28 Mayıs 2012 Pazartesi

DÖNÜŞÜM

03.02.2010

Ankara’da yirmi iki yıl. Bunu başarmak için arada bir İstanbul kaçamağı yapmak gerekti; eş dost görmekten çok, deniz özlemini gidermek için. Yaşadıkları mahallenin, kaşık kadar görünen Mogan gölü manzaralı konumu ve aradaki  diz boyunu aşmayan çam fidanlarıyla kaplı yamaçlar, doğayla kucaklaşmaya yetmiyordu. Ankara’yı terk etmeyişlerinin tek nedeni, o günlerin dayanışma güdüsünün besleyip, “kasaba” ortamının kolaylaştırdığı dostluk bağlarıydı. Önce binalar arttı, göl görünmez oldu; sonra “aniden” dostlarla görüşmeler seyreldi. Onlar da, tası tarağı toplayıp İstanbul’a dönmeye karar verdiler.
Yerleşmeye kalkışınca, tatile gelir gibi olmuyor. Ankara standartlarındaki bütçeler, kısa süreli tatillerde keyif için gezilen semtlerde ev tutmaya yeter mi? Kiralık ararken, eskiden beri İstanbul diye bildikleri yerlerden giderek uzaklaşmakta olduklarını farkettiler. Her biri farklı bir Anadolu şivesi konuşan “yeni İstanbullu” kent pazarlayıcılar morallerini bozunca, “sahibinden” ilanlarına başvurdular.  Ev sahiplerini ziyaret edip, çaylarını, kahvelerini içip sohbet etmek çok hoştu, ama böylece sadece ev değil, ev sahibi de seçer oldular ve işleri daha da zorlaştı.
Sonunda, Kozyatağı’ndaki apartman ormanında,  onikinci kattaki, kirası uygun bir daire ile, Beylerbeyi sırtlarında bir korunun ortasındaki küçük apartmanın zemin katı arasında tercih yapma noktasına ulaştılar; Beylerbeyi'ni, kısa süre önce Ankara'dan gelip bu mahalleye yerleşen meslektaş dostları önermişti. İşten eve karanlıkta dönecekleri için, bu iki semtin gece geç saatlerde verecekleri güven duygusunu karşılaştırmaya karar verdiler. Kozyatağı, o saatlerde bir korku filmi dekoruydu sanki, insanlar beton yığınlarının arasında kaybolmuşlardı; deli gibi koşturan arabalardan başka bir hareket yoktu ortada. Beylerbeyi sırtlarına ulaştıklarında ise gece daha da ilerlemişti; ağaçlar ve çalılar arasındaki yokuşta kimseye rastlamadılar, ama bir korkuya da kapılmadılar. Farkettikleri tek hareket, ateş böceklerinin karanlıkta çizdikleri dairelerdi. Bir ara, dönüp dingin bir tablo gibi ışıldayan denizi görür görmez kararlarını verdiler; tatil harcamalarını ekleyerek, bu evin kira farkını karşılayacaklardı.
Eşya kamyonu boşaldığında bütün saksı bitkilerinin yolda donmuş olduğunu  görünce ağlamaklı oldular; Ankara ile son canlı bağları da silinmişti. Hava kararırken iyi kötü herşey yerleşmişti; birer koltuğa çöktüler. Kapı çalındı; üst kat komşuları “hoşgeldiniz, bir şeye ihtiyacınız olursa çekinmeyin, kapımızı çalın“ diyerek bir tepsi uzattı; elle işlenmiş beyaz bir örtü, kapaklı kaplar ve bahçeden taze kesilmiş bir sap kokulu gül: düşlerindeki İstanbul’a gelmişlerdi.

Beylerbeyi, önde yalılar, hemen arkada koruluk ve içindeki az sayıda konut; 
orada yaşamak bir ayrıcalık.

Güven, kısa kış akşamlarında, işten eve döndüğünde, bir televizyon dizisi tiryakiliğiyle, Çengelköy iskelesine yanaşan son vapurun ışıklarının sudaki yansımalarıyla oyalanma alışkanlığını edindi. Günler uzayınca eşiyle iskele meydanında buluşup çay içerken, minik balıkçı barınağında ağlarını onaran balıkçıları, ağırbaşlı gemilerin boğazdan geçişlerini izlemeye başladılar. Hafta sonları, Boğaz’ın henüz fazla el değmemiş yamaçlarında yürüyüş yaparak, yılların biriktirdiği özlemi gidermeye çalıştılar.
Bütün bu hoşluklar, Güven’in çalışma yaşamındaki boşluğu gideremiyordu. Meslek heyecanını ve deneyimini, işten anlamayan yöneticilerin saçma istemlerine alet etmekten usanmıştı. Bir işyerindeki huzursuzluklar dayanılmaz olunca, farklı mutsuzluklar yaşamak üzere başka bir işyerine geçmek, becerebildiği tek kaçış yoluydu. İş yaşamını, eşyalarla birlikte İstanbul’a taşımıştı. Ama madem Ankara’yı terk ederek önemli bir sıçrama yapmıştı, bu konuda da ciddi bir adım atmalıydı.
Herkesin, mesleğin ilk yıllarında verdiği kararı, emeklilik yaşında verdi ve bir mimarlık bürosu açtı. İşi, ilk yıllar evin bir bölümünde sürdürecekti. Gerekli resmi işlemler tamamlandığında, evdeki çalışma odası, tabela bile asmaya gerek olmadan bir mimarlık bürosuna dönüştü.  Dönüştü ama, orada bir büro olduğunu kim nereden bilecekti ki? Beylerbeyi sırtlarında, ağaçların arasında bir apartmanın, ortancalarla gizlenmiş zemin katının arka odasında bir büro; sanki serbest çalışmaya başlamamıştı da, gizli örgüt kurmuştu. İş almak için, kendi meslektaşları ve iş arkadaşları dışında hiç bir bağlantısı yoktu; camiye gitmezdi, hiç bir siyasi partiye ya da örgüte üye değildi, masonluk önerilerini hep geri çevirmişti, kokteyl partilerden hoşlanmazdı, resmi dairelerle iş yapmak istemiyordu. Peki, geriye ne kalıyordu?
Şirket tescilinin yapıldığı günün ertesi telefon çaldı. Bir kalın erkek sesi, şirketin adını vererek doğru yeri aradığından emin olduktan sonra, kendisini emekli başkomiser Hayrettin olarak tanıttı ve “hayırlı olsun” deyip, işyerleri için minik Atatürk büstleri üretip pazarladıklarını açıkladı; şirket için kaç adet alınacağını sordu. Ertesi gün de evin kapısı ilk kez “şirket” olarak çalındı ve “mini büstler” geldi. Böylece yeni “işyeri”, hem daire kapısının dışına açılmış oldu, hem de “siyasi çizgisi” belirlendi; artık gizlilik kalmamıştı.
Büronun ikinci ziyaretçisi, kapı komşunun dört yaşındaki kızı Nazlı idi; anne-babası işe gittikten sonra, babaannesi ile yeterince oyalanamayıp, yarenlik etmeye gelmişti. Bilgisayar ile boğuşmak dışında bir işi olmayan Güven’in de yalnız canı sıkılıyordu; eşi sabah işe gidip akşam geliyordu. “Ev-büro” daki tek oyuncak ve tek yapı malzemesi olan iskambil kağıtlarını kullanarak birlikte ev yapmaya giriştiler. Bir mimarlık bürosuna başlangıç için hiç fena bir iş değildi. Sonraki aylarda, bu iş ortaklığı sürdü gitti.
Derken sahici işler ve iş ziyaretleri gerçekleşmeye başladı ve büro ile evi ayırma zamanı geldi. Anne-babası her gün köprü rezaletini yaşamaktan usanınca minik “iş ortağı” da Avrupa yakasına göçtü; böylece büroyu taşımanın önünde bir engel kalmadı. Ama, sadece büroyu değil, evi de taşımak zorunda kaldılar; çünkü boğazdaki kira artışları dayanılmaz boyuttaydı. Zaten kıyıdaki çayhaneler midye tavacı olmuş, yamaçlardaki yürüyüş yolları, arsaları çevrelemeye başlayan dikenli tellerle kesilmişti. Beylerbeyi rüyası tükeniyordu; taşındılar.
Artık gerçek kenti yaşıyorlardı. Beylerbeyi, Güven’i, kentteki beton yığınının insanı basan etkisinden bir ölçüde korumuştu. Oysa şimdi bina çokluğu ve sıkışıklığı onu bunaltıyordu. Ortalıkta bu kadar çok bina varken hala neden inşaat yapıldığını kendine sormaya başladı. Mimarın asli görevi belki de bina yapmak değil, yeni binalar yapılmasını engellemekti. Ama bu yargının doğruluğundan emin değildi; acaba o sıralar, iş hacmindeki azalmanın etkisiyle mi bu düşünceye kapılıyordu?
Kentteki ulaşım güçlüğü, yüz yüze görüşmeye yeltenenleri yıldırıyordu. Onlar da, arkadaşlarıyla telefonlaşmakla yetiniyorlardı; bu yaşlarda, yakın çevreden yeni dostlar edinmek zordu. Ankara’daki alışkanlıkla, çat kapı bir misafir gelir diye, derin dondurucuda her an ikram edecek bir şeyler bulundurmayı bir süre denediler; ama dondurucuda birkaç da misafir bulundurmak gerekiyordu. Böylece havaya uydular, kent içindeki dolaşmalarını en aza indirdiler; hele arabayla bir yere gitmeyi hiç göze alamaz oldular. Vapur dışında bir taşıt aracı kullanmak istemiyor; olanaklar el verdiğince her yere yaya ulaşıyorlardı. Giderek birbirlerine yeter hale gelip yalnızlaşmaya başladılar. Ama hala bu kentte yapacak çok şey vardı.
Beylerbeyi’nden sonra Moda, yine de, acımasız kent yaşamına geçişte fena bir basamak değildi. Kıyıda uzun yürüyüşler yapmayı seviyorlardı; sahil parkı oluşturmak için denizi dolduranlara kızmakla teşekkür etmek arasında kararsızdılar. Güven’in Beylerbeyi'nde uzaktan izlediği irili ufaklı tekneler artık burnunun dibindeydi; kızlı erkekli ufacık çocuklar, Kalamış Koyu’nda, kendileri gibi minik yelkenlilerin içinde, rüzgarı kendi saflarına alarak denizle mücadele etmeyi öğreniyorlardı.

Kalamış koyunda beyaz kelebekler.
Çocukluğunun Safa Abi’sinin ahşap dragonunun beyaz yelkenleri ve asil gövdesi, arada bir gözünün önüne geliyordu. O tekneyle gezme şansını yakalayamamıştı ama, tüm orta okul ve lise yaşamında, ilgisini fazla çekmeyen derslerde, bir yandan hocayı dinler görünürken, bir yandan da defterlerinin arka sayfalarına tekne çizimleri yapıp durmuştu; bunlar mimarlığa ilk adımlardı. Orta okul bittiğinde, deniz kolejine gitmek istemiş, ailesi onu bu hevesinden vazgeçirmişti; belki, subaylarla kıyaslandığında mimarın o yıllarda el üstünde tutuluyor olmasının etkisiyle.
Meslekteki ilk yıllar, yaptıklarıyla kolayca mutlu olabiliyordu. Deneyimi arttıkça, mesleğin gerçekten ihtiyacı olanlara hizmet götüremediğini düşünmeye başladı; üstelik her projeyle, kente zarar verenlere bir kez daha destek oluyordu sanki. Yapacağı ve yapmayacağı işler konusundaki ayırım, onu yavaş yavaş iş alamaz hale getirdi; platonik ve marazi bir aşık gibi, çok sevdiği mesleğine zarar vermemek için ondan uzaklaşıyordu. Böylece, herkesin zaman zaman sözünü ettiği ekonomik krizler onu etkilemiyordu. Onun krizi kendindendi: değer yargılarından ve mesleğin niteliğinden kaynaklanan sürekli bir durum. Gerçi, yaptığı işler, uzun yıllar en azından büro giderlerini karşılamaya yetmişti; daha fazlasını da beklemiyordu. Mimarlık yapmak için üste para bile verebilirdi. Ama şimdi?
Artık, büroda yalnızdı; zaten sükuneti seviyordu; burası aynı zamanda kentin karmaşası ve gürültüsünden kaçış mekanıydı. Daha çok sabahları evden çıkma alışkanlığıyla, ama aslında evde oturup bunalıma düşme korkusuyla, düzenli olarak büroya gidiyor, meslek gelişmelerini sürekli izliyor, bilgisayar kullanma becerisini geliştiriyor, kendini zinde tutmaya çalışıyordu. Bir yandan da, bundan sonra ne yapmak gerektiğini düşünüyordu. Kitap okuyup, sergi gezerek vakit geçirmek istemiyordu; yaşamı boyunca hep elle tutulur bir şeyler yapmıştı ve gücü yettiği sürece de böyle yaşama dileğindeydi: “şarkı dinlemek değil şarkı söylemek” istiyordu. İşçi kahvehanesine gider gibi her gün boş oturacağı ve iş bekleyeceği bir mekana gitmeyi kendine yediremiyordu. Bir şeyler yapmalıydı.
Tasarım yaparken, bir noktada takılıp kaldığında, zihnini açmak için, Yoğurtçu Parkı’nda, on-onbeş dakikalık yürüyüşlere çıkardı. İş olmadığı günlerde de bu alışkanlığı sürdürdü. Park boyunca akan Kurbağalıdere artık kokmuyordu. Kurbağa sesi kesildiğine göre, suyu iyi kötü temizlenmişti; bir keresinde yunusların derenin ağzına kadar geldiğini bile görmüştü. Dere yeniden küçük teknelerin barınağı olmuştu; bunların çoğu, derme çatma onarımlarla yaşatılmaya çalışılan köhne nesnelerdi; kıyıdaki kısmen yıkılmış ahşap evlerle uyum içindeydiler. Ama bu tükenmişliğin içinde yeşeren bir canlılık vardı: tekne sahipleri, akşama kadar bir yandan sürekli olarak bir şeyleri onarıyor, orayı burayı boyuyor, bu arada sürekli yardımlaşıyorlardı, bir karşılık beklemeden. Bazen denize açıldıkları bile oluyordu.

Kurbağalıdere'nin kışı, yazından daha hoş; kar çirkinlikleri örtüyor.






















Güven, dere boyunca yürüdü; dere denize kavuştu. Dalgaların sığlıkta kırılışını izledi. Ölü dalgaların dinginliğinde siyah minik gövdeleri ve beyaz gagalarıyla karabatak yavrularından oluşan bir sürü dalış talimleri yapıyordu. Moda iskelesine doğru ise,  bembeyaz genç martılar, kağıttan kayıklar gibi dalgaların hareketine kendilerini bırakmış olarak inip çıkıyorlardı. Dolaşmaya çıkarılmış köpekler, serinlemek için ikide birde denize atlıyor, sahiplerinin fırlattığı pet şişeleri bir görev aşkıyla geri getiriyorlardı. Kıyı boyunca yapılan kaya dolgunun boşlukları, kedilerin barınağı olmuştu; kayaların üzerinde güneşleniyor, mahalle halkının getirdiği yiyeceklerle besleniyor, yavrularını bu kayaların arasında büyütüyorlardı. Dalgalardan korunmanın yolunu yordamını da öğrenmişlerdi. Deniz ile böylesine iç içe yaşamakta oluşlarına bakınca, onların aslında sudan hoşlanmayan türden bir kara canlısı olduğunu düşünmek olanaksızdı; belki gizliden gizliye denize bile giriyorlardı. Sonra kargaları gördü: sahile vuran lodos dalgalarının oluşturduğu birikintilerde deniz mahsulleri ile karınlarını doyurmak için koşuşturan. Kıyıda garip bir dönüşüm yaşanıyordu: kediler, köpekler, kargalar ve biraz ötelerinde yelken yapan çocuklar..... Yaşam denize kayıyordu sanki.
 
Moda sahilinin kedileri gruplar halinde yaşıyor, sarmanlar, tekirler, pamuklar, araplar.










Kafasında bir şimşek çaktı. Bu günleri atlatmasında ve daha sağlıklı karar vermesinde kendisine yardımcı olacak uğraşı bulmuştu: hemen gidip bir yelken kursuna kaydoldu. Birinci kursun sonundaki sınavda tramola atarken kafasına vuran bumba sayesinde, hem zihni biraz daha açıldı, hem de yelken hocasının deyişiyle “artık denizci olmuştu”;  iyi de, tekne olmadan denizcilik nasıl olacaktı?  Marina tekne doluydu ama hafta sonları bile, sadece birkaç tanesi yelken açıyordu. Yavaş yavaş yeni bir tutku onu sarmaya başladı: bir tekne edinmeliydi.
Oysa o güne kadar yüzen bir şeye kumanda etme konusunda, sandalda kürek çekmekten öte geçmiş değildi. Fakültedeyken, dönem ödevi olan projelerini teslimden sonra, kurtlarını dökmek için arkadaşlarıyla Kurbağalıdere’den sandal kiralar, Kalamış koyuna açılıp denize girerlerdi. İçlerinden biri kürekleri denize atar, diğerleri onları geri getirmeye çalışır, tekneye ulaşınca birbirlerinin elbiselerini denize atmaya başlarlar, karaya ıslak pantolon ve gömleklerle dönerlerdi. Ama hepsi bu kadardı; sandal onlar için denizle oynaşma aracıydı. Oysa şimdi yelkenli tekne, insanı boğan kent ortamından kaçış aracı olarak,  onun zihnini sürekli kurcalayan bir nesne, hatta bir yaşam biçimi haline geliyordu. Safa Abi’nin bilinç altındaki dragonu uyanıyordu.  Uyanıyordu da, bir tekne edinmek hala olanaksız görünüyordu; edinmek de yetmezdi, bağlama ve bakım giderleri nasıl karşılanacaktı? “En iyi tekne, arkadaşının teknesidir” sözü, arada bir tekneyle açılmak, ya da tatil yapmak isteyenler için geçerli olabilirdi. Ama o, teknesiyle birlikte yaşamak istiyordu.
Konunun yabancısı olmayanlar hemen “eşin ne diyor?” diye sordu. Allahtan eşi de denizi ve tekneleri seviyordu; tayfalığa da hazırdı; ayrıca, karada dolaşırken çevredeki çirkinlikleri birbirlerine gösterip söylenmekten o da bıkmıştı. Deniz, en azından görsel olarak kirlenmemişti. Yelkenli ise, yüzen bir güzellik olarak hep ilgisini çekmişti. Arkadaş yelkenlilerindeki kısa süreli deneyimler sonunda, bu tür bir “kuma” ile birlikte yaşanabileceği  izlenimini edindi ve eşini destekledi.
Güven’in hızla bir karar vermesi gerekiyordu; artık yetmişine yaklaşıyordu ve en azından fiziksel güç olarak önünde fazla zaman yoktu. Yelken hocaları, bir tekne edinmesi fikrine karşı çıkmıyorlardı ama ağızlarından da destekleyici hiç bir cümle çıkmıyordu. Son olarak, denizci bir aileden gelen  meslektaşı Mustafa Pultar'a danıştı. İlk defa birisinden destek geliyordu: “içinde varsa geciktirme; insan bir kere yaşar ve ne kadar çok şeye bulaşırsa o kadar çok yaşamış olur”. Ama bir uyarıyı da ekliyordu: “yelkencilik yüzde on keyif, yüzde otuz endişe, yüzde altmış angaryadır; başına dert aldığını da bil.”
Dostları, “yazlığını sat tekneyi al” diyorlardı. Gereksiz yere daha fazla bina inşaatına sıcak bakmadıkları için, yazlık edinmemişlerdi. Eşiyle durumu tarttılar: bir arsaları vardı; satabilirlerse tekneyi ödeyebilirlerdi. Sonraki giderleri karşılamak için ise büroyu kapatmaya karar verdi; böylece bir önemli giderden kurtulacaktı. Nasıl olsa artık mimarlık yapmasa kimse eksikliğini fark etmeyecekti, kendisinden başka. Bu kararı verdiği an rahatladı; hatta öte geçip, tekne çizimleri yaptığı ortaokul günlerine döndü: “hem deniz, hem mimarlık; neden olmasın?” Artık defterlerin arkasına çizmesine gerek yoktu, profesyonel olarak tekne tasarlayabilirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder