23 Şubat 2021 Salı

 

MİNİK BİR ÇAMLİMANI SEFASI

 Güven Birkan

Deniz kültürümüzün karadakinden hiç farkı yok, aynı saygısızlık denize de inmiş. Ama, amatör yelkencileri bunun dışında tutarım. Onlar denizlerdeki saygılı tutumu karaya da taşıyan farklı bir tür.

Biz yetmişine merdiven dayamış çiçeği burnunda yelken öğrencileri eşim ve ben, yeterince palazlandığımızı düşündüğümüz bir aşamada, yeni edindiğimiz teknemizle bir koyda demirleyip gecelemeye karar verdik. Nedense bir hafta sonunu seçme gafletinde bulunmuşuz. Pandemisiz bir Eylül’ün ilk günleri. İkindi vakti Pendik’teki marinadan ayrılıp, güzel bir yelken seyri ile, Büyükada’nın kuzeyinden geçerek Heybeliada’ya yöneliyoruz. Dört saat sonra ulaştığımız Çam Limanı, Heybeliada’nın güneyinde yaklaşık 500 metre çapında doğal bir liman, poyrazdan tamamen korunmuş, lodosa kısman kapalı.


Bunları anlatırken bazı denizcilik terimlerini açıklamalarını da vererek kullanırsam kusuruma bakmayın. Yavaş yavaş denizci bir millet olmaya yönelirken, bu sözcüklerin anlamlarını bilmenin de bir zararı olmaz diye düşündüm.

Koyun girişinde gözlerimle içerisini hızla tarıyorum, irili ufaklı 30 tekne demirlemiş durumda. Çok içerilere girmeye çekiniyoruz; koyun ağzına yakın bir konumda demirlemeye karar veriyorum. Yakın çevredeki iki teknenin kaptanlarının onayını da alsam iyi olur diye düşünüyorum, sonradan gereksiz tartışmalar yaşamaktansa. Ama güvertelerde güneşlenen genç kızlar, bu konuda “yetkili” bir havada görünmüyorlar, bizim varlığımızla da ilgilenmiyorlar. Denizde “park etmek” karadakinden biraz farklı, çünkü arabanızın el frenini de çekmişseniz, araba sabit kalır. Ancak rüzgârın, akıntıların yön değiştirmesi ile tekne sürekli hareket eder, daha doğrusu attığınız demir merkez olmak üzere, burnundan zincir bağlanmış ayı gibi bir o yana bir bu yana döner durur. Dolayısıyla hem kendi teknenizin hem de çevredeki teknelerin olası hareketlerini gözeterek demir atmak gerekir. Biz bu hareketli geometri tahminini kendi başımıza ilk kez yapacağız.

Bu işlerin eğitimini almadan önce demir dibe oturduğunda görevini yapmaya başlar sanıyordum. Meğer demiri tutan zincirin bir bölümünü zemine sermezsek, en hafif bir rüzgârda ya da akıntıda tekne demiri de alıp gidermiş. Bu yüzden demir dibe değdikten sonra teknenin tornistan yapıp bu serme işini tamamlaması gerekirmiş. Masal gibi anlatılan bu basit manevrayı tamamlamamız en az yarım saatimizi aldı. Birkaç kez demir atıp topladıktan sonra hem kendimiz için hem de yakın çevredeki tekneler için güvenli olduğuna karar verdiğimiz bir konumda operasyona son verdik. Artık oturup, güneşin son ışıklarının aydınlattığı koya bir göz atmaya sıra geldi.

Koyun üç tarafında 100 metreye kadar yükselen yamaçlar çam ormanı ile kaplı. İki uçta kayalıklarla denize inen bu yamaçlarda zaman zaman yangın çıkıp, sonradan ormanların yenilendiği anlaşılıyor. Kayalıklar denizde de bir süre devam ediyor. Ormanın içinden heyula gibi yükselen iki büyük ve doğal olarak çok çirkin kamu binası olmasa, burası kusursuz bir cennet.  Kıyıda da daha küçük birkaç kamu yapısı göze çarpıyor. Nedense kıyıdaki yapıların yanında iki büyük Kızılay çadırı kurulmuş; çadırların doğusundaki düzlükte de bir futbol sahası seçiliyor. Kıyıdaki bu yapı grubunun yerleştiği arazinin iki yanında birer plaj “tesisi” var; doğudaki daha albenili bir havada ve bitişiğinde bir de küçük iskele var. Çamların arasından inen bir yol bütün bu tesisleri adanın merkezine bağlıyor; arada bir bu yoldan bir faytonun geçtiği görülüyor.

