7 Ocak 2012 Cumartesi

MERGUS’UN İLK FIRTINASI; BİZİM DE


Teknemiz Mergus’u teslim alalı ancak birbuçuk ay olmuştu.

Tekneyi, yelken kullanmayı ve denizciliği kendi kendimize öğrenmeye çalıştığımız günlerdi; Çelen ile birlikte Pendik’ten açılıp, 3-4 saatlik seyirler yaparak. Haziran’ın 20’si, yıl 2010; az bulutlu güzel bir Pazar günü, bu henüz dokuzuncu seyrimiz.

Çok hafif bir rüzgar var ama yine de yelkenimizi açıp Büyükada’ya yöneldik. Bir saat ancak olmuştu ki, güneydoğuda, Yalova üzerinde oluşan kara bulutların yaklaşmaya başladığını farkedip yelkeni kapattık ve yönümüzü Pendik’e çevirip motora yol verdik; kara bulut da tam yol üzerimize doğru geliyor; çatışmayı önlemenin olanaksızlığını farkettim.

Limana bir mil kala kara bulut gök yüzünü kapladı. Bir anda esinti tamamen kesildi; deniz yüzeyi dümdüz oldu. Bu sükunet bir dakika bile sürmemişti ki, sanki bir balina, sancak bordamıza vurdu ve tekne bir anda iskeleye doğru yattı, neredeyse direğin ucu suya değecekti; bir an “acaba yelkeni kapamamış mıydım?” diye düşündüm. Aynı anda gök yüzünden bir tufan boşaldı. Deniz de gök yüzüne doğru yükseldi; tekneye vuran balinanın sırtındaydık sanki. Çelen, serpinti körüğünün koruduğu köşeye sığındı, bulabildiği bir yerlere tutundu, ben dümene sarıldım; teknenin üzerinde kalmaya çalışıyoruz. Tabii ki emniyet kemerimiz de var, ama kabinde; kutularının içinde, yepyeni duruyorlar.

O anda limana doğru seyretmenin olanaksızlığını farkettim; rüzgar ve dalga tam sancak bordadan vuruyordu. Üstelik de dalga ve rüzgar bizi limanı koruyan kaya dolguya doğru atıyordu. Son bir yıl okuduğum denizcilikle ilgili anılar ve hikayeler kafamdan hızla geçti ve karar verdim; tekneyi rüzgarın geldiği Yalova’ya doğru yönlendirdim; dalgayı çapraz alacak bir açı yakaladım. Motora biraz daha yol verdim; kayalıklara daha fazla yaklaşmaktan böylece korunacağımızı düşünüyordum. Ayrıca, sanki fırtınanın geldiği yöne gidersem, onu delip öte yana geçebileceğim ve hışmından daha kısa sürede kurtulabileceğim gibi geldi.

Böyle durumlarda insan dalgaların kaç metre olduğunu, rüzgarın hızını, geçen zamanı falan kestirmeye kalkışmıyor; burada sözünü ettiğim insan, denizcilik deneyimi olmayan ve yelkeni kapatıp açık denize yönelme dışında hiç bir önlem alamamış panik halindeki biri. Sadece kendi sorumluluğumu taşısam böyle paniklemiyeceğim; Çelen’i de bu badirenin içine sürüklemiş olmamın gerginliği var üzerimde.

Lunaparkta gider gibi altımızdan geçen dalgalara inip binmeyi bir tür rutin haline dönüştürünce, ikimiz de biraz sakinledik; ya da öyle olduğunu sanıyorum. Birbirimizle konuşamıyoruz; sadece arada bir gözgöze geliyoruz. Bir gözüm de, aşağıda kabindeki tezgah üzerinde duran can yeleklerinde; ama dümeni bırakamıyorum; Çelen ise yerinden kıpırdasa dengesini kaybedip yuvarlanacak. Böylece, can yelekleri ile karşılıklı bakışmayı sürdürürken, “hiç değilse nal can simidimiz var” deyip simidin takılı durduğu sancak kıç omuzluğa gözümü çeviriyorum; ilk dalgalar simidi çoktan alıp götürmüş. O günden sonra, uzun bir süre, “neredeyse evde bile can yeleği takarak dolaşmayı adet haline getirdik” dersem fazla abartmış olmam (belki depremde de işe yarar).

Yapacak bir şey kalmadığını anlayınca, kaderimize razı olup iyice rahatladık; artık, kafamızı kaldırıp çevremize bakabiliyorduk. Bakmasına bakıyorduk ama görüş mesafesi ancak 20-30 metre kadardı; gökten inen tufan ile denizden fışkıran sepintilerin oluşturduğu bir su bulutu içindeydik. İlk bir kaç saniye içinde, denize düşmüşçesine iliklerime kadar ıslandım ve üşümeye başladım; suya batırılıp buzhaneye bırakılmışlık duygusuna kapıldım, Haziran ortasında. Aslında iki adım atsam rüzgarlığıma ulaşabileceğim ama dümeni bırakamıyorum; teknenin üzerindeyken bile insanın her şeyini, dağcılar gibi sırtında taşımasında yarar var sanırım.

Ama o anda elimin altında olması en gerekli şeyin telsiz olduğunu düşündüm; böyle bir durumda, kullanmaya kalkışsak, kabindeki telsize ulaşmamızın olanaksızlığını farkettim. O gün bu gündür, bir el telsizi edinmeyi planlıyorum. Ama bir yandan da, “elimizde telsiz olsa ne yapacaktık?” sorusuna yanıt bulamıyorum; daha doğrusu telsiz ile yardım istemeye kalksak kim ne yapabilirdi? Olsa olsa, bulunduğumuz yeri bildirmiş olmanın huzurunu duyardık; hani alabora olsak bizi nerede bulacaklarından emin olmak gibi bir duygu.

Pusulanın gittiğimiz yönü gösteriyor olması ilk anda yeterli gibi görünüyordu; kayalara doğru gitmediğimizden emindik ama Pendik limanın çevresinde demirde duran ve bir kısmı hurda görünümlü gemilerin yerlerini kestirme olanağımız yoktu, her an bunlardan birini karşımızda görebilirdik. Böyle bir kaç gemi silüetini sıyırarak geçtik. Sonunda bir tanesi kara bir duvar gibi hemen önümüzde belirdi ve o anda bir şey farkettim: uygun bir konum yakalayabilirsem, demirde yatan o koca gemi beni dalgadan ve rüzgardan biraz olsun koruyabiliyordu. Motorun hızını kesip biraz soluklandım, ama havada ve suda oluşan anaforlarla, Mergus’un gemiye yaklaşmakta olduğunu farkedip, bu molayı fazla uzatmadım. Bu arada gemiye doğru seslenmeyi denedim (kornamız falan da var ama onlar da kabinde). Tabii bu, umutsuzca yapılmış bir girişimdi, o havada top patlasa kimse duymazdı. Kaldı ki orada bazan aylarca yatarak, büyük olasılıkla tersanedeki onarım için sıra bekleyen bu terkedilmiş görünümlü gemilerde birileri bulunsa bile, bu havada güvertede ne işleri olabilirdi.

Geminin “gölgesinden” çıkıp yeniden rüzgar ve dalgaya kendimizi bıraktıktan sonra da “epeyce” bir süre geçti. Derken rüzgar ve dalgada oldukça ani bir azalma oldu; rüzgar 30-35 knota düşmüştü. Gökten ve denizden üzerimize püsküren suyun etkisinin hafiflemesiyle birlikte çevremizi biraz daha algılamaya başladık ve kara göründü!!! İskelemizde beliren kıyı silüetinin nereye ait olduğunu kavramam biraz zaman aldı; çünkü ne gittiğimiz hızı biliyorduk, ne de geçen süreyi;  o anda sorulsa, Yalova’ya yaklaştığımızı söyleyebilirdim. Biraz sonra, hayal meyal büyük vinç gölgelerini farkedince, Pendik açıklarında, Tuz Burnu’na yakın bir konumda bulunduğumuzu anladım. Bütün bu süre zarfında ancak 2-3 mil gidebilmiştik.

Yönümüzü hemen limana çevirdim; artık rüzgar arkamızdaydı. Böyle beş-on dakika seyretmiştik ki, rüzgar tamamen durdu, biraz bekledi ve bu kez 15-20 knot hızla tam karşıdan esmeye başladı. Olağan koşullarda çekinip yelken küçülttüğümüz bu hız bize artık meltem gibi geliyordu. Tam marinaya gireceğimiz sırada, fırtınanın kesilmesini fırsat bilen Yalova feribotu ile burun buruna gelmemiz bile bizi heyecanlandırmadı; oysa daha önceki günlerde bu feribotla yaşadığımız bu “samimiyet” bizi hep ürkütürdü.

Marinaya girdiğimizde, bağlı teknelerde derbest duran her şeyin suda yüzmekte olduğunu gördük. Marina görevlilerinin ve komşu teknelerdeki yelkenci dostların sıcak karşılaması içimizi ısıttıysa da, bir an önce sıcak bir duş yapıp sıcak bir şeyler içmeye ihtiyacımız vardı ama kendi suyumuzu ısıtacak kadar bile gücümüz kalmadığını farkettik. Çelen marina tesislerine yöneldiyse de oradaki durumun daha umutsuz olduğunu gördü: cereyan kesilmiş, camekanlar parçalanmış, tenteler dağılmış, herkes ortalığı toplamaya çalışıyor, hiç bir hizmet vermeleri söz konusu değil.

Her zamanki gibi kendi çayımızı yaptık ve fırtınadan çıkıp gelen öteki teknelerin hikayelerini dinlemeye başladık. Bir anda bizimki de o hikayelerden biri gibi gelmeye başladı bana; sanki son bir saati yaşayan biz değildik; o olay bizim dışımızda cereyan etmişti. Sıcak duş ve sıcak çay tüm gerilimi üzerimizden attı. Hele panton komşumuz emekli bir uzak yol kaptanının, önceden kestirilemeyen bu denli ani fırtınayı insanın yaşam boyu sadece bir kere  yaşayabileceğini söylemesiyle iyice huzura erdik; sıramızı savmıştık, bundan sonraki seyirlerimizde böyle kötü sürprizler yaşamayacaktık; başka türlerini de sırayla atlatırsak artık karada (pardon denizde) ölüm yok demekti.

Geriye dönüp düşündüğümde, bütün o süre boyunca, tek korktuğum şeyin motor arızası olduğunu anımsıyorum; böyle bir durumda ne yapardık bilmem ve hala da bilmiyorum. Yelkenle sağlanabilecek çözümleri deneyebilmek için dümeni bırakmam gerekirdi ki bunu göze alamıyordum; ayrıca olağan koşullarda bile yelkeni açmak, benim için henüz bir rutin haline gelmemişti.

İkinci bir korku da teknenin her an alabora olması ya da bir şekilde dağılmasıydı (!). Teknemizin A sınıfı niteliği, teknik belgelerinde yazıyor olmakla birlikte bunun geçerliliğini denemeden bilemezdik ve işte o fırsatı yakalamıştık:
A.Ocean: Designed for extended voyages where conditions may exceed wind force 8 (Beaufort scale) and significant wave heights of 4 m and above but excluding abnormal conditions, and vessels largely self-sufficient.  

Sonuç olarak bu fırtınanın en önemli yararı, teknemize güvenimizin artması idi; tabii kendimize olan güvene de biraz katkısı olduğunu söylemeliyim. Şimdi artık, her an böyle bir hava ile karşılaşabileceğimizi ve bununla baş edebileceğimizi biliyoruz, ama karşılaşmamak için de daha dikkatli davranıyoruz. Tabii önlemlerimiz konusunda da daha bilinçliyiz. Böyle bir deneyimi, işin başında yaşamış olmamız büyük bir şans.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder