi radyo olduğunu öğrenemedik, keşke arada bir bilgi verseler (radyo alıcısının ekranında da nedense kanal bilgisi görüntülenmedi).

Cenova iskotalarını paylaşan kırlangıç çifti

Pantonlar, marinaların dar sokakları gibi; insanlar burada “sosyalleşiyorlar”, havuzlukta oturmuş bir şeyler okurken, ya da güvertede bir iş yaparken, gelen geçenle de ayak üstü sohbet ediyorsunuz. Bu da bize  kentlerde kaybettiğimiz komşulukları yeniden yaşama olanağı veriyor. Biz de böylece, sadece internet üzerinden tanıştığımız Nurettin İşletici ve Fatih Türkkan ile tanışma fırsatını bulduk. Tanışmadığımız niceleri ile de görüştük. Ne mutlu bize.

Mergus'un sokağı: A Pantonu
teknelerin ve insanların komşuluk yaşadığı bir mekan

Gezdiğimiz bölge