Henüz denizciliği öğrenme aşamasında olduğumuz için, telaşımız bittiğinde, fahri eğitmenimiz ve yakın dostumuz Ekrem Birerdinç’i telefonla aradım; birkaç tavsiyede bulundu: 

·       Yatmadan önce, demir tarama sinyalini ayarla,

·       Saati kur ve iki saatte bir kalkıp çevreni denetle,

·       Rüzgâr gece çok kuvvetlenirse, cenovayı (baş taraftaki yelken) biraz aç ve iki ıskotasının da boşunu al (yelken halatlarını ger); dümeni de teknenin kaymasını istemediğin yönün aksine alabanda et (sonuna kadar çevir) ve kilitle,

·       Rüzgâr 35 knotu (knot=bir saatte gidilen deniz mili) aşarsa biminiyi (tente) kaldır,

·       Şimdi artık demirlediğine göre, içkini içip gecenin keyfini çıkar.

Güneş batmak üzere; günübirlikçiler teker teker limandan ayrılırken, geceyi geçirmek üzere yeni tekneler geliyor. Her tekneden birkaç olta sarkmış, insanlar balık tutma “taklidi” yapıyor; iki gün boyunca denizde balık sürüleri gördük ama herhangi bir oltanın ucunda balık sallandığına tanık olmadık; balıklar av mevsiminin açıldığından haberdar değil anlaşılan! Henüz ortalık sakin. Lastik botu ile dolaşarak “ama Leman Hanım ben size daha önce de....” diye bütün koyun duyacağı biçimde telefonla konuşan adam, tek istisna. Bir motor yattan alevler yükseliyor; yangın çıktı sandığımız anda burnumuza gelen gaz kokusundan, mangal yaktıklarını anlıyoruz, sonraki saatlerde de ızgara et kokusu ile huzuru delmeyi sürdürüyorlar. Gün battıktan sonra limanın ağzına demirleyen ve Fenerbahçe bayrağı Türk bayrağı ile yarışan, bordası sarı lacivert boyalı, donanma şenliği gibi her yanında ampuller yanan 20 metrelik şık tekneden de benzer alevler yükseliyor.

Gecelemeye gelen motorlu tekneler, genellikle dalgalarıyla ortalığı sarsarak ve gürültülü konuşmaları ile de geldiklerinden herkesi haberdar ederek, limanı şöyle bir turlayıp, uygun buldukları bir yere bağıra çağıra demirliyorlar. Ama bu arada Keyfim adlı bir tekne limana giriyor, hiç duraksamadan önceden ayrılmış bir yere gider gibi sessizce süzülüp biraz ilerimizde demirliyor, usta ve saygılı bir denizci. Hava kararınca demir fenerini yakıyoruz, sırayla koydaki 5-6 yelkenli teknenin hepsi demir fenerlerini yakıyor; iskelemizdeki (kıçtan bakıldığında sol taraf) 18 metrelik gulet hariç. 

Yelkene benim gibi son zamanlarda merak salan arkadaşım Alihan söz etmişti, yanılmıyorsam Almanca “hafen kino” diye bir deyim varmış; “liman sineması” anlamında. Alihan, mühendislik eğitimini Almanya’da yaptığı halde, yelken ile ilgileninceye kadar bu tabirin limandaki bir sinemayı ifade ettiğini düşünürmüş. Meğer, denizcilerin, demirleme, bağlanma vb. manevralar sırasında birbirlerinin yaptıklarını (daha çok da hatalarını) izlemesi anlamına gelirmiş. Biz de gece boyunca Çam Limanı sinemasında birçok mini film izledik.

Biz akşam yemeği yerine geçecek olan kahve, elmalı çörek ve meyveden oluşan azığımızı atıştırırken, yakınımızda demirli gulette, büyük bir sofranın çevresinde sıcak bir sohbet sürüyor. Tekne ışıl ışıl ama bunu sağlayan jeneratörün sesi bütün koyu dolduruyor; belki sadece kendileri duymuyor bu sesi. Bir ara eşim, bu tank gibi teknenin demir taramaya başladığını ve kıç tarafının hızla, 12 metrelik Kanada bayraklı bir yelkenliye yaklaşmakta olduğunu fark ediyor.

Önce yabancı tekneden İngilizce ve Almanca feryatlar yükseliyor. Ancak o anda durumu fark eden gulet ahalisi yemek masasından fırlayıp hep birlikte bağrışmaya başlıyor. Teknelerin çatışması hafif hasarla atlatılıyor, ancak bu kez de zincirleri birbirine dolanıyor ve tekneler birbirlerinden bağımsız hareket edemez durumda kala kalıyorlar. Birbirine garip bir pozda aborda olmuş (yan yana gelmiş) iki tekne efradı değişik dillerden tartışmaya başlıyor. Tartışmaya guletin köpeği de kendi dilinden katılıyor. Gulet sakinleri bir süre sonra tüm koya hitaben “İngilizce bilen var mı?” diye seslenmeye başlıyor, “var” diye yanıtlayanların seslerini kendi gürültülerinden duyamıyorlar. Birden, nasıl olduysa bir lastik bot beliriyor ve iki kişi yardıma koşup, uzun bir uğraştan sonra zincirleri ayırıyor. 

Gulet yabancı tekneden uzaklaşıyor ama bu kez bizim kıç tarafımızda, iyice yakınımızda demirliyor. Bu arada karanlığın içinden beliren 20 metrelik son moda bir motor yat da gelip burnumuzun dibine yerleşiyor; öyle ki, rüzgâr döndüğünde, neredeyse kıçıyla bizi dürtecek. Kaptanına seslendiğimde, “gerekirse değiştiririz yerimizi” diyor ise de ona göre gerek kalmamış olacak ki ben sabaha kadar bu iki koca tekneyi kollamak zorunda kalıyorum. Ayrıca her iki teknede de gece saat 2.00’lere kadar sohbet ve jeneratör gürültüsü sürüyor; denizin affetmez yansıtıcılığı sayesinde ailelerin sırlarını öğrenme olanağını buluyoruz; iyice samimi konumdaki “son moda” teknenin televizyonundan film bile izleyebiliyoruz, sanki biz onların oturma odasındayız.

Gece yarısına doğru ortalık sakinliyor, jeneratör seslerine, sohbetlere ve uzaktan uzağa gelen pop müziğine kulaklarımız ve beynimiz alışıyor. Gözlerimizi motor yatların bazılarının pırıl pırıl aydınlatılmış güvertelerinden kurtarıp doğayı algılamaya çalışıyoruz. Ay bir hilal, üstelik mehtabı da var. Adadaki tepeye tırmanan yolun üzerindeki birkaç sokak lambası ışığının sudaki yansıması, bu mehtaba eşlik ediyor. Rüzgâr kuzey ile doğu arasında kararsız sürekli döndüğü için bizim görüş açımız da sürekli değişiyor; kafamızı döndürmeye gerek kalmadan, tüm çevreyi izleyebiliyoruz. Adanın ardına doğru kayan hilali gözlerken, bir bakıyoruz tekne dönmüş açık denizi görüyoruz. Çevredeki seslerin volümünün azaldığı kısa sürelerde nereden geldiğini anlayamadığımız kuş sesleri bile duyabiliyoruz, belki de kulaklarımız hayal ediyor. 

Teknelerin limana giriş-çıkışı seyrekleşerek sürüyor. Bunların bir bölümü kuvvetli spotlarıyla çevreyi tarayarak gözümüzü oyuyorlar; bir bölümü de önlerini görmeyip tam üzerimize geliyor; bu kez ben onların gözlerine “burada tekne var” anlamında ışık tutuyorum. Göz oymakta geç kaldığım birkaçının bize bindirmesini önlemek için ayrıca sesli uyarı yapmamız gerekiyor. Aslında bu iş için Güney Afrika’daki dünya şampiyonasının tezahürat aracı olan ve sonradan İsviçre futbol federasyonunca yasaklanan vuvuzela türünden bir düdüğümüz de var ama o saatte tüm Heybeliada’yı uyandırmaktan çekiniyoruz. Bu geliş gidiş neredeyse saat 2.00’ye kadar sürüyor. İlk kez alargada (açıkta) gecelemenin verdiği tedirginlikle, çalar saati kurup güvertede uzanıyorum; eşim kabinde yatmayı yeğliyor. Çalar saat iki saat arayla çalıyor ve baştan kuruyorum.

Hava ağardığında önce uzaktan bir horoz sesi duyuluyor, saat 6.00 civarında güneşin ilk ışıkları çam kaplı yamaçlara vuruyor; ama bu ışıkların koyu doldurması saat 7.00’yi buluyor. En saygısızlar en geç yattığı için bu saatlerde çıt yok. Yabancı tekne sakinleri denize girip çıktıktan sonra sessizce demir alıp koydan ayrılıyorlar, uzun yol için günün ağarmasını bile beklememek gerektiği bize söylenmişti. Sonra birkaç tekne daha koyu terk ediyor. İlerleyen saatlerde plajlara yolcu taşıyan dolmuş motorları gelip gitmeye başlıyor. Artık koyun uyanma zamanı.

Denizdeki hareket guletteki köpeğin de dikkatini çekiyor ve havlamalarıyla kaç teknenin gelip gittiğini bize bildiriyor. Gulet ahalisi uyandıktan sonra, köpeğin ihtiyaç giderme saati geliyor; gençler teknenin botu ile kendisini karaya götürüyor. Epey sonra, botu yüzerek çeken bir genç ve onun denizde olmasından kaygı duyduğu için sürekli havlayan köpek geri dönüyor; kıçtan takma motor arıza yapmış. Böylece, saatler sürecek bir onarım işi teknedeki beyleri oyalamaya başlıyor. Köpek bütün koyu uyandırdığı için artık herkes denizde.

Erkenden kahvaltımızı yapıp, bulaşıkları yıkadıktan sonra biraz bir şeyler okuyoruz; bir yandan da denize girmek ile girmemek arasında kararsız bir sohbet sürdürüyoruz. En son 70’li yıllarda Marmara’da denize girmiştik. Marmara’nın bizim yaşamımız boyunca temizlenemeyeceğini bilimsel bir gerçek olarak bilincimize yerleştirdiğimiz için, Adalarda denize girenler için yıllardır endişeleniyorduk. Ama burada deniz o kadar güzel ve temiz görünüyordu ki, “biz de herkesle birlikte ölelim” diyerek serin suya atlıyoruz; hiç değilse 10-15 dakika yüzmek için. Şuna benzedi: beklenen İstanbul depremi söz konusu olduğunda da depremde ölsek mi, kurtulsak mı daha iyi olduğuna da bir türlü karar veremiyorduk; deprem sonrası rezaleti yaşamak, başka tür bir ölüm olsa gerek. “Denize biz girdikten sonra teknenin de deniz suyu ile yıkanmasında zarar olmaz” deyip, kova kova deniz suyu boca ediyoruz güverteye. Mayo ve havlularımızı vardavelalara (korkuluk telleri) mandallarla asıp kurutmaya bırakıyoruz, teknemiz yelkenci dostumuz Selim Işık’ın deyişiyle “çarşı hamamı” görüntüsüne bürünüyor.

Burnumuzun dibindeki “son moda” yattakiler en son yattıkları için sabahleyin de en son kalkıyorlar ve çevreyi rahatsız etme görevlerini bu kez jet-ski’leriyle sürdürüyorlar. İnsan hiç değilse koydan çıkıncaya kadar yavaş gider değil mi? Hayır üzerine bindikleri anda sanki denetim kendilerinde değilmiş gibi alet birden şahlanıp büyük bir gürültüyle fırlıyor; böylece üzerindekinin fark edilmesini sağlıyor.

Öğleyin bir şeyler atıştırıp çamaşırları topladıktan sonra hala yola çıkmayı geciktirmek için bahaneler yaratmaya çalışıyuz. Burada olmaktan fazlasıyla hoşnut olduğumuz için değil, demir alma sırasında yaşayacağımız sorunlardan bir süre daha uzak kalmak için. İlk kez böylesine teknelerle sıkıştırılmış bir konumda demir almaya kalkışıyoruz. Eşime yapacaklarımızı bir bir özetliyorum; o da ilk kez böyle bir demir alma manevrasında dümende olacak. Endişem şu: “gulet” ve “son moda” tekne çok yakınımıza demirlediler, bizim demir büyük olasılıkla onlardan birinin altında kaldı, ya da en azından bizim demir zincirimizin üzerine kendilerininkini serdiler. Sabaha kadar rüzgar tekneleri bir o yana bir bu yana gezdirirken zincirler deniz tabanında kim bilir neler yaşadılar.

“Korkunun ecele faydası yok” diyerek operasyona başlıyoruz. Manevra sırasında elle vereceğim işaretlerin anlamları üzerinde eşim ile görüş birliği sağlıyorum. Çünkü ben teknenin başında o ise 10 metre geride kıç tarafta iken ortam sesi birbirimizi duymamızı güçleştiriyor. Önce tekneye yol vermeden ırgatı (demir çekme mekanizması) çalıştırarak zincirin su altındaki yönünü belirlemeye çalışıyorum; sonra tahmin ettiğim yöne doğru biraz yol veriyoruz, böylece ilk aşamada 10-12 metre kadar zincir çekince tekne gulete doğru yöneliyor. Hemen tornistan yapıyoruz, bu kez de kıçımız “son moda” yata iyice yaklaşıyor ama bu arada 10-12 metre daha zincir topluyoruz sonunda demirin dipten kurtulduğunu fark edip rahat bir nefes alıyoruz.

Bir günlüğüne bile olsa bu kadar dip dibe yaşadıktan sonra kimseye “allahaısmarladık” demeden ayrılmak garip bir duygu yaratıyor insanda. Koydan çıkıp sadece denizin sesini dinleyerek birkaç saat yelken seyri yapmak, bizi dinlendiriyor. Çam Limanı’na sanki zorlu bir görevi yerine getirmek için gitmişiz de artık o gerilimden kurtulmuşuz gibi bir duygu var içimizde. Kartal açıklarımda demirlemiş olan Savarona’nın hemen yanından geçmek ayrı bir mutluluk nedeni oluyor. Çocukluğumda onu ilk gördüğüm günün heyecanını bir daha yaşıyorum. Geleceğe umutla baktığımız güzel günlerin simgesi gibi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder